Taraf Gazetesinde üç gün boyunca yayınlanan Neşe Düzel - Taner Akçam''la söyleşisi
oldukça yankı yarattı.[2] Kürt sorunu, Özerklik, PKK, Öcalan,
Ermeni Soykırımı, demokratikleşme gibi birçok kritik başlıkta yürüyen bu söyleşi
üzerine sitelerde, forumlarda, mail gruplarında hararetli tartışmalar yaşandı.
Akçam''ın "Otonomi çerçevesinde bir çözüm Türklerle Kürtler arasında
kitlesel katliamlara zemin hazırlar, Kürt özerk bölgesinin kurulması, çatışma
getirir." görüşü Kürt aydın ve siyasi çevrelerinde tepkiyle karşılandı. Bu
bir öngörü mü, uyarı mı, yoksa tehdit mi, soruları soruldu. İsmail Beşikçi, Akçam''ın
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını Türkiye''ye endeksleyen yaklaşımını
eleştiren bir yazı yazdı. Kadir Canbek ve Hüseyin İnan''ın yazılarında da bu
konudaki eleştiriler yer alıyor.
Bırakalım bağımsızlığı, bölgesel özerkliğin dahi tehlikeli bulunması, bir öngörüden
çok "vatanın ve milletin bölünmezliği" ilkesini ima etmekte. Radikal
devrimci süreçlerden, akademik disiplinlerden geçmiş, resmi tarih anlayışının dışında
durmaya çalışan özgürlükçü bilim insanlarında bile, Kürt kimliğini Türk kimliğiyle
eşit haklara sahip bir nitelik olarak kabul edemeyen bir anlayışın olması umut
kırıcı...
Bu konu üzerine yeni bir şey söylemeyeceğim. Fakat bu yazımda Akçam''ın
soykırım süreciyle ilgili tespit ve çözüm önerilerine dikkat çekmek istiyorum
Akçam''ı eleştiren birçok arkadaşta şu ortak noktayı fark ettim: O''nun
"Ermeni soykırımı konusundaki duyarlılığıyla, Kürt sorunu hakkında söylediklerinin
birbiriyle çeliştiği" görüşü hakim. Bence Akçam''ın Ermeni soykırımı hakkındaki
kimi tespit ve çözüm önerileri de en az Kürt sorunu hakkındaki çözüm önerileri
kadar sorunlu... Her ikisinde de Türk devletinin temel statik değerleri
korunmak şartıyla, akılcı biçimde revize edilmesi için geliştirilen görüşler öne
çıkıyor... Bu anlamda kendi kendisiyle de uyumlu.

Atatürk''ün tavrı soykırım konusunda bir referans olabilir mi?
Şu soruyla başlayayım;
"Biz", Taner Akçam''ın dediği gibi Ermeni soykırımı meselesinde
"Atatürk’ün izinden gidebilir"sek nereye varırız?
Akçam, 1915 soykırımı konusunda "Atatürk''ün izinden gitmeyi"
tavsiye ediyor, "bunun iyi bir başlangıç olabileceğini" söylüyor.
"M. Kemal bizim bu noktada büyük bir şansımızdır." diyor. Doğrusu bu
bana, Türkiye''nin yaşadığı bütün sorunları "Atatürk''ün yolundan sapmış
olmakla" açıklayan tipik Kemalist görüşü anımsattı. Ya da bürokrasiyi bir şeyler
yapmaya cesaretlendirmek için Atatürk''ün hemen her konuda söylediği bir-iki sözü
öne çıkararak referans haline getiren Kemalist-sol ilerlemecileri... Bu tavrın
"Cumhuriyetçi"ler dışında artık rağbet görmediğini sanıyordum: Akçam''ın
"fazahat"la ortaya çıkması oldukça düşündürücü. Acaba
"resmi Atatürkçülük" ve "sol-Kemalizm" versiyonlarından
sonra şimdi de liberal bir Neo-Kemalizm yorumuyla mı karşı karşıyayız?
Örneğin Prof. Baskın Oran da, Taraf''ta yayınlanan bir söyleşisinde günümüzün
"ulusalcı-Kemalistleri"ni eleştirirken "...bunlar Batıcı değil.
Bunlar Kemalist değil. Bunlar statükocu. ... M. Kemal gelse bu
Kemalistleri sopayla kovalar." [3]
demekteydi. Acabai "iyi-Kemalistler", "kötü-Kemalistleri"
M.Kemal''in sopası ve sözlerine referans yaparak kovmayı mı düşünüyorlar! Doğrusu
"Türk" düşünce hayatı için dramatik bir durum...
Prof.Akçam, Ermeni soykırımı konusunda akademik araştırmalar yapan, bu
konudaki literatüre ve belgelere vakıf olan bir bilim adamı. 1915 soykırımını
gerçekleştiren siyasi iradenin, İttihatçı kadroların, Türkiye Cumhuriyeti''nin
kuruluşu ve devamındaki rollerini gayet iyi biliyor. Bugünün Ergenekon''uyla İttihatçılığın
birbirinin devamı olduğunu söylüyor. Ne var ki aralarında böyle sıkı bağlar ve
tarihsel devamlılık olduğunu ifade etmesine rağmen, Akçam''ın bu bütünlük içinden
özenle seçerek temizlemeye çalıştığı bazı kavram ve simgeler dikkat çekiyor:
"Atatürk", "kurtuluş savaşı", "misak-ı
millî", "Anadolu" gibi bugünkü siyasal statükonun taşıyıcı
kolonları, resmi ideolojinin, Kemalizmin temel kavramları bunlar.
Akçam tüm söyleşi boyunca, Düzel''in yerinde soruları karşısında yoğun biçimde
Atatürk''ü soykırım sürecinin dışında tutmaya, onun farklı ve karşı bir duruşu
olduğunu anlatmaya çalışıyor. M.Kemal''in "1915''e ne katıldığını, ne de
tasvip ettiğini" söylüyor; "İttihatçı önderleri “katiller” diye tanımladığını,
yargılanmalarını istediğini, Onlarla arasına ciddi bir mesafe koyduğunu" söylüyor.
Soykırımın, İttihatçı kadrolar tarafından gerçekleştirildiğini, bu kadroların
birçoğunun "kurtuluş savaşı"na biraz da zorunlu olarak katıldıklarını
ve böylece Cumhuriyet''in kuruluşunda etkili bir pozisyon sahibi olduklarını,
ama tüm kurucu kadroların soykırımdan sorumlu tutulamayacağını; örneğin Mustafa
Kemal ekibinin İttihatçılar içinde muhalif bir kanat olduğunu belirtiyor.
