DİYARBEKİR ZINDANINDA KADIN OLMAK (2) / Nuran Çamlı Maraşlı

II.Bölüm


Mahkeme sorgusu yanılmıyorsam iki gün sürdü. Sorguların bitiminde Şeref Abi, hasta olduğunu ve duruşmadan “vareste” tutulmasını talep etti. Sorulanın dışında bir şey söylemeye, istemeye kalkışmak mahkeme için büyük bir “vukuattı”. Askerler Şeref Abi’yi hemen orada hakimlerin gözü önünde coplarla, yumruklarla yere çökerttiler; ağzını burnunu kan içinde bıraktılar. Çok kötü durumdaydı. O haline yüreğim sızlamıştı.

Şeref Abi, dönüşte kariyerin içinde de, sen nasıl mahkemeden bir şey istersin diye feci şekilde dövüldü. Cezaevine getirilince de guruptan ayrılıp merdiven altında yine dayağa alındı. İkinci gün de merdiven dayağı Ruşen Abi’nin (Ruşen Arslan) başına geldi.

', '

Mahkeme işkencesi

Mahkemelere gidiş gelişler de tam bir işkenceydi. Tam iki yıl mahkememizin açılacağı günü bekledim.

Mahkemenin açılacağına birkaç gün kala, Gardiyan tekmille çağırıp elime alelacele bir iddianame tutuşturdu. Okuduktan hemen sonra da geri vermemiz isteniyordu. İçerde not alacak ne bir kalem, ne bir kağıt bulunmuyordu. Suçlamaları anlamak, kavramak, yanıtlar oluşturmak, o gerilim içinde mümkün değildi. Ve hemen iddianame geri alındı. Böylece hakkımızdaki iddialardan yasal olarak “haberdar” edilmiş olduk. Diyarbekir Sıkıyönetim Komutanlığı Rizgari – Ala Rizgari Ana davasının iki kadın sanığından birisiydim.

Mahkeme sabahı erkenden kaldırıldık, çorbadan hemen sonra ana koridora çıkarıldık. Davanın bütün sanıkları gardiyanların küfür ve hakaretleri içinde koridora diziliyorlar, yüzleri duvara dönük olarak hazır ol vaziyetinde bekletiliyorlardı. Yıllardır haber alamadığımız arkadaşların yüzünü göremiyorduk, ama tekmil ve sataşmalardan varlıklarından haberdar olmak bile insanı mutlu ediyordu.

Yine küfür, hakaret ve rast gele bahanelerle kafalara yumruk, ayaklara tekme ile ellerimiz arkadan kelepçelendi. Kelepçeler neredeyse kan oturasıya kadar sıkılıyordu. Sonra sıra halinde ayrıca birbirimize zincirlendik. Ayaklarımızı da birbirine ancak birer adım atacak serbestlikte zincirledikten sonra, başlarımız yere eğik vaziyette, Cezaevi avlusunda bizleri bekleyen askeri Cemselere bindirildik. Ne bindirilme! Birbirine zincirlenmiş vaziyette ve itile kakıla yürümek mümkün değildi, birinin sendelemesiyle birbirine bağlı olan hepimizin domino taşları gibi dengemiz bozuluyor devriliyorduk.

Cemselerin içinde yine hepimiz ayakta ve arka arkaya, yapışık vaziyette sıkış sıkış doldurulmuştuk. Diyarbekir sıcağında ve bu kadar insanın nefesi ve havasızlıkla adeta bayılırcasına Mahkemenin yapılacağı garnizona götürülüyorduk.

Bizimle aynı gün yanılmıyorsam TKSP Ana davası da görülüyordu ve bu davanın sanıkları da getirilmişlerdi. Bağırıp çağırmalardan Mehdi Abi’nin (Mehdi Zana) de orada olduğunu anlamıştım. Hakaret ve sataşmalara maruz kalıyordu.

