Berlin'de Küçük Asya Halkları Konferansı Konuşması

Değerli Dostlar öncelikle hepinizi yürekten selamlıyorum; hoş geldiniz, sağ olun var olun.

Bu konferansın düzenlenmesine ön ayak olan ve hazırlayan bütün kurum ve dostları yürekten kutluyorum.

Katledilişinin 10 yılında bile çeşitli ortamlarla sorunlarımızın içtenlikle konuşulup tartışılma vesile olan sevgili Hrant Dink’i saygıyla anıyorum.

Şahsen böyle bir Konferansa katılmış olmaktan son derece mutlu olduğumu belirtmek isterim. Çünkü böyle bir konferans benim ütopyalarımla da bire bir örtüşüyor.

Ezilen halklar, ulusal kırım zorbalığa maruz kalmış uluslar, yok edilme tehdidi altındaki kültürler, inanç ve düşünce grupları arasındaki ilişkilerin birbirlerinin hak ve özgürlüklerine saygı temelinde, eşit ve barışçı biçimde düzenlenebilmesi ancak kendi aramızdaki diyalog ve işbirliği ile çözülebilir diye düşündüm.

Önasya ve Mezopotamya halklarının, toplumlar arasında, onların sivil toplum örgütleri, siyasi aktivistler, aydınlar, kanaat önderleri arasında böyle doğrudan ilişkilerle sorun ve çözümlerin maya yatırılması son derece önemli. Birbirimizin gözlerine yakından bakmak, sözlerini yüreğimizde duymak ve somut düşünce etkileşimine girmek son derece önemli diye düşündüm.

Bireylerin ve toplumların kendi geleceklerini belirleme hakkına ve halkların kardeşliğine inanan biri olarak  bu iddianın ancak böylesi demokratik zeminlerde inşa edilebileceğini düşünüyorum.

Bu nedenle de Berlin’deki Küçük Asya halkları konferansı beni heyecanlandırıyor ve umutlandırıyor.

Bu toplantının oluşması ve benim katılmamın en önemli teşvik edici nedenlerinden biri NCWA Başkanı değerli Sevak Artsruni’nin bir yazısı oldu. Artsruni’nin birkaç ay önce bir yazısı yayınladı ve o yazıda Kürt aydın ve politikacılarının Soykırım karşısındaki tutumlarını sorguluyordu. Bizlere cevaplamamız için bir takım sorular soruyordu. Beni çok etkiledi ve çok önemli buldum, bütün Kürt aydın ve politikacılarının bu soruları içtenlikle cevaplaması gerektiğini düşünüyorum. Halklarımız arasında gerçekten bir diyalog ve ortak gelecek istiyorsak, sahici bir ortaklık istiyorsak bizim de duruşumuzu netleştirmemiz gerekir.

İşte bunu, sorumluluklarımızı ve yapmamız gerekenleri birlikte konuşabilmek için buradayım.

Tarih boyunca ise bu ilişkilerin hep egemen sınıflar, çıkar grupları özellikle de zorba iktidar sahipleri tarafından belirlendiğini, çatışma ve sorunların da hep bu grupların çıkarları doğrultusunda yapıldığını gördük. Toplumlar ise kendilerine biçilen bu kaderi yaşamaya zorlandı.

Örnekse 20. Yüzyılın başlarında yine aynı coğrafyadaki sorunları masaya yatırıp çözmek üzere toplanan Paris Barış Görüşmelerini örnek verebiliriz. Orada belirleyici olan elinde iktidar gücü, ekonomik serveti, orduları olanların dedikleri oldu sonuçta. Sevr ve Lozan gibi birbiriyle hak ve özgürlükler açısından hiç kıyaslanamayacak iki ayrı “BARIŞ” sözleşmesinin buradan çıktığını hatırlayalım.

Ki bölgemizde büyük siyasi sorunlar ve haksızlıklar üreten siyasi statüko da halen buna dayanıyor.

Biraz daha geriye gidersek Küçük Asya, Mezopotamya ve Ortadoğu üzerindeki hakim Osmanlı imparatorluğu 93 harbinde Rusya tarafından büyük bir yenilgiye uğratıldığında ilk kez bu coğrafyada yaşayan, özellikle yerli Hıristiyan halkların sorunlarının, siyasi taleplerinin masaya getirilme, tartışılma şansı doğmuştu.

1878 Berlin Konferansı bu anlamda bir ilkti. Konferansa Osmanlı yönetimindeki Doğu vilayetlerini yönelik kapsamlı bir özerklik tasarısı sunulmuştu. Bu konferans sonraki 30 yıl içinde Ermeni halkının durumunun iyileştirilmesi ve Doğu’da köklü reformlar yapılması yönünde Osmanlı Devletinin zorlanmasına vesile oldu. Tabi bu çözümün egemen güçler arasında aynı zamanda siyasi bir şantaj ve pazarlık malzemesi olarak araçsallaştırılma ve yozlaştırılmasına da tanık olduk.

Yine de sonuçta Vilayat-i Sitte’de daha sonra Ermenilerle beraber Kürtlerin de dahil edildiği bir Reform Projesinin kabul edilmesi bu sayede oldu. Etnik arındırma, sürgün soykırım ve Türkizasyon politikalarına rağmen “Doğu Sorunu” artık sadece Kürt sorunu olarak devam ediyor. Bu projenin günümüzde tartışılan “Çözüm” yollarından çok daha ileride olduğunu da ifade etmek isterim.