Atatürk, soykırımın dışında ve ona karşı ise "1915 katliamcıları,
Osmanlı Meclisi’nde yargılanabilmişken, neden Cumhuriyet döneminde ise bu
konuda hiç yargılama olmadığı" gibi Neşe Düzel''in yönelttiği önemli
bir soruya ise Akçam, sorumluluğu Sevr''de Misak-ı Milli''yi kabul
etmeyen "Batılı güçlere" atarak şöyle yanıt vermekte:
" ... çünkü Batılı güçler, Türk milliyetçilerinin teklifini kabul
etmediler. Ankara’daki milliyetçi hareket, İttihatçıların, Ermeni soykırımı
katillerinin ve suçlularının yargılanmasını, Misak-ı Milli için ödenmesi
gereken bir fiyat olarak gördü ve yargılamayı destekledi. Ama 1920 nisanında
Sevr Antlaşması ortaya çıktı. Yani Misak-ı Milli kabul edilmedi, Sevr,
Anadolu’yu parçalara böldü. Sonuçta bugünkü sınırlarımız ancak savaşarak elde
edildi. İşte Sevr’le birlikte, Ankara, 1915’in yargılanmasından vazgeçti."
Bu anlatımdan Akçam''ın "Misak-ı Milli" sınırlarını Türk
milliyetçiliğinin doğal bir hakkı olarak gördüğü, ona "savaşarak elde
edilmiş bugünkü sınırlarımız" diyerek sahip çıktığı görülüyor. Bu sınırlar
içinde "özerk bölgeler" oluşmasının "katliamlara zemin hazırlayacağı"
uyarısı da böylece yerine oturmakta. "Misak-ı Milli" sınırları
ile "Anadolu" kavramlarını örtüştürülmesi ve Türk resmi
ideolojisinin temel reflekslerinden biri olan Sevr karşıtı söylemler de dikkat çekici.
Atatürk''ün ve Kemalist kadroların İttihatçı''larla arasına koymaya çalıştığı
gerçek bir mesafe var mı? Cumhuriyetin kurucu kadrolarının ve yönetici elitinin
gövdesi, İttihat-Terakki üzerine kuruludur. Savaştan yenilgiyle çıkmış bir
devlet yönetiminde dar bir yönetici kadronun tasfiye olması çok doğal. Diğer söylemler
ise savaş döneminin hukuki sorumluluklarını üstlenmemek için yapılmış zorunlu
bir reddiyeden ibarettir. Kurnazcadır; ulusal olarak elde edilen kazanımları
sahiplenir, ama suçları, sorumlulukları onlara bırakır. Maddi ve manevi bağlarını,
ideolojik sürekliliğini ise korur; çünkü hepsi Osmanlı - Türkiye siyasi iktidarının
belirleyici yöneten sınıfı askeri-bürokratik oligarşinin unsurlarıdır.
Atatürk''ün 1915 soykırımı ile ilgili yaklaşımı tamamen bunun siyasi
faturasını ödeyip ödememekle ilgilidir. Daha ağır siyasi sonuçlarla karşılaşmaktansa
[Örneğin bir Ermeni devleti ile...] bazı İttihatçıların yargılanmasını hayırlı
görmesi, üstelik onların tasfiyesi kendi kadrolaşmasının önünü de açacağı için
hararetle desteklemesi anlaşılabilir bir şeydir.
Mustafa Kemal''in 1920''lerde bu yargılamalara karşı çıkmaya başlamasının
Sevr''le ilgili olduğu tespiti doğrudur. Çünkü Sevr antlaşması Osmanlı
imparatorluğunun egemenliğini olabildiğince sınırlayan bir antlaşmaydı. Onlar
ise, bazı insanlar yargılanarak feda edilmesine karşılık Osmanlı iktidarının
1918 Mondros ateş-kes antlaşmasının yapıldığı tarihteki tüm alanlarda eskisi
gibi sürmesini bekliyorlardı.
Ne var ki Akçam''ın Sevr antlaşması değerlendirmesi, 1915''i en azından
"insanlığa karşı işlenmiş büyük suçlar" olarak değerlendiren birisi için
oldukça sorunludur. Atatürk''ün, Sevr nedeniyle soykırımcıları sahiplenmek
zorunda kaldığı gibi mazur görücü, savunucu bir yaklaşım göstermektedir.
Sevr neden "kötü", Lozan neden "iyi"dir?
Burada ilginç olan nokta, Akçam''ın da Sevr konusunda tıpkı
"Ankara''daki Türk milliyetçileri" gibi düşünmesi, onlara hak
vermesidir. Zaten "Misak-ı millî"nin ve Lozan''ın savunulması, sağdan
sol''a, liberalden, muhafazakar''a tüm "Türki" düşüncenin ortak
paydası, neredeyse amentüsü gibi... Neo-Kemalistlerin ulusalcıları "statükocu"
olmakla eleştirirken, Türkiye''nin temel statik değeri olan Lozan ve Misak-ı
millî''ye kıskançlıkla bağlı kalmaları; "statükocu" tartışmalarını
kayıkçı kavgası haline getirmektedir.
Bir yanda Sürgün-soykırım, etnik arındırma gibi insanlık suçlarını eleştirip,
diğer yandan da bu eylemlerin dolaysız siyasi ürünleri olan "Misak-ı
Milli" sınırlarını, Lozan statükosunu savunmak tutarsızdır.
Örneğin Akçam, " Sevr, Anadolu’yu parçalara böldü. Sonuçta bugünkü
sınırlarımız ancak savaşarak elde edildi." diyor; "
Eğer Misak-ı Milli İngiltere tarafından 1918-19’da baştan kabul edilseydi,
1918''den 1922''ye kadar beyhude kan dökülmezdi" diyor, " bu konunun
tıkanmasında Batılı güçlerin de büyük sorumluluğu var." diyor...
İngiltere ve müttefiklerinin Sevr''den vazgeçip Lozan''da anlaşmalarında
1917 devriminin yayılma tehlikesine karşı, Ankara Hükümetiyle uzlaşarak, Bolşevizmi
barajlama düşüncesinin belirleyici bir rol oynadığını birçok platformda tartışmıştık.
Şöyle bir soru soralım:
"Sevr antlaşması neden ''kötü'', Lozan antlaşması neden
''iyi''dir?"
Her ikisi de ister "Batılı devletler", "ister
"emperyalistler arası" jargonunu kullanalım statükoyu tespit eden
uluslararası anlaşmalardır. Her ikisinde de Osmanlı - Türkiye hükümetlerinin
onayı vardır. O halde sorun içerikleridir.
