Nasname yazarlarından Dara Cıbran, „Soykırım Mağdurlarıyla Diyalog ve Dayanışma“ metnini eleştirirken benim „aslen Ermeni“ olduğumu iddia ederek buna bağlı bir takım suçlamalarda bulunmuştu.
Ben de büyük bir ciddiyetle „verilerle tartışmaktan“ bahseden bu arkadaşa „aslen Ermeni“ olduğuma dair verilerini merak ettiğimi sordum. “R.Marasliya Acık Cevap” adlı yazısından anlaşılıyor ki benim “aslen Ermeni” olduğum konusunda bu arkadaşın somut bir belge ve verisi yoktur, dedikodu, yorum veya aktarımlara dayanarak konuşmuştur.
Ben de büyük bir ciddiyetle „verilerle tartışmaktan“ bahseden bu arkadaşa „aslen Ermeni“ olduğuma dair verilerini merak ettiğimi sordum. “R.Marasliya Acık Cevap” adlı yazısından anlaşılıyor ki benim “aslen Ermeni” olduğum konusunda bu arkadaşın somut bir belge ve verisi yoktur, dedikodu, yorum veya aktarımlara dayanarak konuşmuştur.
Dara, “.Ben aslen Ermeni olup olmadığımı bilmiyorum” diyen birine söylenecek fazla sözüm yok. Aslını bilmeyen biri ikinci üçüncü şahısların onunla ilgili belirlemelerine de kızmamalıdır en azından.“ diyerek söylenenleri gerçekten anlamadığı mı yoksa anlamazlıktan mı geldiği noktasında zekasından şüpheye düşürüyor insanı. “Aslen Ermeni olup olmadığımı bilmiyorum” derken yaptığım ironik eleştiriyi anlamayacak kadar saf mı?
D.C „Benim hareket noktam bizzat kendisinin sağa sola yaptığı anlatımdır. Biz rizgari sürecinde de bu arkadaşın ermeni olduğunu öğrendik” derken hangi „sağa sola“ bu konuda ne anlatmışım, rızgari sürecinde kimlerden ve ne vesileyle “aslen Ermeni” olduğumu öğrenmiş onun verilerini de sunmuyor. “Ben de birilerinden böyle duymuştum, kusura bakmayın elimde veri olmadan böyle konuştum” diyeceğine başka asılsız iddialara yönelerek baskın çıkmaya çalışıyor. İnsan nasıl olur da “kendisinin Ermeni olduğunu bilmeyen birinin bizzat sağa sola yaptığı anlatımlarıyla” onun Ermeni olduğunu öğrenmiş oluyor? İnsan birbiriyle çelişen birçok yalanı birbirine bağlamaya çalışırsa işte böyle ayağına dolanır...
Zaten anlaşılıyor ki bu arkadaşların niyeti “Soykırım” meselesini tartışmak değilmiş. Maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek.
Burada “Aslen Ermeni olmak” nitelemesi üzerinde bu kadar durmamın nedeni
“R.Maraşlı’ya Açık cevap” yazısında da iyice açığa çıktığı gibi bu sözün hem Ermenilere, hem de bana hakaret etmek, aşağılamak amacıyla kullanılmış olmasındandır.
“aslen Ermeni” olma, bana atfedilen suçlamalar için bir metafor işlevi görüyor:
- “Aslen Ermenisin” yani “senin aslın bozuk olduğu halde kendini gizliyorsun, ve böylece ben seni teşhir etmiş oluyorum, maskeni indiriyorum”
- “Aslen Ermenisin”, yani “kötülük saçmanın ve tutarsız olmanın temelinde bu etnik karakterin duruyor”
- “Aslen Ermenisin” yani “bir Ermeni olarak haddini bilmelisin, şunları şunları yapmalı, şunları bunları da yapmamalısın..” vb...
Ben Erzurum’da büyüdüm, orada Türk şövenistlerin yaptığı en büyük küfür birine “Ermeni tohumu” demektir. Bu söze yüklenen nefreti, aşağılamayı çok iyi biliyorum. Dara Cıbran soykırımın tartışıldığı bir yazıda biz kuzeylilerin çok tanıdık bir küfrünü “aslen Ermeni” diyerek bana yöneltmiş oldu..“Ermeni olma durumunu” bir aşağılama sıfatı olarak kullandığı için üzerine gitme gereği duydum.