Bütün bu işlemler sırasında sürekli kurallara uymamız, sadece sorulanlara cevap vermememiz, cezaevi hakkında bir şey anlatmamamız, kendi aramızda bir şey konuşmamamız için sürekli uyarılıyor, tehdit ediliyorduk. Zaten yer yer şu veya bu bahaneyle dövülen arkadaşlarımızın sesleri ile estirilen terör, küfür ve komutlarla sahne tamam oluyordu.

Mahkeme binasına alınmadan önce dışarıda uzun süre güneşin altında kelepçelerimiz açılmamış vaziyette bekletildik. O zaman bazı tanıdık arkadaşları profilden de olsa görme şansım oldu. Tesadüfen Şeref Abi (Şerafettin Kaya) benim önümdeki sıradaydı. Çok zayıflamıştı, ter kan içinde kalmış zor nefes alıyordu. Gardiyanlardan içmek için su istedi. Gardiyanlar, küfürler savurarak Şeref Abi’ye su getirmediler. Sonra, belki kadınız, bize getirirler düşüncesiyle ben de su istediğimi söyledim. Bize de küfür ve hakaretler yağdırdılar ama bir süre sonra neredeyse kaynar derecede bir tas su getirip uzattılar. Benim, gelen suyu içmesi için Şeref Abi’ye uzattığımı gören gardiyanlar bir vuruşta suya yere döktüler.

Mahkeme salonuna alındığımızda da, göz ucuyla bile olsa sağa sola bakmamız yasaklanmıştı. Gözlerimizi hep karşıya “Adalet Mülkün Temelidir” yazısına sabit olarak tutmak zorundaydık. Bu intizama uymayanlar mahkeme salonunda hakimlerin gözü önünde coplarla yere seriliyorlardı. Bu yüzden ilk duruşma günü bayağı kalabalık bir izleyici grubu ve basın gelmesine rağmen hiç birini ne görebildik, ne fark edebildik.

Hakimlerin karşısında da esas duruşta durmak ve onlara “Komutanım” diye hitap etmek zorundaydık. Bize tıpkı gardiyanları hatırlatır biçimde tuzaklı sorular yöneltiyor, evet ya da hayır gibi kısa cevaplar vermemizi bekliyorlardı.

Mahkeme sorgusu yanılmıyorsam iki gün sürdü. Sorguların bitiminde Şeref Abi, hasta olduğunu ve duruşmadan “vareste” tutulmasını talep etti. Sorulanın dışında bir şey söylemeye, istemeye kalkışmak mahkeme için büyük bir “vukuattı”. Askerler Şeref Abi’yi hemen orada hakimlerin gözü önünde coplarla, yumruklarla yere çökerttiler; ağzını burnunu kan içinde bıraktılar. Çok kötü durumdaydı. O haline yüreğim sızlamıştı.

Şeref Abi, dönüşte kariyerin içinde de, sen nasıl mahkemeden bir şey istersin diye feci şekilde dövüldü. Cezaevine getirilince de guruptan ayrılıp merdiven altında yine dayağa alındı. İkinci gün de merdiven dayağı Ruşen Abi’nin (Ruşen Arslan) başına geldi.

Gardiyanın kimliği

Cezaevindeki görevlilerin tümü askerdi. Hepsi askeri elbise giyiyordu. E.Oktay'ın ekibi ise özeldi. Bu işkenceci grup zaman zaman normal asker saçından daha uzun saçlı, bıyıklı, sakallı ve sivil elbise-ayakkabıyla da gelebiliyordu. Özellikle Kara Bela alışılmışın dışında bir askerdi.

Bizim koğuşun gardiyanı da askerdi. Ama ne asker, tipik bir SS idi. Oldukça iri, sarışın ve gözleri çiğ maviydi. Konuşurken ağzından sürekli köpükler saçardı ve oldukça küfürbazdı. Gümüşhaneliydi. Türkçe’yi tam olarak bilmiyor, sonradan öğrenme yarım Türkçe ile konuşuyordu. Kadın koğuşu gardiyanı olduğu için arkadaşları onu “Horoz” diye çağırırdı. Yani biz tavuk, o ise “horoz”umuzdu. Kadınlar koğuşunun gardiyani kim olursa olsun lakabı aynıydı: ”Horoz!”. Ayrıca zaman zaman Güler adında polis giysili bir kadın gelirdi. Bizim gardiyanımız olduğunu söylerdi. Fakat hiç bir inisiyatifi yoktu, işkenceleri seyredip, erkek ağzıyla küfür etmenin dışında...