Sevr ve Lozan''ı karşılaştırdığımızda Sevr antlaşmasının Lozan''a göre
demokratik ve hakkaniyetli olduğu görülür.
Osmanlı İmparatorluğu''nun bağımlı halkları Ermeniler, Kürtler ve Asuriler,
Paris''teki barış görüşmelerine taraf olarak katılmışlarken, bu ulusların
temsilcileri Lozan''da dışlanmışlardır. Sevr antlaşması bu ulusların temsilini
kısmen de olsa sağlamışken, Lozan onların iradesini tümüyle gasp etmişti.
Sevr, Ermenistan ve Kürdistan devletleri kurulmasını tanıyan ilk ve tek
anlaşmadır.
Ön Asya, Batı Ermenistan ve Kilikya''daki Ermeni nüfus yoğunluğu 1915 sürgün
ve soykırımıyla yok edilmişti. Rusya''nın işgali altında kalan Batı Ermenistan
toprakları ise, Rusya''nın savaştan çıkmasından sonra 1918''de Osmanlı 3.
Ordusu tarafından [silah bırakma antlaşmasına da aykırı olarak] yeniden işgal
edildi. Bolşeviklerle Ankara hükümetinin Kars ve Moskova''da kendi aralarında
hem Brest-Litovsk ateşkesine, hem de ulusların kendi kaderini tayın hakkı
ilkesine aykırı olarak, Ermeni toplumunun iradesini dışlayarak yaptıkları ikili
anlaşmalardı. Osmanlı ordusunun Bakü dahil Güney Kafkasya''yı işgal ederek
Ermeni toplumunun soykırımdan kurtulabilen küçük bir bölümünü de yutması
tehlikesine karşı, Ermeni önderlikleri Bolşevik önderliğindeki sosyalist
federasyona katılmayı yeğlediler.
Sevr, bağımsız bir Ermenistan devleti olanağını tanımıştı. Böylece yaklaşık
kırk yıldır Osmanlı yönetiminin söz verip de bir türlü uygulamadığı, nihayet o
ulusu topyekün sürgün ve kırımla ortadan kaldırarak da sonuçlarından kurtulmak
istediği Ermeni islahatı''nı bir özerklik ve bağımsızlık
projesi ile sonuçlandırılmış; tehcir ve kırım politikası boşa çıkarılmış
oluyordu.
Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları Osmanlı yönetimi altındaki 6 idari bölgede
reform yapılmasıyla ilgili ilk karar, 1885 Berlin Konferansı''nda alınmıştı.
Osmanlı yönetimi reform yapmak yerine, Ermeniler üzerindeki siyasi baskıları
artırıp, pogromlara yönelince, geçen dönem; diplomasi ile silahlı mücadelenin
karşılıklı yer değiştirdikleri çatışmalı bir sürece evrilmişti.
Buna karşın sonuçta Ermeni Reformu 1. Dünya savaşının başlamasından
8 ay önce Şubat 1914''te İngiltere-Fransa, Rusya ve Almanya''nın da onayı ile
Osmanlı Devleti tarafından kabul edildi. Rusya ile Osmanlı Devleti arasında
[Rusya adına maslahatgüzar Gulkeviç ve Osmanlı adına Sadrazam
Sait Halim Paşa] imzalanarak yürürlüğe giren, ama kamuoyundan gizlendiği
gibi, asla pratiğe de geçmeyen bu anlaşma, özünde bir Özerklik sözleşmesidir.
"Vilayat-ı Sitte" adı verilen 6 ilde (Trabzon, Sivas, Erzurum, Van,
Bitlis, Harput) her halkın kendi dilini [Ermenice, Kürtçe, Arapça vd..]
mahkemelerde, eğitim kurumlarında kullanabilmesi; resmi olarak geçerliliği
kabul edilmekteydi. Her toplum kendi okullarını idare edebilecek, il yönetimlerine
nüfusu oranında katılabilecekti. Bir yılı geçmeyecek bir süre içinde nüfus sayımı
yapılacak, her türlü din, dil ve ulus tespit edilerek İl Meclis ve Encümenlerindeki
temsil oranları saptanacaktı. Bu süre içinde Van ve Bitlis vilayetlerindeki yönetimin
yarı yarıya Gayri-Müslimlerden oluşması kabul edilmişti. Uygulamanın
uluslararası denetimi için iki bölge müfettişliği kurularak, Norveçli
Bnb. Hoff ve Hollandalı Westenek müfettiş
olarak görevlendirilmişti.[4]
Anlaşma "Ermeni Reformu" olarak tanımlamasına rağmen, yalnız
Ermenicenin değil, Kürtçe''nin resmi kullanımını kabul etmesi ve nüfus sayımında
her türlü dil, din ve ulusun saptanması gibi maddeleriyle Kürt ulusal haklarının
coğrafi temelde belirlenmesinin de önünü açmaktadır. Keza aynı haklar
Pontuslular, Asuri-Süryani toplumları için de geçerliydi.
"Vilayat-ı Şarkiyye islahatı" anlaşmasının, günümüzde bile tartışması
süren "Kürt sorununa çözüm" konusunda oldukça ileri hükümler taşıdığı
açık.
TTK eski başkanı Halaçoğlu, "Ermenilere adeta bağımsızlık
veren antlaşma" olarak nitelediği Ermeni Reformunu "Savaşın sona
ermesinden sonra, bağımsız Ermenistan demek" olacağını ve savaşın çıkmasıyla
Osmanlı devletinin bu anlaşmayı uygulamaktan kurtulmasını olumlamaktadır. [5] Bir farkla ki, bu reform metni iptal edilmekle kalmamış,
daha sonraki yıllarda gündemleşme ihtimalini de tamamen ortadan kaldırmak üzere
Ermeni, Pontus, Asuri-Süryani nüfusu, bu savaş sırasında sürgün ve soykırımla sıfırlanmaya
çalışılmıştı.
Sevr''de ortaya çıkan hükümlerin en az kırk yıllık diplomatik ve siyasi bir
mücadelenin, Ermeni ulusal hakları üzerine yürütülen pazarlık ve çekişmelerin
sonucu olduğu açıktır. Lozan, bu hakları ve imzalanmış sözleşmeleri değil; İttihat
Terakki ve Kemalist yönetimlerin yaptığı etnik arındırma politikasının sonuçlarını
onaylamıştır.
Lozan ise, utanç verici bir biçimde, Ermenilere karşı işlenmiş olan tüm
insanlık ve savaş suçlarının üzerini örtmüştür. Tüm halkı, ülkesi, tarihsel,
maddi ve manevi tüm varlığı elinden alınan bu halka, İmparatorluğun büyük
kentlerinde [o da daha sonra kendilerine zehir zıkkım edilecek olan] bir "azınlık"
statüsü uygun görülmüştü. Ermenistan ancak, 1991''de SSCB''nin dağılmasından
sonra doğudaki küçük bir parçasında bağımsız bir devlet haline gelebildi.