O tarihte ilk kez uluslar arası bir konferansa Berlin’e davet edilen Ermeni delegasyonunun başkanı Patrik Hrimyan Hayrig, kendilerinin konferanstaki durumunu şöyle veciz biçimde özetlemişti: “Evet sofradaki heriseye yemeye davet edildik ama herkesin elinde demir kepçe bizde ise kâğıttan kepçe vardı.” Üzerinde sorun ve taleplerini dile getirdikleri kağıt bir dilekçeden başka güçleri yoktu.

1920 Paris Barış Konferansına katılan Rum, Ermeni, Kürt, Asurî delegasyonlarının elinde ise muhtemelen kaşık da yoktu…

Dünden bu yana, değerli konuşmacılarımızın dile getirdiği Küçük Asya halklarının tarihte ve bugün yaşamakta olduğu sorunların kaynağının, toplumlarımızın kendi iradelerine rağmen böyle yukarıdan pazarlıklar ve güç ilişkileriyle dayatılmış zoraki çözümler bulunmaktadır. Bu çözümler adalete, kendi geleceğini tayin, özgür ve demokratik toplum ilkelerine göre değil Savaşan devletlerin güç ve çıkar ilişkilerine  göre belirlenmişti. O tırnak içinde “çözümler” ki, Ön Asya ve Mezopotamya’nın en eski ve yerleşik halkları olan Ermeni, Rum, Pontus, Asuri-Süryani-Keldanilerin sistematik biçimde etnik arındırmaya, soykırımlara kurban edilmesini engelleyemedi. Kürtlerin zorla Türk sayılmasın ve ulusal zulüm altına alınmasına, sömürgeleştirilmesine cevaz verdi. Bugün halen savaş ve şiddetin temel kaynağı olan ulusal sorunlar bu zoraki ve haksız çözümlerden kaynaklanıyor.

İşte kendi alanında bir ilk olan bizim Berlin Konferansımız ise, devletlerden, iktidar sahiplerinde, ordulardan, silahlı güçlerden bağımsız olarak tamamen bölge halklarının sivil toplum örgütleri, aydınları, siyasi kanaat önderlerinden oluşan mütevazi bir topluluk oluşturuyor. Burada kimsenin diğerine bir şeyi zorla dayatma gücü ve niyeti yok. Belki katılım daha geniş, daha fazla kurum ve kişiyi kapsayan bir derinliğe ulaşmalı. Gördüğüm odur ki çalışmayı kurumsallaştırabilirsek daha kapsayıcı bir ortam yaratılabilir.

Değerli dostlar, kuşkusuz burada dile getirilen ve adeta kangrenleşen sorunların çoğu zor kullanılarak var oldu ve ancak yine zor kullanılarak devam ettirilebiliyor. O halde bunu gidermenin yollarından biri de zorbalara karşı güç kullanımıdır denebilir. Doğrudur, ancak ne var ki “çözüm” dediğimiz şeyin öfkeye, nefrete ve intikam almaya değil “adalete” dayanması gerekir ki kalıcı ve barışçı olabilsin. Bir sorunu çözerken başka sorunlar üretmesin; daha çok yıkıma, kana, gözyaşına neden olmasın. Böyle baktığımızda ise maalesef elinde güç olanların adil olmadığını, adil olanların ise elinde güç olmadığını görüyoruz.

O halde bizim konuşacağımız çözüm yolları sadece adil ve barışçı olabilir. Ve bu mücadeleyi nasıl kazanacağız?

 İki büyük alan var kazanabileceğimiz: Akıllar ve gönüller…

Akılları bilimle, felsefeyle kazanabiliriz. Tarihi, sosyal, ekonomik ve siyasal olguların tam bir nesnellikle öğrenilmesi, araştırılması; bilimsel bilgiye, hakikate bağlılık bunu egemen kılabilir.

Gönülleri güzel sanatlarla, edebiyatla, tiyatroyla, sinemayla, kültürel alış-verişlerle kazanabiliriz. Bunlar ne kadar çok birbirimizle etkileşime girerse; kalplerimizde birbirimize ayırdığımız yerin ne kadar büyüdüğünü görebiliriz.

Akıllarda ve gönüllerde paylaşılan alan ne kadar çoğalırsa, fiziksel ve toplumsal olarak bunun karşılığının matematik çarpanı daha çok özgürlük ve barış alanı yaratacağına inanıyorum.

Değerli Dostlar;

Dün yaşanmış olan soykırımların, sürgünlerin, çekilen büyük acıların, adaletsizliklerin nedeni; çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü bir imparatorluktan Tek ulus – Tek Dil –Tek Dine dayalı bir Türk ulus devleti kurma çabasıydı.

Bugün yaşanmakta olan etnik, siyasal çatışmaların, savaşların, adaletsizliklerin, acıların nedeni de yine bu anlayıştır. Tekçi üniter dayatmalardan, ırkçı-sömürgeci yapıdan kaynaklanıyor. Bizim cevap vermemiz gereken soru şudur; Çocuklarımız için nasıl bir gelecek istiyoruz? Onlara nasıl bir dünya bırakacağız?

Her ulusun, her inancın, her kültür ve kimliğin bir diğerine yaşam hakkı tanımadığı; onu sürmeye kovmaya, yok etmeye çalıştığı, en azından kendine benzetmeye zorladığı; savaş ve acıların sürdüğü bir dünya mı? Bütün ulusların, dillerin, dinlerin, kültürlerin barış içinde, bir arada, adalet ve eşitlik içinde birlikte yaşadıkları barışçıl bir dünya mı?

 

Recep Maraşlı

Berlin / 28-29 Ocak 2017

 

 

 

Yorumlar