TC devleti on yıllardan beri Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi için çalışanların “aslen Ermeni!” olduklarını ispatlamaya çalışıyor.Bu bir rastlantı değil! Osmanlıdan beri kullanılagelen bir yöntem... Psikolojik Harp Dairesi şehit edilen gerillaların çoğunun sünnetsiz yani Ermeni çıktığını propagandasını yaptı. Türk basını sık sık Apo’nun Ermeni olduğunu yazdı, hatta Çiller döneminin iç işleri bakanı Akşener, Öcalan’a hakaret etmek için “Ermeni dölü” dedi ona.
Diyarbakır Zindanında, cezaevi yönetimi sık sık tutsaklar arasında Ermeni avına çıkardı. Sünnetsiz bulunan Yezidi ve Süryani gençler de dahil “Ermeni” bulunan herkes extra işkenceden geçirilerek”Türkleştirilip Müslümanlaştırılır”dı.
Sıkıyönetim savcıları bütün sanıkları özellikle Ermeni olup olmadıkları yolunda özel bir araştırmaya tabi tutmaktaydı. DHB’nin lideri olarak yargılanan Garbis Altınoğlu, Ermeni oluşundan dolayı özel işkencelere maruz kaldıktan başka Askeri Savcı iddianamesine “Ermeni oğlu Ermeni Garbis..” diye başlayarak suçlamalarını sürdürmüştü.
Diyarbekir Rizgari davasının savcısı Turgay Çağlar bunu Ruşen Arslan ve Mümtaz Kotan’a itiraf bile etmişti: “Ailenizde Ermenilik olup olmadığını araştırttım. Dua edin ki temiz çıktınız, yoksa yanmıştınız!” 1915 soykırımının eleştirisini de yaptığımız Diyarbekir Savunmalarından oldukça rahatsız olan bu Savcı’nın benim ailemde Ermenilik olup olmadığını da araştırtmış olması büyük bir ihtimal.
Türk Devletinin, rejim muhaliflerinin etnik kökenini Ermeni olmaya bağlamaya çalışması nedensiz değildir. “Ermeni tohumu”, “Rum tohumu” laflarının psikolojik ve siyasal bir arka planı vardır ve bu soykırım süreciyle yakından ilgilidir. Ermeni kız ve kadınlarının öldürülmeyip cariye ya da kuma olarak alı konulmaları bir etnik tecavüzdü. Kendi dil ve kültürlerine, inançlarına yabancı, hatta düşman olarak yetiştirilmeye çalışılmış bir kuşak yaratıldı. Türk ırkçıları, şovenleri bunu, Ermeni ulusunun “piçleştirilmesi” olarak görüyorlar.
“Aslen Ermeni” belirlemesi işte bütün bu geçmişe anlamlı bir hatırlatma yapıyor: Bir dehşet, utanç ve aşağılama hatırlatması!
Soykırım sürecini tartışan birilerinin “aslen Ermeni” olarak nitelendirilmesi bu nedenle rast gele söylenmiş bir belirleme olarak görülmemeli. O, Sömürgeci rejimin yüz yıl boyunca oluşturduğu içi kan ve irin kokan bu hazır bir kavramı ödünç olarak kullanırken, aslında bunun zihinsel bir arka bulunmaktadır: Çünkü “aslen Ermeni” olduğunuz söylenerek, soykırım konusunda söylediğimiz her şeyin çürütülmüş olacağı varsayılıyor. Üstelik sizin suçlu, hain bir kişiliğe sahip olduğunuz söylenmiş oluyor! Zaten bu insanların amacı bu, benim tepki göstermemin nedeni de bu...
“Ermeni olma, Süryani olma durumunu” üstelik soykırım konusunun tartışıldığı bir yazıda hakaret ve aşağılama amaçlı olarak kullanılmasını kınıyor ve esefle karşılıyorum.
Konuyu toparlayacak olursam:
Görünebilir, izlenebilinir bir yakınlıkta Ermenilerle bir akrabalığımız yok. Dolayısıyla olmayan bir şeyi de hiçbir yerde söylemedim. Bu konulardaki sorulara ilk kez geçen yıl İsviçre’de Kürdistan Halk İnisyatifi’nin düzenlediği Soykırım paneli sırasında, bir cevap verdim. O da Nasname’ye haber olarak yansıdığı gibi “Anne tarafım Kürt, baba tarafım Türk. Ben bir melezim ama kendimi Kürt olarak kabul ediyorum.” biçiminde bir açıklamaydı.