Sevr antlaşması, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını da tanıyan ilk
ve tek uluslararası antlaşmadır. Kürtlerin bağımsız devlet olabilme haklarını
tanıyordu. Lozan ise, bu hakkı tanımak bir yana, Kürt halkının varlığını
bile inkar eden, Kürdistan''ı bölen, Kürt toplumunu statüsüzlüge mahkum eden
bir anlaşmadır.
Dünya daha sonra 1941-45 ''de ve 1990''lı yıllarda iki büyük alt-üst oluş
yaşanıp, siyasi sınırlar değiştiği halde, 35 milyonluk büyük, dinamik bir nüfusa
sahip olan Kürt ulusunun hakları halen hiçbir uluslararası sözleşmede
zikredilmemektedir.
Bu açıdan bakınca Kürt ulusal hareketleri ve politikacılarının Sevr''i
referans olarak kullanmamaları, hatta çoğu zaman Türk politikacılarından daha aşırı
biçimde Sevr''e karşı olduklarını, Sevr''in Anadolu''yu bölüp parçaladığını, Türklerle
Kürtlerin birlikte mücadele ederek Sevr''i tarihin çöp sepetine attıklarını söyleyerek
övünmeleri şaşılacak bir durumdur.
Lozan''da Devletsiz ve ulusal haklarından yoksun bırakılan sadece Ermeniler
ve Kürtler değildi. Sevr''de Asuri-Süryani halkının hakları da tartışılmasına
ve çözümler ortaya konmuş olmasına rağmen; Lozan onları "azınlık"
olarak bile hesaba katmadı. "Türkiye Cumhuriyeti" ilan edilir edilmez
yaptığı ilk askeri operasyon Hakkari bölgesinde yaşayan Nasturilere karşıydı.
Lozan anlaşması henüz masadayken, Ankara hükümeti, 1924 yılında Nasturi
toplumunu muhtemel sınırların ötesine atmak için tedip ve tenkil harekatına
girişti. Aşiretleri daha Güneye öteledi. Böylece imza aşaması geldiğinde
"Misak-ı Milli" sınırları içinde hakları ileri sürülebilecek bir
Nasturi halk kitlesi bırakılmamış oluyordu.
Lozan, tarihin derinliklerinden gelen Önasya ve Pontus''taki Rum varlığının,
maddi-manevi, toplumsal miraslarının 1912-22 arası son on yıl içinde sürgün,
soykırım ve insanlık suçlarıyla yok edilmiş olmasını onaylayarak, onlara da
kendi anavatanlarında "azınlık" olarak barınma hakkı bahşetti, ki ne
büyük lütuf(!).
Sevr antlaşması da demokratik hak ve özgürlükler açısından örnek bir sözleşme
olmaktan uzaktır, ama Lozan''la kıyaslanamayacak kadar daha adil ve
hakkaniyetlidir.
Sürgün-Soykırım ve Türk ulus devletini açıklayıcı bir kavram: "Misak-ı
Millî"
Akçam, Sevr''i eleştirirken onun "Anadolu’yu parçalara böldüğünü"
söylüyor.
"Anadolu''nun bölünmesi" söylemi tipik bir Türk resmi tarih söylemidir.
"Anadolu" ulusal bir coğrafyayı tanımlamaz; Etimolojik olarak
"Ana tanrıçaların dolu olduğu yer" gibi uyduruk bir Türkçe anlamı da
yoktur. Kelimenin doğrusu "anatoli"dir ve Yunanca "doğu"
demektir. "Anatolia" da Bizans''ın başkenti Konstantinopol''un
doğusunda kalan tüm topraklar için Bizanslı tarihçi ve coğrafyacılarca kullanılmıştır.
Türk resmi görüşü ise "Anadolu" derken buraların aslında Yunan,
Ermeni, Asuri, Kürt vd. halkların yurdu değil de "binlerce yıllık Türk
yurdu" olduğu iddiasıyla, onu "Misak-ı Millî" sınırları
yerine kullanmaktadır. "Anadolu" ve "Rumeli"
kavramları özünde Misak-ı Millî"nin "bölünmez bir bütün",
"Türk vatanı" olarak tahayyül ettiği sınırları tanımlar. "Türkiye"
veya "Misak-ı Millî''nin siyasi ağırlıklı vurgusuna karşılık, "Anadolu"nun
daha sivil, çoğulcu ve kapsayıcı bir vurgusu olduğu varsayılmaktadır.. Oysa
Bizans''tan beri kullanıldığı şekliyle bile "Anadolu" etnik homojenliğe
sahip bir coğrafya değildir.
İster "Anadolu ve Rumeli" densin, ister Misak-ı Milli sınırları
densin, yüzyıllar boyunca işgal ve fetihlerle desteklenen Türk ve Müslüman
yerleşimleriyle daha da heterojenleşen bu alanlar "milli" bir Türk yoğunluğu
barındırmaktan uzaktır. Bünyesinde Trakya, Küçük Asya, Pontus, Kapadokya,
Kilikya, Batı Ermenistan, Kürdistan, Lazistan ve Asur gibi pek çok kadim ülkeyi;
Grekler, Pontuslu Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Asur-Süryaniler gibi bölgenin
en-eski yerleşik halklarını, kültürlerini barındıran çok uluslu, çok kültürlü, çok
dinli, geniş, tarihsel mekanlardan bahsediyoruz.. Anadolu veya Misak-ı
Milli sınırları tarihsel birçok ülkeyi, ulusu, etnisiteyi, kültürü yutan
"Türklere ait" hale getiren, yutucu bir kavramdır.
"Misak-ı Millî" sınırları, Osmanlı İmparatorluğu''nun yenilgisi
ve dağılması kesinleştiğinde Türk milliyetçilerinin [daha doğrusu iktidarı her
zaman elinde bulunduran ve bu kez de siyasi iktidarına temel oluşturmak üzere
yukarıdan aşağı doğru bir Türk milliyetçiliği inşa etmeye çalışan militarist-bürokratik
oligarşinin] kafalarında tahayyül ettikleri Türk vatanı haline getirebildikleri
kadar genişlikte bir Osmanlı toprağını ifade eder.
