iki... üç... daha fazla Kürdistan!


'68 kuşağının gözde sloganlarından biri "... iki... üç... daha fazla Vietnam!" idi. Bu slogan anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerinin sembolü olarak kabul edilen Vietnam tipi mücadelenin, bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelere yayılarak emperyalizme ağır bir darbe vurmasını ve nihayet bir dünya devrimine yol açmasını ima ediyordu.

Amerikan dış politikası ise "domino teorisi" adını verdikleri bir ön görü ile, şayet Vietnam'daki mücadeleyi kaybederlerse bunun diğer Hindi-çini ülkelerindeki bağlı rejimlerin, domino taşları gibi ardı ardına düşecekleri korkusunu ifade ediyordu.

Tarih her iki öngörü ve beklentinin ortasından bir yerden kendi yolunu izledi... ABD Vietnam'da kaybetti; Hindiçini rejimleri peş peşe devrildi ama ortaya bir sosyalist dünya devrimi de çıkmadı!

Bugün tüm Ortadoğu coğrafyasında artık başka ideolojik, siyasal kaygılarla belirlenen ve dünyanın geleceğinin şekillenmesinde belirleyici olacak bir kader savaşı yaşanıyor gibidir.

Ortadoğu'nun iki büyük dünya savaşı boyunca fazla değişmeden kalan siyasi statüsü büşük sarsıntılarla değişiyor. Bu statü Kürt ulusunu, bölünmüş; hiçbir ulusal hakkı tanınmayan, sürekli zulüm ve  mücadele sarmalı içinde yaşadıkları bir kadersizliğe mahkum etmişti. Beşikçi bu durumu "sömürge bile olmayan" daha alt bir kategori olarak tanımlıyor.

Son 20 yıldır Ortadoğu statüsünün yeniden biçimlendiği bir süreç yaşanıyor. Statünün taşları, temel direkleri yerinden oynadıkça Kürt toplumu için de özgürlük ve kendi kaderine sahip çıkma olanakları açığa çıkmaktadır. Tüm zamanlarda Kürt ulusal hareketleri etkili bir faktör olmuşken, şimdi artık belirleyici bir faktör durumuna gelmişlerdir. Uluslararası toplum, yüzyıl boyunca görmezden gelmeyi  yeğlediği Kürtlerin özgürlükçü-demokratik talep ve istemleri karşısında daha fazla kayıtsız kalabilir mi? Kürtler Ortadoğu'nun kaderi yeniden şekillenirken nesne değil, özne olarak yerlerini almakta kararlılar.

Hemen hepsi de militarist-bürokrasiler ve ya Şeyhlikler, Emirlikler tarafından idare edilen Ortadoğu'nun totaliter rejimler iki kutuplu dünya düzleminde, kanatları altına girdikleri kampların himayesi sayesinde egemenliklerini sürdürebiliyorlardı.

Kürt ulusal hareketlerinin talihsizliği, bölünmüş bir toplumun her bir parçasının, Uluslararası kampın bir bölümünce kıskançlıkla desteklenen yerel bir diktatörlüğün pençeleri altında olmasıydı. Bu nedenle uluslararası kampların hiçbiri, Ne ABD - NATO ve nede de SSCB-Varşova paktı üyeleri Kürt ulusal hareketlerine sempati ile bakmıyor, onları müttefiklerinin güvenliğini tehdit eden ayrılıkçı, yıkıcı hareketler olarak değerlendiriyordu. Bu bölünme Kürt ulusal mücadelesinin iç yapısına da yansımış, onları biriyle çelişen talep ve yönelimler içinde çatışmacı bir zemine mahkum etmişti.

Acaba Kürt ulusun, geçtiğimiz yüzyıl boyunca mahrum bırakıldığı ve bastırılan ulusal haklarını elde edebilecek mi?

"Ulus-devlet çağı bitti" söylemi

Özellikle Türkiye'deki küreselleşme teorisyenleri, neo-liberaller ve hatta globalizmin eleştirisi üzerine yükselen eski-yeni sol ideologlar, hemen hepsi 90'li yıllar boyunca "artık ulus-devletler çağının sona erdiğini" yinelediler. Örnek olarak da ortak bir Avrupa Devleti kurulmasını gösteriyorlardı. Buna göre Kürtlerin  ulusal bağımsızlık talepleri, ayrı bir devlet kurma hakları da anlamını yitirmiş, geride kalmış oluyordu.