Yüzbaşı Esat Oktay’ın has işkenceci ekibinde yer alırdı. Esat Oktay bu ekibine her türlü inisiyatifi vermiş, üzerimizde her şey yaptırma hakkı tanımıştı. O nedenle gerek gardiyan, gerekse işkenceci ekibin diğer elemanları istedikleri saatte –özellikle gece geç saatlerde ve zil zurna sarhoş bir biçimde- koğuşun kapısını açar, hepimizi saatlerce hazır ol vaziyetinde tutar, hakaret, küfür, dayak, falaka, seansından sonra giderlerdi.

Dış kantin alımı yapıldığı bir gün, gardiyan kantin alışverişini koğuşa getirdiğinde eğilmiş, cebinden nüfus cüzdanını düşürmüştü. Kasaların şuraya buraya taşınması, kaldırılıp indirilmesi karmaşasında kimliğini düşürdüğünü farketmemişti. Gördüğüm gibi hızla kimliğini kapıp sakladım. Koğuşta Sakine, Gönül ve Cahide’ye gösterdim. Hepimiz birlikte gardiyanın kimlik bilgilerini kısa sürede beynimizin içine kazırcasına ezberledik. Bu bize ileride lazım olabilir diye düşünüyorduk.

Gardiyanımız, Gümüşhane ili, Kelkit kazası nüfusuna kayıtlı, Mehmet oğlu BAHATTIN DEMİR idi.

Ezberimizi bitirdikten sonra yeni bulmuş gibi, Nüfus cüzdanını düşürdüğünü söyleyerek kendisine verdim. Kıpkırmızı oldu ve paniğe kapıldı o anda.

Daha sonra bu kimlik bilgileri çok işimize yaradı. Bir vesileyle kendisini dışardan tanıdığımızı hissettirdim. Gümüşhaneli olmasından övünerek bahsettiği bir gün, ben de bilincli olarak “Kelkit’i bilir misiniz, babam orada Yatılı Bölge Okulunun müdürüdür.” Dedim. Amacım kendisine ulaşabileceğimiz mesajını vererek bir nebzede olsa kötülüklerini barajlayabilmekti. O zaman da çok paniğe kapıldı, hatta “Orada Mehmet Demir diye çok yardımsever bir amca var tanır mıydınız?” diye babasının adını verince bunda tam şafak attı. Aynı zamanda aptal birisi olduğu için düşürdüğü nüfus cüzdanındaki kimlik bilgilerini kullandığımızı tahmin edemiyordu tabi. Bu blöfümüz tuttu. Dediğine göre bir kardeşi babamın öğrencisiymiş. Oysa babamla 4 yaşımdan beri bir alakam yoktu. O günden sonra Bahattin kendisini gerçekten tanıdığımı düşünüyor, benden çekiniyordu.

Mastürbasyon!

Gardiyan tipik bir sapıktı. Diyarbekir’in kızgın, sıcak günlerinden bir gün, tam öğlen 12.00’de bizi havalandırmaya çıkardı. -O dönem koğuş sorumlusuydum.- Bu saatte niçin havalandırmaya çıkarıldığımızı anlamaya çalışıyorduk. Çünkü yemek ve dinlenme saatimiz yaklaşıyordu. Havalandırmada eğitim düzeni aldık. 15 dakika ırkçı Türk marşları eşliğinde koşar adımlarla eğitim yaptırdıktan sonra “istirahat” komutu verildi. Sıcaktan sanki beynimiz kaynıyordu. Hepimiz volta atmaya koyulduk.