1920''de Osmanlı Meclis-i Mebusan''ı tarafından kabul edilen ve barış görüşmelerinde
Türk tarafının "kırmızı çizgilerini" saptayan bu "Milli
yemin" metninde Türkiye''nin ulusal sınırları olarak 1918 Mondros antlaşması
sırasında Osmanlı yönetiminde bulunan tüm mekanlar kastedilmektedir. Bu bakımdan
net bir sınır çizgisi yoktur. Nitekim Karabekir Paşa komutasındaki Osmanlı 3.
Ordusu, ordularını terhis etme ve silahlarını bırakma şartına rağmen; 1918 yılından
sonra Trabzon''dan başlayıp Erzincan, Erzurum ve Kars''a kadar tüm Pontus
ve Batı Ermenistan''ı yeniden işgal ederek Misak-ı Milli [bugünkü
deyimiyle Anadolu] sınırlarını genişletmişti. 1917 Ekim devrimi sonrasında
buralarda oluşan ve Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin, Türklerle beraber temsil
edildiği Trabzon, Erzincan, Oltu ve Kars Şura [Sovyet] hükümetlerini de ortadan
kaldırmıştı.
Örneğin, "Musul Vilayeti" olarak adlandırılan ve Kürdistan''ın güneyi
ile kadim Asur topraklarını içine alan bölge de "Misak-ı Milli" içinde
sayılıyordu.
Bu kadar çok ve çeşitli etnik topluluk, ulus, din, kültür ve ülkeleri barındıran
çoklu bir alan, nasıl oldu da sadece "Türk ve Müslüman" unsuruna
dayalı, "Tek ulus, tek vatan, tek bayrak ve tek ideoloji" altında
totaliter-üniter bir Türk ulus devletine dönüştü?
Açıktır ki, 1915 soykırımı olmasaydı; sürgün ve katliamlarla yürüyen etnik
arındırma politikaları olmasaydı; Anti-Rum ve Anti-Ermeni temelde bir Türk
milli mücadelesi verilmeseydi; Kürt ve Kafkas-Balkan göçmeni halkların zorla Türkleştirilmeleri
politikaları uygulanmasaydı; belki bugünkü Türkiye olmayacaktı veya en azından
bugünkü sınırlar içinde olmayacaktı.
"Misak-ı Milli" alanı "gayrı-milli unsurlardan" böylece
temizlenmiş, asker-sivil bürokrasinin vesayet ettiği Türk hakim sınıfları adına,
ulus-devlet iktidarına temel oluşturacak homojen bir etnik-kültürel yapı ancak
böyle kurulmaya çalışılmıştır.
Bu soruların cevabı bize 1915 soykırım sürecini de, bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti''nin siyasal yapılanmasını da, yaşanan ulusal sorun ve çatışmaların
kaynağını da, aralarındaki derin ilişkiyi de açıklar.
Etnik-kültürel homojenleştirme bu denli hızlı, kesin ve sonuç alıcı biçimde
ancak Savaş koşullarından yararlanılan bir soykırımla gerçekleştirilebilirdi.
1915 Soykırımı, aniden gelişen bir "felaket" veya
"mukatele" değil; bu alanı tehcir, tenkil ve
katliamlarla "Milli bir çekirdek vatan" haline getirmek amacıyla
yürütülmüş öngörülü bir homojenleştirme siyasetinin bir sonucudur. Tepe noktası
1915 olan bu etnik yok etme politikasının öncesi de vardı, sonradan da çeşitli
yöntemlerle devam etmiştir...
TC''nin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 2008 yılında 10
Kasım törenleri için bulunduğu Brüksel''de yaptığı basın toplantısında "Bugün
eğer Ege''de Rumlar, Türkiye''nin pek çok yerinde de Ermeniler yaşamaya devam
etseydi, acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?" diye
sorarken, istemeden de olsa bu gerçeği itiraf etmiş oluyordu.
Akçam''la ayrıştığımız temel nokta; 1915 soykırımı ile Hıristiyan
halklardan boşaltılan bir alanının, milli Türk devleti kurmaya uygun hale
getirilmesi ve bunun "Misak-ı Milli" sınırlarını hazırlamış olduğudur.
Kemalist iktidar bu mirası hem siyaseten, hem fiilen sürdürerek milli bir
devletle sonuçlandırmıştır. "Misak-ı Milli" her iki süreci birleştiren
bir kavramdır. 1915 Soykırımın inkar edilmeszinin nedeni Cumhuriyet döneminin
basit bir öngörüsüzlüğü değil, TC devletinin meşruiyet temellerinin sorgulamasına
izin vermemektir.
Sorun, çok uluslu, çok etnikli, çok dinli, çok kültürlü bir toplumsal yapıyı
zorla homojenleştirerek bir Türk ulus devletine dönüştürme politikalarında
duruyor. İttihatçılar ve Kemalistler ardı ardına bu ortak milli politikayı yürütmüşlerdir.
Konu bir takım "kötü adamların", "kötü politikacıların"
hatası değildi.
Keskin sınırlarla belirlenmiş "milli vatan"lar, içine aldıkları
ve dışında bıraktıkları etnik, dinsel kültürel, toplumsal yapılar için her
zaman büyük acıların kaynağı olmuştur; ama "Misak-ı Milli" hepsinden çok
daha fazla böyleydi.
"Türk kurtuluş Savaşı" Efsanesi
1915 Soykırımı olmasaydı "Misak-ı Milli" sınırlarından
bahsedilemezdi. "Misak-ı Milli" olmadan da "Türk kurtuluş savaşı"
denilen süreç anlaşılmaz olur.
Akçam, "Atatürk, Samsun’a çıktığında Kürt ağalarına yazdığı mektupta,
“Ermeniler gelip mallarını sizden alır” dedi. Ermenilerin gelip mallarını
alacağı korkusu, Türk Kurtuluş Savaşı’nda da önemli bir motivasyon görevi gördü."
demekte.
Akçam''ın burada kullandığı kavram ve tanımlamalar çok sorunlu. Örneğin,
"Türk Kurtuluş Savaşı" tanımı... Akçam, Türk resmi tarihinin
adeta mitolojik imgelerinden beri olan "Atatürk Samsun''a çıktığında..."
diye bir milat düşüyor. İkincisi savaş, "Türk Kurtuluş Savaşı" ama Kürt
ağalarının nasıl motive edildiği anlatılıyor. Üçüncüsü, "Ermeni mallarının
geri alınacağı" sadece Kürt ağalarını motive eden bir korku mu?
Sultan Abdülhamit, İttihat-Terakki ve nihayet Kemalist hareket Kürt
feodalitesini, yönetici sınıflarını anti-Ermeni temelde, İslam şemsiyesi,
Osmanlılık, Kardeşlik gibi argümanlarla kendisine yedeklemeyi her zaman başarmıştır.