Ne var ki tam da bu teori sahiplerini tekzip edercesine sırf Avrupa'da, son yirmi yıl içinde 16 yeni ulus devlet bağımsızlığını ilan etti. Bunların hepsi daha önce Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi federasyonların üyeleriydi. Bu yeni ulus devletler Avrupa dahil birçok devlet tarafından hızla tanındılar. Kosova, Makedonya, Karadağ, Slovenya gibi devletlerin yüzölçümü ve nüfus olarak küçük bölgeler olduğunu da belirtmek yerinde olur.

Katalan, Bask, Irlanda gibi eski kıtanın ulusal sorunlu bölgeleri federatif statüler kazanırken, güçlü bağımsızlık isteklerinden de bir şey kaybetmediler. Dahası Britanya İmparatorluğunun güçlü ortağı İskoçya'daki bağımsızlık eğilimleri de canlandı.

SSCB'nin dağılması ardından bir dizi ülke bağımsızlığını ilan ettiğini, bir zamanlar "Kavimler Kapısı" diye adlandırılan Kafkasya'daki ulusal çatışmaları ve bağımsız devlet ilanlarını da ekleyelim...

Bütün bu gerçekliğin öğrettiği şey, daha çok Kürtlerin bağımsızlık isteklerinin anlamsız, tehlikeli ve hatta çağdışı olduğunu ima etmek üzere öne sürülen "ulus-devlet çağı bitti" tezinin aksine, tüm dünyada ulusal özgürlük ve etnik-kültürel kimliklerine sarılma sürecinin işlediğiydi. Bir yandan en önemsiz gibi görülen etnik, dinsel, kültürel farklılıklara saygı gösterilmesi talebi, diğer yandan daha özgür biçimde yeni ortak yapıların güçlendirilmesi çabasıyla birlikte yürüyebiliyor. Birbirine zıt gibi görünen ama gerçekte birbirini tamamlayan, dengeleyen süreçler...

Sonuçta yaklaşık 35 milyonluk dinamik bir nüfusa sahip oldukları halde henüz hiçbir ulusal hak ve özgürlükleri uluslararası kurumlarca tanınmayan Kürt ulusunun, kendi kaderini tayin etme çabasını "ulus devlet çağı bitti" diye ötelemenin teorik olduğu kadar ahlaki dayanağı da yoktur.

Ortadoğu'da devrimci demokrasi dinamizmi olarak Kürtler

ABD ve Koalisyon Güçleri Irak'ta Saddam rejimi devirdiklerinde ortaya bir demokrasi dinamizmi değil, din ve mezhep ayrılıklarıyla belirlenen bir kör şiddetten başka bir şey değildi. Buna karşılık yapay Irak devleti içinde zaten hep özerk varlığını bir biçimde korumayı başarmış olan Kürdistan'da özgürlükçü, demokratik ve özerk bir yapı barışçıl bir vaha gibi ortaya çıktı. Irak'taki bu deneyim Kürt toplumunun Ortadoğu'da, Türkiye, İran ve Suriye'de de özgürlükçü çoğulcu özellikler barındıran demokratik bir yapılanmanın temel öğesi olacağını gösterdi.

2010'da başlayan “Arap Baharı” adı verilen süreç, ne yazık ki devrilen diktatör rejimlerin yerine demokratik yapıların geldiği bir seyir izlemedi. Bunun yerine eski iktidar sahiplerinden daha az bağnaz ve tutucu olmayan İslami fundemantalizm ve hoşgörüsüzlüğün daha katı biçimlerinin inşası söz konusu. Yeni kurulan rejimler hızla İslami bir diktatörlük kurma peşindeler. Libya ve Mısır örnekleri karamsar bir tablo çizdi. Suriye'de üç yıldır devam eden mücadele sırasında çoğu "Muhalif"  grubun verdikleri demokrasi sınavı oldukça ürkütücü.

ABD, AB ile beraber Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi bölge devletleri tarafından da desteklenen Özgür Suriye Ordusu (FKS) ve Suriye Muhalefeti bir demokrasi ve özgürlükler programına sahip olmanın çok uzağında. Asıl güç ve savaş kabiliyeti olan gruplar Sunni, İslamci Mücahitlerden oluşuyor. El - Kaide ile bağlantılı olduğu düşünülen bu gruplardan El-Nusra Cephesi, Türkiye tarafından da destekleniyor ve özellikle Kürt bölgelerinde egemenlik kurmak için mücadele ediyor. Muhalefet Cephesi'nin bu özellikleri karşısında Hristiyan halklar, Aleviler, farklı mezhep ve inanıştan birçok etnik ve dini grup kendileri için bir gelecek görememenin korkusunu yaşıyorlar.