1915 Soykırımı konusu birden bire durup dururken bugünlerde alıma gelen bir konu değil. 1982 yılından beri sistemli olarak bu konuyu araştırıyor, öğrenmeye çalışıyor ve bulunduğum her düzeyde bu konuda bir duyarlılık yaratmaya çalışıyorum. Konuyu mahkemelere de taşıdım.. Bunu Ermeni olduğum için değil, sosyalist düşünceye inanmış bir insan olarak yaptım/ yapıyorum. Eğer birileri sırf bu nedenle benim Ermeni olduğumu düşünmüşlerse bu onların sorunu.
Keza “Kürtlerin soykırımdaki tutumları ne oldu” sorusu da bugün aklıma takılan bir şey değil. 1989-90 yıllarında Eskişehir ve Aydın Cezaevlerinde hazırladığım “1915 Jenosidi” konulu kitabımı o tarihte bitirip dışarıdaki arkadaşlara göndermiştim.Bu çalışmada konu çok daha geniş ve ayrıntılı tartışılmıştı. Kitabın ana metni birçok arkadaş tarafından incelenmiş olmasına rağmen hiçbirinden şimdiye kadar "Soykırımda Kürt parmağı aramışsın, TC’yi aklıyorsun!” gibi bir eleştiri almadım.
Diyelim ki yayınlanmayan bu metin doğal olarak bütün Rizgari taraftarlarına ulaşmadı. Ama bugün bazılarınca çok garipsenen görüşlerimi 10 yıl önce Stêrka Rizgarî dergisinin Mayıs 1994’deki 2. sayısında yayınlanan “80 Yıllık Trajedi: Ermeni Jenosidi” (R.Maraşlı, s.40-47) başlıklı makalemde dile getirmiştim.
“Kürtler ve Jenosid” ara başlığında şöyle denmektedir: “Osmanlı hükümetinin planlı ve sistemli bu soykırım uygulamasına Kürt feodallerini ortak ettiği ve müslümanlık adına, yoksul, sefil insanları, sürgün edilen Ermeniler üzerine kışkırttığı da bir gerçek.” Ve Garo Sasuni’nin Kürtlerin soykırım sırasındaki konumuna ilişkin belirlemelerine atıfta bulunularak şu alıntıya yer verilmiştir: “3-.Hayret edilecek bir gerçek de 1915 jenosidinde reaya Kürtlerin, aşiretlerden daha kötü bir rol oynamalarıdır. Osmanlı idaresi aşiretlerden şüphe ettiği için reaya Kürtleri sahneye çıkarıp, kısa vadeli jandarma olarak görevlendirip silahlandırarak, Kendilerine Ermenileri kırmalarına ve bırakılmış olan mülkleriyle zenginleşmelerine izin verilmiştir. Osmanlı idaresinin kendilerine verdiği bu yetkiden şımaran reaya Kürtler, Ermenilerin başına tam bir bela kesilerek, son derece insafsız davranışlarda bulunmuşlardır, ve hatta şu veya bu aşiretin yanına sığınmış olan Ermenileri de Osmanlı makamlarına ihbar etmişlerdir”.” (s.44)
Makalenin diğer bölümlerinde de Ermeni ulusal hareketinin bastırılmasında Hamidiye Alayları’nın rolü, Kürt feodalitesinin Ermeni köylülüğü ile olan ilişkisi tartışılmaktadır.
Benim dışımda bu konuda yazmış olan başka arkadaşlar da var. Örneğin: Cemil Gündoğan, 1994 yılında Komal Yayınları tarafından basılan “1924 Beytüşşebap İsyanı ve Şeyh Sait Ayaklanmasına Etkileri” Kitabında “Ermeni kırımında Kürtlerin rolü “ konusunun, “Kürt yazınında belli başlı sıkıntılı konulardan birini oluşturduğunu belirterek şöyle demektedir. “Bilgi ve bulgular, Kürtlerin bu katliamlarda kullanıldığını gösteriyor. Dolayısıyla yapılması gereken, bunu inkar etmek değil, açıkça ortaya koyup mahkum etmektir. Bizzat ulusal davanın yükümlediği ahlaki sorumluluklar bunu gerektirmektedir. “(abç) (s.33)
Keza ilerleyen sayfalarda “... Abdülhamit günlerinden beri bilinçli olarak sürdürülen Kürt-Ermeni çatışması bu konjonktürde bir kere daha ürünlerini vermiştir. Ermeni yağmasından pay alan, Ermeni kırımına ortak olan Kürt işbirlikçileri, Kürt ulusalcılarının faaliyetleri karşısında kemalist paşaların en büyük destekçileri olmuşlardır.”(abç) ( Age. s.41) demektedir. Bu tespit bizim “Soykırım Mağdurlarıyla Dayanışma Girişimi” bildirgesindeki tespitle de örtüşmektedir..