Bunlar bir vakıadır. Kürt ulusal hareketi çok geç uyanmış, oluşmaya başladığında
ise, bağımsızlığı değil, prensip olarak Merkezi otoritenin kıyısında kabul
edilmeyi talep etmiştir. Aradan geçen yüzyıllık süreçte bile, Kürt ulusal
hareketinin baskın eğilimi halen merkezi otorite tarafından "evlat"
olarak kabul edilmek düzeyindedir.
"Türk ulusal kurtuluş savaşı" denilen mücadele anti-Rum ve anti-Ermeni temelde
yürütülen bir mücadeledir. "Ermeni mallarının geri alınacağı" gibi Kürt
ağalarına yönelik düşük profilli bir korku değil; "Misak-ı Millî"nin çizdiği
ulusal iktidar alanlarının yerleşik Hıristiyan halklardan boşaltılmasıdır. Bu
coğrafyayı son bir hamleyle tamamen Türkleştirme, Türk ulus devletinin iktidar
alanı olarak tartışılmayacak bir etnik homojenliğe kavuşturmaktır.
Türk Milli Mücadelesi''nin temel metinleri olarak kabul edilen Amasya
Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongre Kararlarındaki temel hedef "memlekette Rumluk ve Ermenilik kurulmasına
karşı Osmanlı mülkünün savunulması" dır. Diğer karar ve söylemler
bu ilkelerin etrafında dönmektedir.
"Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı" tanımı, Kemalizm''in hemen
hemen tüm siyasi akımlar üzerindeki ideolojik hegemonyasının en sağlam halkası
gibidir. Adeta bir ulusal mutabakat, ortak ideolojik referans durumundadır.
Kemalizm''in kararlı eleştiricileri bile son kertede "ulusal kurtuluş süreci"
adını verdikleri bu dönemi mazur bulmakta ve idealize etmekte diğerleriyle
benzeşirler.
Türk resmi tarih ve resmi ideolojisinin temel kavramlarından biri olan
"Türk ulusal kurtuluş savaşı" efsanesine mesafe kazanmadan doğru bir
tarih algısı oluşturmak ve sağlıklı siyasi analizlere ulaşmak zordur. Bu gerçeğin
farkına varanların bile bu ideolojik referanstan kopmamaları, belki de onu bir
"ilk günah" olarak kaçınılmaz bulmalarında yatıyor olabilir.
Türkiye solu ağırlıklı olarak bu süreci "tamamlanmamış bir ulusal
demokratik devrim" olarak değerlendirir; bu yıllarda amansız bir
"anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş mücadelesi" verildiği, fakat
Cumhuriyet''in kurulmasının ardından işbirlikçi burjuvazinin, "Anadolu İhtilali"nin
halkçı ve anti-emperyalist niteliğini ortadan kaldırarak bir burjuva diktatörlüğe
dönüştürdüğü savunulur.
Türk resmi tarihinin verileriyle en çok kopuştuğu varsayılan Kürt ulusal
hareketlerinde de benzer bir değerlendirme egemendir: Hatta emperyalizme karşı
verilen bu bağımsızlık mücadelesini "Türkler ve Kürtlerin omuz
omuza birlikte" yürüttüğü, devletin birlikte kurulduğu ama
Cumhuriyet''in ilanının ardından Kürtlere verilen sözler unutularak 1925''le
birlikte red, inkar ve zulüm döneminin başladığı kabul edilir.
Kürt ulusal hareket, parti veya örgütlerinin, Kürt aydın veya politikacılarının
sık sık "Türk ulusal kurtuluş Savaşı"na atıfta bulunmaları; bu savaşı
Türklerle omuz omuza beraber vererek kazandıkları; düşmanı beraber
yendikleriyle övünmeleri çok garip bir durumdur. Bu açıkça "Misak-ı Millî"nin
Rum ve Ermenilerden arındırılmasına, onların sürülüp yok edilmelerine birlikte
katıldık, işlenen suçlara ortak olduk diye övünmekten başka bir anlama gelmez.
1918-22 döneminde hangi "düşmanlara" karşı birlikte savaştınız;
Ege''den ve Karadeniz''den Rumların atılmasına; Kuzeyde ve Doğu''da
Ermenilerin, Güneyde Asuri-Nasturilerin atılmasına mı?
Kürt yönetici sınıfları ve toplumunun Ermeni sürgün ve soykırımında hiçbir
sorumlulukları bulunmadığını savunan çevrelerin, Türk Kurtuluş savaşına katılmayla
övünme ve Kürtlerin Cumhuriyet''in kurucu unsuru oldukları ile ilgili söylemlerin
ne anlama geldiği üzerinde daha derin düşünmelerini öneririm.
Bahsedilen süreç bir Türkler açısından "milli mücadele" dönemidir
ama bu ne anti-emperyalist, ne de ilerici, demokrat bir içerik taşıyordu.
"Anadolu milli kurtuluş hareketi" denen şey özünde, çok
uluslu, çok kültürlü bir toplumsal dokuya sahip olan Osmanlı İmparatorluğunun
bakiyesinden "tek ulus''a [yukarıdan aşağıya doğru tanımlanıp, biçimlendirilmeye
çalışılacak olan Türk ulusu''na]" dayalı bir ulus devlet egemenliği kurma
savaşıdır.
Kürtlerin, bu savaşın bir parçası olmakla övünmeleri çok saçmadır.
Bu mücadelenin ilk ve dolaysız kurbanları Ermeniler, Ön Asya ve
Karadeniz''in Rumları, Asuri-Süryani halklarıydı. Türk-Müslüman eksenine uygun
olarak Kürtler, Lazlar, Kafkas ve Balkan göçmeni Müslüman halklar Türk egemen sınıflarının
müttefiki durumundaydılar. Hıristiyan halklar sürgün, kırım ve savaşlarla
"arındırıldıktan" sonra sıra Kürt, Laz ve göçmen hakların Türklük
kazanında eritilip benzeştirilmesi sürecine geldi.
Bu eritme ve benzeştirme (Türkleştirme) süreci diğer Müslüman halklar açısından
önemli ölçüde başarılı olurken, Kürtler açısından başarısızlığa uğradı. Günümüze
kadar uzanan Kürt ulusal direniş ve başkaldırısı Türk ulus devletinin kuruluş yıllarına
dayanır. Kuruluş dönemi "çoğulcu" veya "paylaşımcı" biçimde
yeniden düzenlenmeden de çözülecek gibi görünmemektedir.