Dolayısıyla kimse bir diktatörlük altında yaşamak istemese de hem ortak bir demokrasi düzlemi bulunamıyor; savaş ve kaosun yarattığı çöküntü, göç, insan kayıpları yeniden birlikte yaşamanın zeminini her gün daha çok yok ediyor.

Bu durumda Kürt ulusal demokratik hareketlerinin baskın eğilim olarak seküler, modern, sosyal demokrat yapıları; Kürt federal yönetim bölgelerini Ortadoğu’nun gerçek bir özgürlük ve demokrasi alanları olarak öne çıkmaları şansı vermekte. Kürt ulusal demokratik hareketleri Ortadoğu’nun bel bağlanabilecek başat demokrasi ve özgürlük dinamiği olarak kritik roller üstlenmeye aday. Ama acaba bu rollerini oynayabilecekler  mi?

İnsanlığın ortak idealleri olan demokrasi, özgürlük ve çoğulculuk adına bu coğrafyada en umut verici ve kitlesel dinamik Kürt ulusal demokratik zemininde ortaya çıkıyor. İç dinamikleri parçalanmış, sürekli bir baskı ve savunma psikolojisi içinde şekillenmiş olsa da, Kürt toplumunun ve onun dinamik mücadele güçlerinin ortaya çıkardığı demokrasi ve özgürlük dinamizmi kendini göstermektedir.

Kürt ulusal demokratik mücadelesi, kendisiyle beraber bu coğrafyanın statü kurbanı bütün toplumlarının da devrimci-demokratik dinamiklerini de açığa çıkarma şansına sahip. Acaba geçekten bu şans ve potansiyellerini kullanabilecek mi?

 

Rojava...

Rojava... Daha birkaç ay öncesine kadar pek az kişinin bildiği ve sadece Kürt ulusal hareketi içinde kullanılan bir isimlendirmeydi. Kürdistan'ın Suriye devletinin egemenliği altında kalan Güneybatı bölgesini ifade ediyor. Kuzey parçasında bu bölge daha çok "bin xetê", yani "sınırın altı / sınırın ötesi" olarak adlandırılmaktaydı. Tıpkı 1915 Ermeni soykırımı kurbanlarının Deyr-el Zor bölgesine atılması gibi, Kürt ulusal ayaklanmaları ve direnişlerinin yoğun olarak yaşandığı 1925 -38 döneminde de Kürtlere yönelik Cumhuriyet Türkiyesi'nin katliamlarından kaçan Kürt aşiret ve aileleri için de "bin xetê" kitlesel bir sığınma alanı olmuştu. O dönemler Suriye devleti Fransız manda yönetimi altındaydı ve anti-Kürt bir politika güdülmüyordu.

Günümüzde "Rojava"  artık Türkiye'deki şovenist müellifler de dahil herkesin sakıncasızca kullandığı politik bir terminoloji olarak literatüre girmiş durumda. İlk kez Kürt hareketinin ürettiği bir kavram, politik popüler bir terim olarak bu denli yaygın kabul görmektedir. Halbuki çoğunlukla Kürt ulusal hareketi ötekileştirici, küçük düşürücü ya da reddeden, "terörist", "bölücü eşkıya" gibi tanımlamaların hedefi olur ve bunlar kullanılırdı. Önceleri "Suriye sınırımız boyunca" gibi konjonktürel zayıf bir isimlendirmeyi  yeğleyen Türk resmi söylemi de "Rojava"ya alışmış görünüyor. Belki de bölgeye içinde  kendileri için itici gelen "Kürdistan"  ve "Kuzey Suriye" yeni bir kriz ismi icat etmektense Rojava Türk toplumu için yabancı gelen bir kavram olarak yeğlenmiş olabilir. Nasıl olursa olsun "Rojava" teriminin kabullenilmesini, buradaki siyasal-toplumsal gerçekliğin kabul edilmesinin bir göstergesi olarak oldukça önemli...