Cemil Gündoğan,aynı kitabında Hamidiye Alayları’nın Kemalist’lerle birlikte 1918’deki anti-Ermeni kampanyaya katılışlarını da şöyle değerlendirmektedir:
“Bu saldırılara Hamidiye Alayları da katılmışlardır. () Ancak “Hamidiye” olarak değil, Meşrutiyet’ten sonra aldıkları yeni isimle. Yani Aşiret Alayları adıyla. Hatta Hamidiyelere karşı soğuk davranmış olan Dersim Kürtleri bile harekatın Erzurum’a kadar olan bölümüne iştirak etmişlerdir. ()
Ne var ki, Kürtler, bu davranışlarıyla sadece Ermenileri kovmuş olmadılar; yanı sıra kendi ulusal boyunduruklarının perçinlenmesi için gereken koşulların yaratılmasına da katkıda bulundular. Çünkü bu harekat, Ermenileri kovmanın yanı sıra, Kemalist hareketin oluşması için gerekli ortamı doğurmuştur. Nitekim doğruluğu kontrol edilemeyen bir anekdota göre, bu harekata subay olarak katılan ve daha sonra Beytüşşebap isyanını örgütleyecek olan Azadî örgütünün liderliğini yapan Cibranlı Halit, bu gerçeği daha o günden fark etmiştir. Anekdota göre, Ermeniler karşısında kazanılan son zafer günü herkesin şenlik yaptığı bir anda, Halit, yakın bir arkadaşına efkarlı bir ruh haliyle: “Bugün, bir gün bizim boğazımızı da kesecek kılıçları biledik!” demiştir. ( Anekdotu Şeyh Sait’in kardeşi Mehdi’ye atfen aktaran M.van Bruinessen, s.344 /Ağa, Şeyh ve Devlet – Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi: Öz-Ge Yayınları)” (C.Gündoğan, Age. S.38-39)
“Rizgari sürecindeyken” duyduklarıyla “ benim Ermeni olduğumu” öğrenen bu arkadaş ne yazık ki okuduklarından ise bir şey anlamamış gözüküyor
Çünkü O günden bugüne geçen on yılda hareketimiz içinde pek çok siyasal-teorik tartışma yapılmasına rağmen, ne kendisinden ne de başka hiçbir arkadaştan bu yazılanlar karşısında ne benim ne de Cemil Gündoğan’ın kitabıyla ilgili olarak “Ermeni jenosidinde Kürt parmağı arıyorsun, böylece TC’nin kanlı ellerini temizliyorsun!” eleştirisi gelmedi. Başka bir tür eleştiri de gelmedi. (Burada Cemil arkadaşı zikretmemin nedeni Komal’da yayınlanan bu kitabın eski arkadaşlar tarafından biliniyor olması, okunup, dağıtımının yapılmış olması nedeniyledir. Ayrıca kendisi Kürt ulusal hareketi içinde tanınıp sevilen, görüşleri bilinen bir arkadaştır.)
Buradan ortaya çıkan sonuç sizi “kendi saflarında!” gördükleri zaman yücelten, tabulaştıran, hiçbir eleştiri getirmeyen insanların, aranızda siyasal bir ayrılık olduğunda geçmişe doğru olarak da sizi “tu-kaka!” etmeleri, söylemlerinizde (ki bunu eskiden de söylemiş bile olsanız) kötülükler keşfetmeye başlamalarıdır. Bu da siyasal kadrolardaki müritçe bağlılık ve yine müritçe düşmanlık sendromuna tipik bir örnek oluşturmaktadır.
Gelelim tartışma konusu ile hiçbir alakası olmamasına rağmen, bir vesile yaratıp eski örgütsel-siyasal tartışma zeminlerine çağrılmam ve bu süreçte yöneltilen suçlamalar konusuna...
Bu konuda da meydanı dezinformasyona bırakmamak adına düşüncelerimi belirtmek istiyorum. Aslında her zaman olduğu gibi bu tür spekülatif yazılara cevap vermeyi düşünmüyordum, ama bir çok dost ve okuyucudan da bu iddiaların doğru olup olmadığını soranlar var. Cevap verdiğinizde gıdasını böyle polemiklerden alanlara yeni yeni malzemeler çıkacak. Cevap vermeseniz, bu kez de dezinformatik bilgilerin karşılıkları verilmediği için bir süre sonra hafızalarda sanki doğru bilgilermiş gibi kalma tehlikesi var. Bu nedenle okurların kafasına takılmış olabilecek soru işaretlerine cevap olmak üzere şimdilik bir iki noktayı belirtmekte fayda görüyorum.