Bir ara gardiyan aramızdan 2 arkadaşı yanına çağırdı. Arkadaşlar hep olduğu gibi, koşar adımlarla yanına gidip “.......emir ve görüşlerinize hazırım komutanım” tekmilini verdiler.”Emredersin komutanım” demeleriyle koşar adımlarla yürümeleri bir oldu. Meğer gardiyan, arkadaşlara hızlı yürüyerek volta atma emri vermiş. Kızlar, bir yerlere yetişeceklermiş gibi delicesine yürüyorlar. Biz de her zamanki cezalardan biridir diye düşündük. Ceza ve dayak, günlük yaşantımızın temel bir parçası idi. Kazayla o gün dayak yememişsek –ki hemen hemen olmazdı- mutlaka bir anormallik var diye düşünür, gardiyana çaktırmadan gülüşürdük.

Bu sapık adamın amacını hiç birimiz anlayamamıştık. Uygulamanın, aynı arkadaşlar tarafından bir kaç kez fakat, farklı gün ve saatlerde tekrarlattırılması dikkatimizi çekmişti. Bu arkadaşlarımız hepimizden şişmandılar. Şişmanlıktan öte, adet olamadıkları için vücutları anormal biçimde şişmişti.

Son uygulamada gardiyanı çok çirkin bir biçimde yakalamıştım. Yine arkadaşları hızla yürütüyor, kendi de havalandırma kapısının önüne bir sandalye koymuş oturarak kızları seyrediyordu. Kızlar, hızla yürürken bütün bedenleri hareket halinde, özellikle göğüsleri bir o yana, bir bu yana gidip geliyor. Bir ara gözüm gardiyana ilişti. Sapık herifin yüzü kıpkırmızı kesilmiş, ağzı köpük içinde, elleriyle organını tutmuş hayvanca sesler çıkarıyor. O an beynimin, kafatasımdan dışarıya fırladığını hissettim. Her şeyi göze almıştım, isterse beni öldürsün, bu sapık davranışını açığa vuracaktım. Koşarak yanına gidip tekmil verdim, kendinden geçmiş beni ne duyuyor, ne de görüyordu, pantolonunun ön kısmının ıslak olduğunu fark ettim iyice dellenmiştim.Var gücümle bağırarak tekrar tekmil verdim “ne var ağzuna sıçtuğum” deyip gözlerini yüzüme dikti. O an, parmaklarımı gözlerine sokmak geldi içimden.

“-arkadaşların cezası nedir? Diye sordum –soru sorma hakkımız yoktu, ama nerde inceyse, orada kopsun demiş her cezayı göze almıştım-

“Ağzuna sıçtuğum sana ne, kenduleri bilir ne olduğini, sana hesap mi vereceğum!” deyip yerinden kalkarak çıldırmışçasına üzerime çullandı. Kafa, göz demeden vuruyor, bir yandan da küfür ediyordu. Burnumdan kan akmaya başlayıncı,dövmeyi bırakıp “hele bax sori sorirsan he, ağzuna suçtuğum çabux get yüzün yıxa” deyip, hamama gitmemi emretti. Yüzüme su vurunca sızıdan duramıyordum morluk içindeydi. Havalandırmaya geldiğimde içtima emri vererek, hepimizi koğuşa soktu.

Koğuşun kapısını kilitlerken kendisine, kızları bir daha bu şekilde yürütmemesini, gerçek kimliğini bildiğimi ve kendisini tanıdığımı vurgulayarak kimlik kozunu kullanmaya çalıştım. Hızla, demir kapıyı yüzüme çarpıp küfür ederek gitti. Koğuşta arkadaşlara, bir daha tekrarlatmak isterse kesinle yapmamalarını, her türlü cezayı göze almalarını ve gardiyanın amacının ne olduğu anlattım. O günden sonra gardiyan bu ahlaksız yöntemini bir daha kullanmadı. Tehdidim boşa çıkmamıştı.