Yaklaşık 2,5 milyon civarında bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilen Suriye parçasındaki Kürt toplumu bir yüzyıl boyunca Kürt ulusal mücadelesi açısından hem entelektüel ve kültürel alanda, hem de siyasal mücadeleyi besleyen destekleyen, güçlü bir  Kürt yurtseverliği barındırdı.  Baas rejimiyle Süriye egemenliği altındaki Kürtler, vatandaş olarak bile tanınmıyorlardı. Onlara Kuzey'den gelen göçmenler olarak geçici bir tanınmazlık, görmezden gelme yaklaşımı ile davranılıyordu. Buna karşılık Suriye Kürtleri diğer alanlardaki Kürt ulusal hareketlerine lojistik ve siyasal destek sağladıkları gibi; Suriye yönetimi de Kürt muhalif örgütleriyle gayrı-resmi bir ilişkiler sürdürerek bu güçleri kontrol altında tutma ve yararlanma  politikası güttü. KDP, YNK ve Daha sonra da PKK bu ilişkiler içerisinde tutulmaya çalışıldı. Suriye, Filistin örgütlerinin de lojistik arka bahçesi olduğu gibi, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, militanlarını yurtdışına çıkarmaya çalışan radikal Türk ve Kürt sol gruplarının da öncelikli toplanma alanlarından biriydi.

Rejime karşı ilk başkaldırı Kürtlerden gelmişti

Aslında Suriye'de Esad rejimine karşı özgürlük şiarıyla ilk başkaldırı Kürtlerden gelmişti.  O zamanlar ortada henüz hiçbir "bahar" esintisi yokken 12 Mart 2004'de kitlesel bir başkaldırı başlamış ve aylarca devam etmişti. Belli ki Irak'ın yanında ikinci bir cephe açmamak için Esad rejimiyle iyi geçinen müttefik güçler İsyanın kanlı biçimde bastırılmasını görmezden gelmeyi yeğlemişlerdi.

En ateşli Suriye karşıtı rolüne geçen Türkiye yönetimi ise o günlerde Esad ailesiyle en samimi neredeyse "tek devlet" olacağız noktasına kadar varan ilişkiler geliştiriyordu.

2011'de de rejim karşıtı gösterilerin fitili yine Kürt yerleşim bölgelerinde atılmıştı. Buna karşılık Kürtlerin genel olarak Suriye muhalefetine de mesafeli yaklaşmaları, onları "rejim yanlısı" olmakla suçlama kolaycılığına dönüşebildi. Bu suçlamalarda Kürt yerleşim bölgelerinde etkili bir güç olan PYD'nin, PKK önderliğine bağlı olması ve bu vesileyle Esad rejimiyle bir bağlantı kurma görüşleri yatıyordu. Gelişmeler Kürt örgütlerinin ne Suriye muhalefeti içinde ne de eski rejimle bir gelecek kuramayacaklarını 3. bir yol izlemelerinin akılcı olacağını gösterdi.

Kürtlerin 3. yolu

Suriye muhalefeti içine katılarak gelecek arayan Kürt grupları açısından zamanla bu platformlarda ciddi bir ilerleme sağlanamadığı görüldü. Sürgündeki grup liderleri ve diplomatik misyon sahibi politikacılardan oluşan muhalif yapılanmaların ise alanda herhangi önemli bir temsil ve kitle gücüne sahip olmamaları, Irak'taki gibi doğrudan bir askeri müdahale sonrası bürokratik mekanizmalarla yönetimi devralacağını düşünen bu yapıları anlamsız kıldı.

Dolayısıyla kendisine 3. bir yol, yani ne Esad rejimiyle ne de FKS ile çatışmayan ama daha çok bölgesel hakimiyet politikası seçen PYD'yi güçlendirdi. Herne kadar PYD, ağırlıklı bir güç olarak öne çıksa da bölgede köklü bir geçmiş prestije sahip olan KDP yanlısı gruplar da bulunuyordu.  Bu güçler arasındaki çatışma veya işbirliğinin bölgenin kaderini etkileyeceğine kuşku yoktu. Ki halen  öyledir. Güney Kürdistan Federal bölgesinde konuşlanan PKK gerilla karargahına rağmen, geçmiştekinin aksine 2000'li yıllar boyunca aralarında çatışmasız v e barışçıl ilişkiler bulunması Rojava'da da benzer ilişkiler için bir model oluşturdu.

Burada bölge başkanı Barzani'nin Kürtler arasında bir daha asla çatışmaya geçit vermeyeceklerini belirten, barışçıl v e işbirliğine yönelik politikasının  yapıcı bir rol üstlendiğine dikkat çekmek yerinde olur. Sonuçta halen sorunlu ve  çekişmeli bir biçimde yürüse de ortak bir Kürt Ulusal Yüksek Konseyi oluşturulması, 2012'de tüm sınır boyunca bulunan yerleşim birimlerinde Kürtlerin yerel yönetimleri ele geçirmesiyle sonuçlandı.