Ulus devletlerin kuruluş süreçlerinde etnik arındırma, sürgün ve soykırım
gibi insanlık suçlarına bulaşmalarının "kaçınılmaz" olduğu doğru
mudur? Kaçınılabilir veya kaçınılamaz ama sonuçları itibariyle halen devam eden
insanlık suçlarının üzerinin idealize bir şablonla örtülmesi ne kadar
ahlakidir? Tarihsel ve toplumsal olgulara her şeyden önce dürüst bir
nesnellikle bakmadan gerçekten yeni ve adil bir başlangıç yapmak mümkün müdür?
Atatürk''ün "fazahat"ı...
Akçam, "Türkiye’nin soykırım demesi şart değil. Ama 1915’in büyük
bir insanlık suçu olduğunu kabul etmek ve özür dilemek zorunda" diyor.
Mustafa Kemal''in 1915 sürecini "fazahat" (utanılacak olay) tanımlamasının,
devlet tarafından resmi olarak ifade edilmesinin yeterli olacağını söylüyor.
Doğrusu bir bilim insanının bir olgunun tam olarak adının , üstelik
ideolojik-siyasi kaygılar nedeniyle, telaffuz etme zorunluluğunun olmadığını söyleyebilmesi
düşündürücü. Üstelik Akçam, kendisi süreci "soykırım" olarak tanımlayan
bir bilim adamı. "Doğrusu bu ama, devlet doğrusunu söylemese de idare
eder" diye yol gösteriyor. Kürd''e bütün cumhuriyet tarihi boyunca nasıl
"dağlı Türk", "doğulu vatandaş" diye devlet politikasına
uygun terimler takıldıysa; "soykırım" dememek için, envai türlü yan
isimler üretmek de böyledir. Bilim insanı hile yollarını değil de, eğip büğmeden
gerçeği göstermek zorunda değil mi? Devletin 90 yıldır halkına yalan söylediğinden
şikayet ettikten sonra, "soykırım demesi şart değil" demek
"yalanına devam et" anlamına gelmez mi?
"Büyük felaket" konulu aydınlar bildirisini tartışırken de bunlar
konuşuldu. Muhasebecilerin düzgün ve usulüne uygun hesap tutması değil de vergi
kaçırmanın ince yolları üzerine kafa yormaları gibi bir şeydir bu. Bir bilirkişi,
önüne gelen olaya "kaza" raporu verirse başka, "cinayet"
raporu verirse başkadır. "Olan olmuş, ölenler ölmüş, ha kaza ha
cinayet!", "ha büyük felaket", "ha soykırım"
diyemezsiniz. Siyasal sonuçları ve hukuki sorumlulukları tamamen farklıdır.
"Fazahat" [utanılacak olay] denilmesi de böyledir. Devlete hiçbir
siyasi ve hukuki sorumluluk yüklemez.
Büyük bir insanlık suçu olan soykırım karşısında duygular ifade edilirken,
onu "trajedi", "büyük felaket", "utanç verici
olaylar" olarak yansımalarından bahsetmek tabiiki mümkündür. Ama tartışma
bu olgunun siyasi ve hukuki olarak, bilimsel olarak adlandırılmasıdır. Eğer
duygularınızda samimiyseniz, gerçekten utanç duyuyorsanız, sonuçlarından
yararlanmayı reddediyor, telafisi için yapılabilecek şeyleri yapmaya hazırsanız,
olgunun gerçek isminin söylenmesinden de hiçbir biçimde rahatsız olmamanız
beklenir.
"Ermenilerin yüzde 80-90’nının beklentisi, ''Kusura bakmayın, büyük
bir ayıp işlendi'' cümlesidir. " derken o toplum adına böyle kesin, bağlayıcı
bir taahhütte bulunulması da yanlış. Ermeni toplumunun kan davası peşinde koşmadığı,
ancak insaniyet ve adalet beklediği zaten görülen bir şey. Ama şunu söylersek
yeterli, bunu yaparsak idare eder demek incitici. Bu konunun anketi, pazarlığı,
oylaması da olmayacak kadar hassas... Devletten beklenen şey farklıdır,
toplumdan, aydınlardan, kurum veya örgütlerden beklenen şey farklıdır. Örneğin
Hrant Dink cinayetinden sonra on binlerce insanın sokağa çıkarak "Hepimiz
Hrant''ız, hepimiz Ermeniyiz" diye haykırmasının, belki devletin özüründen
daha çok anlamlı, olumlu etkileri olmuştur Ermeni toplumu üzerinde. Daha
iyimser ve sıcak bir atmosferin oluşmasına yol açmıştır. Ama fail kimliğinin içinde
bulunan kurum ve insanlar olarak bizim açımızdan bu cümle yeterli mi?
Kaybolan güven ve adalet duygusu nasıl inşa olacak? Asıl soru bu...
Dikkat çeken diğer yan ise Akçam, "Atatürk''ün izinden
gidilmesini" önerirken, onun soykırım meselesini "Batılı güçlerle bir
pazarlık konusu " olarak gördüğünü tasvir eden kendi anlatımını gözden kaçırmış
olması. Bugünün politikacıları Atatürk''ün izinden giderek soykırım meselesini
"Batılı güçlerle" pazarlık olarak mı görmeli, yoksa tarihsel bir yüzleşmeye
açık mı olmalı?
Konuyu Türkiye ve Ermenistan devletleri arasındaki bir sorun düzeyinnde
tartışmak da bir başka önemli yanlış. Kuşkusuz iki devlet arasında çözüm tartışmaları
da konunun bir boyutu. Ama sadece bir boyutu. Hepsi veya en önemli kısmı değil...
Vatansız bırakılmış, bütün geçmişleri ve gelecekleri elinden alınmış ve sürgün
gittikleri ülkelerde yaşayan büyük bir Ermeni toplumu var. Halen Türkiye
devleti sınırlaında yaşayan Ermeni toplumu var... "Diaspora" Türkiye''nin
yeni düşmanları listesinin başında duruyor. "Ermenistan devletiyle pazarlık
edilebilir, Türkiye''deki Ermeniler zaten uyumludur... Bütün sorun
Diasporadan kaynaklanıyor" anlayışı hakim Türkiye''de. Soykırım mağduru bu
kitleyi "şeytanlaştırarak" çözüm ve tartışmanın dışına iterek
hiçbir yol alınacağını sanmıyorum. Diyaloğun ve geri kazanmanın bu önemli
ayakları gözardı edilerek nasıl çözüm üretilebilir ki?
Diğeri bir yan da soykırımın diğer mazlumları Asuri-Süryani halkıdır. Hadi
bir boyutunu Ermeni Devletiyle tartışıp hallettmeyi düşünüyorsunuz; peki
Asuri-Süryani halkı için kiminle pazarlık edilecek?