Banyo

Haftada bir gün banyo hakkımız vardı. Yazın kaynar, kışın ise buz gibi sularla “yıkanırdık”. Çoğu zaman sabunlu çıkardık banyodan. Yine bir banyo günümüzdü. Gardiyan banyoyu kontrol etmem için emri verdi. Suları kontrol etmiş dönüyordum ki, duvarda çiş ile yapılmış, anlamakta zorlandığım bazı çizimlerle, yerdeki çiş birikintisini fark ettim. Koğuşa çıktığımda arkadaşlara söyledim. Bir şey anlamamıştık. Ertesi gün özellikle gitmiş yine aynı şeyle karşılaşmıştık. Bu kez herhalde Co işiyor diye yorumladık. Bu bir kaç gün tekrar etti. Bir gün ise bu olay daha ileri gitmiş, çiş ile hem cinsel organlar daha net çizilmiş, hem de kadın ve erkek organ isimleriyle, “hepinizin amına goyim” diye küfür yazılmıştı. Bahattin kendini ele vermişti, kendisinden başkası değildi, aynen onun şivesi ile yazılmıştı küfürler.

Gardiyan hem ahlaki, hem de genel olarak keyfi ve kendi inisiyatifiyle çeşitli cezalar uyguluyordu. Örneğin, normalde verilen yemekler zaten sayımıza yetmiyordu, azdı. Gardiyan bazen yemeklerin biz kısmını havalandırmadaki tuvalet lağımına döküyor, bazen de kuru olanları çalıyordu. Özellikle kahvaltı türü yiyecekleri çalıyor, odasında bulunduruyordu. Bir gün yeni gelmiş ve hücrede tutulan genç bir kız arkadaşa su veriyorduk. Gardiyan odasının kapısını açık unutmuş havalandırmaya gitmişti. Bizde bu fırsattan hemen odayı kolaçan etmiş gördüklerimiz karşısında şaşkına dönmüştük. Kokmuş yumurta, kurumuş zeytin-peynirler, küflenmiş ekmekler vs. çok pis kokuyorlardı. Yakalanırız korkusuyla acelece bakmış hemen dışarıya çıkmıştık.

Koğuşumuzda küçük denilecek yaşta kızlar vardı. Kimi 13, kimi 14 yaşlarında, hemen hepsi çok güzel kızlardı, çoğunun politik bilinci yoktu ama ağır örgütsel suçlarla itham ediliyorlardı. Gardiyan, bu arkadaşlarımızın bazılarını tehdit ederek bir kaç sefer gizlice özel işlerini yaptırıyormuş. Postallarını sildirmek, mendil ve çoraplarını yıkatmak gibi. Kızlar bunu bana tam da çiş meselesinin son gününde söylemişlerdi. Artık bu gidişata son vermeye karar vermiştik. Gardiyanla konuşacak, her şeyi bildiğimizi –kızları özellikle koşturduğu, özel işlerini yaptırdığını, duvara işediğini, yemeklerimizi çaldığını vs- söyleyecektik. Ya bu tür yöntemlerden vazgeçecek, ya da E.Oktay’la görüşme talebimizi iletecektim. Gardiyan bize yönelik her türlü işkence yapmak hakkına sahip olmakla beraber, inisiyatifini kullanıp işkenceci ekipden ayrı da pislik yapıyordu ve bunun duyulmasında da korkuyordu. Yoksa it itin ayağına basmazdı. Biz ne kadar E.Oktay’la görüş talep etsek de her şey onun bilgisi dahilinde yapılıyordu.