Bu durumun Türkiye'ye son derece rahatsız ettiği, ama önlemek için de elinde askeri anlamda fazla bir seçenek bulunmadığı söylenebilir. FKS'ye katılmadığı için PYD'yi "Esat yanlısı" ilan eden Türk propagandasına, El-Nusra gibi örgütleri özellikle bu birimlerin kontrolü ele geçirmesi için teşvik etmesine rağmen durum hiç de beklentileri gibi gitmiyor. PYD güçleri kontrollerini daha çok artırıyorlar.

Bu durumda Türkiye siyaset yolunu da kullanarak PYD'yi  doğrudan etkileyecek seçenekler üzerinde çalışmakta olduğunu görülüyor. Dahası bir çok siyasi gözlemci bu yıl PKK lideri Öcalan ile MİT yetkilileri arasında süren ve somunda "barış ve çözüm süreci" olarak ortaya çıkan mutabakatın itici güçlerinden başlıcasının Suriye'deki durum olduğu konusunda hemfikirler.

Ben de bu görüşe yakın duruyorum; Erdoğan hükümeti kendi iç politika ajandasını açısından (Örneğin yeni Anayasa, Başkanlık sistemi ve üç önemli seçimden başarıyla çıkmak) , Kürt muhalefetini olabildiğince pasifize etmeye ihtiyaç duymakla birlikte; dış politika hamlesi olarak Suriye konusunun kendi lehlerine çözülmesine stratejik yaşamsal bir önem v eriyor. Bunun için de savaşçı ve kitlesel tabanı olan bir güç olarak PKK'nin yedeklenmesi, oyalanması ve en azından karşı bir aktör durumundan çıkartılmasını ö nemli gördüğü açık.

Hiçbir ciddi adım atmadan, sadece Öcalan'a görüşme kolaylıkları sağlamakla bu konsepti ne kadar sürdürebileceği tartışmalı olduğu; Uluslararası konjonktür de Suriye muhalefetinin korkutucu profili nedeniyle Suriye'de bir çözüm hiç de yakın olmadığını ve bu süreçte istikrarlı, demokratik - özgür bir alan olarak Rojava'nın (tıpkı Kürdistan Federal Bölgesi gibi) uluslararası bir meşruiyet bulmasıyla sonuçlanabilir.

Yalnızca Kürtler değil, tehlikedeki tüm etnik ve dinsel topluluklar  için gelecek

Kürtlerin özgürlük alanı açması bakımından tüm bu olumlu gelişmelere karşın, bölgenin multi-kültürel, çok uluslu, çok dinli yapısı daha hassa bir demokratikleşme programıyla yürümeye ihtiyaç duyuyor. Kürt, Asuri-Süryani, Ermeni, Sunni ve Alevi Arap (Nusayri) tüm kesimlerin eşit hak ve özgürlüklere sahip olacakları bir program...

Kürt yönetimlerinin oluştuğu yerlerde "Kürtleştirme" değil "özgürleştirme" programı yürütülmesini çok önemli ve ayırt edici buluyorum. Bu, Kürt halkı kendisini özgürleştirirken, kendisiyle beraber bölgenin en eski ve yerleşik halklarını, etnik gruplarını, inançlarını ve kültürlerinin de özgürleşme koşullarını yaratmasını ifade eder. Yaşadığımız coğrafya üzerinde binlerce yıl tarihin en-eski medeniyetlerinin parlayıp söndügü, çeşitli uluslar, kültürler, din ve inançların yaşadığı, ama şimdi ayakta kalma mücadelesi verdikleri ortak bir vatandır aynı zamanda. Yanı başında ezilen, ayrımcılık ve haksızlığa uğrayan kimlikler bulundukça kendisinin de özgür olamayacağını en bariz biçimde yaşayan Kürt toplumunun ancak ortak bir özgürlük havasında kendisini de özgür kılabilir.

Barış ve demokrasi ortamının idamesi ancak ve aynı zamanda halklar, etnik ve dini gruplar, kültürler arasında demokratik ve çoğulcu  ilişkiler kurulmasıyla olanaklıdır.

Bir zamanlar özerk bir Kürdistan bile hayal olarak görülürdü. Yaşanan gelişmeler öyle gösteriyor ki Kürtlerin özerk, federatif ya da bağımsız ama birden çok Kürdistan'ı olacak...

Recep Maraşlı

Eylül 2013 / Gelawej.net

Yorumlar