Atatürk''ün "fazahat"ına gelince...
O, Türk tarihinin en pragmatist liderlerinden biridir. Bu tür yerine ve
zamanına göre, kimi zaman kendine müttefik kazanmak, kimi zaman durumu idare
etmek, kimi zaman düpedüz kandırmak için bir dolu sözünü, yalanını bulmak mümkündür
Atatürk''ün... Kemalizm''in her zaman kaim olan pragmatizmidir bu. Yani
muhtaç olduğunuz bütün kostümler Atatürk''ün gardırobunda mevcuttur, beğen beğen
al... "Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız
Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep
anasır-ı İslâmiyedir" diyen de o dur; "Ne mutlu Türküm diyene",
" Türk budur. Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir."
diyen de... Türk Tarih, Güneş-Dil teorisini yapan da o... Yeri gelip "Kürtlere
özerklik verilmesi"nden bahseden de o dur, "Vatan bir bütündür, parçalanamaz"
diyerek bütün Kürt direnişlerini kan ve sürgünle bastırmış olan da o... İhtiyacı
olduğunda "Kardeşim Ağa..." diye iltifatlara boğarak mektuplar yazdığı,
ulusal giysileriyle Meclis açılışlarına davet ettiği Kürt feodallerini, ihtiyacı
kalmadığında dar ağaçlarına yollayan da o dur...
Hangi Atatürk''ün izinden gideceksiniz! Birkaç tane farklı Atatürk yok ki?
1915 için "fazahat" diyen bir lider 1925''den 1938''e kadar kendi
sağlığındaki bütün Kürt isyanı veya direnişlerini sürgün ve katliamlarla nasıl
bastırmış olabilir? "Fazahat"in izi, Kemalizmin tehcir, tenkil, tedip
ve temsil''le varolan zorla, zulümle Türkleştirme politikasına çıkar, başka bir
yere değil...
Akçam, Türk resmi tarihinin, resmi devlet ideolojisinin temellerinin Atatürk
tarafından atıldığını bilmez mi? Türk resmi tarihinin kutsal kitabı Atatürk''ün
"Nutku"nda neden "fazahat"lar hiç anlatılmamıştır. Nutuk,
Ermenileri, işgalci güçlerin oyuncağı düşmanlar olarak tarif etmez mi? Yalan ve
inkara dayalı tarih anlatımı buradan başlamaz mı? Atatürk''ün bizzat kurdurup,
emir ve direktifleriyle çalışan Türk Tarih Kurumu, Ermenilerle ve ülkesi üzerine
çöreklenilmiş diğer halklarla ilgili gerçekleri mi araştırdı, teorize etti,
yoksa yalanlar mı inşa etti? Bütün bir Cumhuriyet kuşağı olup biten tarihsel
gerçekler yerine, uydurmaları Atatürk''a rağmen mi yoksa onun gösterdiği yolu
izleyerek mi öğrendiler?
1915 soykırımın faili ve yürütücüsü olan bütün İttihatçı kadrolar, Kemalist
iktidarın da bel kemiğidir. Atatürk''ün yakın çalışma arkadaşları, siyasi
ortaklarıdır. CHP''yi beraber kurmuşlar, tek parti diktatörlüğünü beraber inşa
etmişler, bugün halen tartışılan "cumhuriyetin temel prensiplerini"
beraber yerleştirmişlerdir. Bu temelde hiçbir zaman kendi kurdukları devletin
insanlık suçları üzerine yükseldiği; yalan, inkar ve imha siyasetiyle kaim oluşunda
bir değişiklik olmamıştır. O halde Türkiye, Atatürk''ün izinden giderek nasıl
olup da kuruluşunun temellerinde insanlık suçlarını işlemiş olduğunu kabul
edecektir?
Sonuç olarak;
Akçam, 1915 ile Hrant’ın katledilmesi arasındaki bağın fark edilmemesini
eleştiriyor; "Hrant’ı savunmak isteyenler, 1915’le aradaki bağı keserek
bunu yapamazlar." diyor. Ama kendisi bu geçmişle Atatürk''ü,
Kemalizmi, Misak-ı Millîyi, kurtuluş savaşını, kısaca Türk devletinin soykırım
külleri ve ulusal zulüm üzerine yükselen kurumsal yapısını, siyasal sorumluluğunu
aradan çıkararak, bunu nasıl yapacak?
Akçam; " İttihat-Terakki ile Ergenekon arasında ciddi bir süreklilik
var." derken bu sürekliliğin Kemalist iktidar ayağını atlamaktadır.
Kemalist iktidarla bugünkü "Ergenekon" arasında da çok ciddi bir süreklilik
vardır. Mesele "yorum" farklılığı değil, Türk ulusu adına vesayet
eden asker-sivil bürokratik oligarşinin, kendi iktidarı için bir vatan ve ulus
inşa ederken işlediği insanlık suçları kadar; onun tepeden inmeci, diktatöryal,
müdahaleci yönetim sistemidir. Sorunu "Ergenekon" davasında yargılanmakta
olan çeşitli cunta gruplarıyla veya 1918''de yargılanmış İttihatçı
kadrolarla sınırlı tutarsanız; 1915 soykırımı ile ilgili yaptığınız araştırma,
inceleme ve tahlillerin sonuçlarını çöpe atıyorsunuz demektir.
Eğer M.Kemal''in izinden gidilecek olursa, varolacak yer, Türk devletinin
kuruluş temellerinin kutsallaştırılması, dokunulmaz/tartışılamaz oluşudur.
İşte bu noktada "kim gerçekten statükocu?" diye sormanın
yeridir...
Bence asıl "fazahat" Atatürk''in izinden gidilmesini önermek
olur.
Recep Maraşlı
Berlin, Nisan 2012
[1] "Ermeni Olayı" kavramı, Akçam söyleşisinin içinde geçmiyor.
Muhtemelen bu, Taraf editörlerinin veya Neşe Düzel''in spot başlık için uygun
bulduğu bir kavram. "Soykırım"dan başka herşey olabilir; mesele, mükatele,
felaket, fazahat ve ya olay...
Taner Akçam: Özerklik
Kürt-Türk katliamı getirir - 13.03.2012
Taner Akçam: İslami
kesim de tarihiyle yüzleşsin - 12.03.2012
[3] "M. Kemal gelse, bu Kemalistleri sopayla kovalar", Prof. Baskın
Oran, seçildiği takdirde Meclis''te yapmak istediklerini anlattı, Neşe Düzel,
Taraf, 04 Haziran 2007, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=223097
Yorumlar
Yorum Gönder