Gardiyana, genç arkadaşlarımıza yaptırdığı özel işlerinden ve hamama çiş ile yazı yazdığını söylediğimde ilk tepkisi yüzüme yumruk atmak oldu. Ben diretince dinlemeye koyuldu ama her şeyi inkar etti. Ben de bir daha tekrarlarsa E.Oktay sayıma geldiğinde kendisine bildireceğimizi söyledim. Ayrıca kendisini tanıdığımı bir kez daha tekrar ettim.. Özel uygulamalarından vazgeçmesinin iki nedeni vardı kanımca, birincisi; kimliğini biliyor oluşum ve bunu sık sık kendisine hatırlatmam, ikincisi ise; özel işlerini yaptırmasının diğerleri tarafından bilinmesinden duyduğu korkuydu. Bizde bu zaafını tespit ettiğimiz için gerektiği anlarda kullanıyorduk. Sonuçta almıştık bu tür uygulamaları tekrarlamıyordu artık.

Co!”

Esat Oktay’ın “kızım” dediği Co isimli köpeğini, biz kadın tutsaklar besliyorduk. Sabah yemeği için bizim hücreye getirilirdi. Her sabah yeni kesilmiş iki kilo yağsız kuzu eti, bazen de dalak, ciğer, yediriyorduk. Gardiyan, köpeğe her akşam kan içtirildiğini söylüyordu. Celladımızı kendi ellerimizle besliyorduk. Biz karnını doyurduktan sonra erkek arkadaşların üzerlerine saldırtmak için diğer koğuşlara götürüyorlardı. Bazen havalandırmada seslerine tanık oluyorduk. E.Oktay koğuşa her gelişinde köpeği de mutlaka yanında olurdu. Co’ya yemek verdiğimiz için bizi tanıdığını ve saldırmayacağını düşündüklerinden yemek yedirmenin dışında fazla getirmiyorlardı yanımıza.

Dayak ve aşağılama

Bir gün benimde içinde olduğum 7arkadaşa –Sakine Polat (Cansız), Gönül Atay, Cahide Şener, Fatma Çelik, Aysel Çürükkaya, Nuran Çamlı ve Halide (Halide’nin soyadını hatırlayamıyorum) keyfi olarak 2 gün hücre cezası verildi. Koğuşta temiz bir falaka faslından sonra hücreye indirildik. Her zamanki gibi bütün doğal ihtiyaçlardan men edildik. Akşam sayımında işkenceci ekip zil zurna sarhoş, kahkaha atarak, ellerinde zincirlerle hücreye geldiler. -Alay olsun diye zaman zaman isimlerimizle hitap eder, “nurancığım, sakineciğim, gönülcüğüm, ayselciğim” derlerdi. O akşam, böyle hitap etmeye karar vermişlerdi. Hepimize öncelikle 20-20 el falakasıyla seansımız başladı. Kadınlık onurumuzu aşağılayıcı sohbetlerinden sonra kendi aralarında bir mahkeme kurdular. Kara Bela hakim, Ömer çavuş savcı, diğerleri gah, infaz memuru gah savcı oluyorlardı. Sırayla isimlerimizi söyleyip, hakkımızda verdikleri cezaları tarafımıza tebliğ ettiler. Şöyle ki;

Kara bela,

“hepsi için 50’şer el, 50’şer ayak falakası talebiyle duruşmayı açıyorum”

Laz Mevlüt itiraz ediyor,

“50’şer az bulunduğundan, sayı 100’e çıkarılmıştır“.

Bu kez kara bela itiraz ediyor,

“75’te anlaşalım, ne acelen var yarak, nasıl olsa sabaha kadar kızlarla beraberiz 100’de geçeceğiz, ne güzel eğleniyoruz.”

Bu cezada karar kılıp uygulamaya geçtiler. Her bir elimize yetmişbeşer olmak üzere toplam 150 el sopası yedik. 10 copu çektikten sonra ellerimiz dirseklerimize kadar uyuştu, morardı. Cop inip kalktıkça moraran ellerimiz patlayıp kan akmaya başladı. Öyle ki artık ellerimizi açamaz hale geldik. Yine de sayı tamamlanmadı diyerek bu kez ellerimize –köpeklerin patilerini yukarıya kaldırdığını düşünün- o halde vurmaya devam ettiler. Ellerimiz bileklerden bağımsız olarak kendiliğinden düşüyor, tırnaklarımızın ucundan kanlar akıyordu. Bir süre sonra ellerimizi kaçırmaya başladık, bu kez içi demir olan coplarla rastgele vurdular. Tamamen güçsüzleşmiştik, coplar bedenlerimize indikçe boğazımız yırtılırcasına çığlık atıyor, bağırıyorduk, seslerimiz birbirine karışıyordu. Çığlıklarımız gecenin geç saatinde havalandırmada yankı yapıyordu. Durmaksızın vurarak verdikleri ceza sayısını bitirdiler.

Bu kez, her bir elimize ellişer olmak üzere yüz falaka da ayaklarımıza yedik. Ayaklarımızda kısa sürede ellerimizin durumuna geldi. Ayaklarımız altında yarıklar açıldı.

Yoruldukları için kara bela hakim sıfatıyla “5 dakika ara verilmiştir” dedi. Biz ise kendimizde değildik, hepimiz yerlerde inliyorduk, işkenceciler üzerimize abanmış vücudumuzun muhtelif yerleriyle oynuyor, “çok mu acıyor canım” diye alay ediyorlardı. 5 dakikaları dolmuş olacak ki, tekrar kara belanın sesi duyuldu, “ayağa kalkın ulan, amını siktiğim oruspular, bu akşam hepinizi tek tek sikeceğim.”. Bizi zorla ayağa kaldırmaya çalıştılar, patlayan ayaklarımız bizimle değildi, ayakta duramıyorduk. Ayağa kaldırma bahanesiyle bedenlerimize sarılıyor, iğrenç sapık isteklerini tatmin ediyorlardı.

Bu kez sözlü saldırıp, psikolojik olarak yönelmeye başladılar. Hepimizin burun, ağız, kulak, kaş, göz, kirpik, yanaklarımızdan, göğüslerimize kadar değerlendiriyor, hoşlarına giden yerlerimizde elleriyle geziniyorlar, “Gönül’ün burnu, Fatma’nınkinden güzel”, “Sakine, Nuran’dan daha endamlı”, “Cahide’nin memeleri daha iri değil mi” diyor, her birimize laf atıp, çirkin buldukları yanlarımızla da “sen bu çirkinlikle evde kalırsın kendine koca bulamazsın, bak biz varız, biz seni siker, hallederiz”, birbirlerine “yarak, onu önce ben sikeceğim”, “ne kadar çirkinsin, ben karı diye sikimi sana sokmam” diye çok iğrenç konuşuyor, histerik bir şekilde bağırıyorlardı.

Halide arkadaşımız bir kolundan özürlüydü. Dirsekten itibaren eli yoktu. Kalan et kısmı top halini almıştı. Halide’nin önce yüz hatlarıyla epey bir alay ettiler.. Kara Bela, arkadaşın özürlü kolunu tutarak zorla açmaya çalışıyor, bir yandan da “bomba atarken elinde mi patladı, kolsuz kahraman” diye onuruyla oynuyordu. Halide’nin kolunu biri bırakıyor, diğeri alıyor, aynı yöntemi uyguluyorlardı. Gerek fiili işkence, gerekse onurumuzla oynama seansları sabaha kadar sürdü. Hiçbirimiz de hal kalmamıştı. İyice yorulmuş, gönüllerini eğlendirmiş olacaklar ki, Kara Belanın “bu gecelik yeter, yarın geleceğiz kızlar” demesiyle hücrenin kapısını kilitleyip gittiler.

Aramızda evli, nişanlı arkadaşlarımız vardı ve bunların eş veya nişanlıları da aynı zındanda tutsaktı. İşkenceci ekip onları da tanıyordu. İşkence yöntemlerinden biri de; evli, nişanlı, kardeş, akraba, kan bağı, hemşeri bağlarını birbirlerine karşı kullanmaktı. Medeni durumlarını bilen arkadaşlarımıza eşlerinin adını vererek, “hiç seni sikti mi, amını beğendi mi” türünden hakaretler yapıyorlardı.


Yorumlar