Özeleştiri ve Yenilenme...
Ben bu konuları yerinde ve zamanında organlar önünde, toplantılarda, konferanslarda epeyce tartıştığımı düşünüyorum. Rizgari sürecimin köktenci bir özeleştirisini de yapmaya çalıştım. Yüzlerce sayfalık yazı ve doküman bıraktım bu konuda. Bir talihsizlik bu yazışma ve tartışmaların o günün koşullarında belli bir çevrede ve ilgili insanlarla sınırlı kalmış olmasıdır. Üzerinden neredeyse dört-beş yıl geçti. Bunların şimdi kamuoyuna açılıp açılmaması sadece benim bireysel olarak karar verebileceğim bir iş değil.
Rizgarî’de 1995’den beri yaptığımız “Özeleştiri ve yenilenme” çağrısı merkeziyetçiliğe ve lidere sıkı sıkıya sarılmış bir çevre tarafından reddedildi. Diğer arkadaşlar ise gücümüz yettiğince bunu yapmaya çalıştık. Bazı tartışmalarımız Sterka Rizgarî dergisinde “ÖZELEŞTİRİ ve YENİLENME” başlıkları altında kısmen kamuoyuna da açıklandı.
Bizim örgütsel yapılarımızın tamamı yukarıdan aşağıya örgütlenmiş, doktriner, mutlak merkeziyetçi, monolitik ve ideolojik aygıtlardır. Bırakalım tabandan yukarıya ya da çevreden merkeze doğru bir katılımcı demokrasiyi, kurullar içinde bile demokrasiden söz etmek çok zordur. Bizim Merkez Komitelerimiz adeta tek kişilik yapılmışlardır; birbirine eşit ağırlıkta iki insanı kaldırmazlar. Böyle bir durumda mutlaka çatışma çıkar, ya bölünme ya tasfiye olur. Bu örgütsel modelleri de, arkaik siyaset anlayışlarını da artık müzeye kaldırmak zamanı gelmiştir.
PRK/rızgari’nin de içinde olduğu Monolitik örgüt ve şeflik anlayışından kurtulmamız gerektiğini, bu örgütlenme ve siyaset biçimlerinin Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine ayak bağı olduğunu çok tartıştık, alternatifler geliştirmeye çalıştık. Fakat olmadı. Bir noktadan sonra eskiyi tekrarladığımızı düşündüğüm için yollarımız ayrıldı. İki yıldır da hiçbir siyasi yapılanmayla bağım yok
Bugün PKK’nin yaşadığı açmaza rağmen Kuzey Kürdistanlı diğer Kürt örgütlerinin hiçbirinin siyasal boşluğu doldurmak, gelişip güçlenmek bir yana kendilerinin de küçülmeye devam etmeleri, benzer örgütlenme ve siyaset yapma anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Eğer söylendiği gibi sorun sadece PKK’de olsaydı, PKK’den çok önce var olmuş bu örgütlenmelerin ve siyasi kadroların güçlü bir alternatif yaratmaları ve ortaya çıkan boşluğu doldurmaları gerekiyordu. Ama olmuyor. Çünkü bu yapılanmaların kendilerinin iç doğası da diğerlerinden çok farklı değil. Sadece İmralı konseptinin eleştirisi arkasına sığınarak ya da Güney’e destek çağrılarıyla avunarak ne kadar yol alınabildiği ortada.
Geldiğim yer kuşkusuz bir özeleştirinin sonucudur. Çok sevdiğim bir duvar sözü var: “Özeleştirinin en dürüst şekli intihardır.” der.. Eğer yanlışlarımızdan dolayı intihar etmeyi düşünmüyorsak, siyasi hayata katılımımızı başka biçimlerde organize etmek durumundayız.
Tarihsel misyonunu fazlasıyla tamamlamış bu bürokratik örgütlenmelerden ve siyasi alışkanlıklardan gelen herkesin -kendim de dahil!- uzunca bir süre benzer yapılar içinde misyonlar yüklenmekten kaçınmalarının daha hayırlı olacağına inanıyorum. Aldığımız siyasi kültür kendisini her gün yeniden üretiyor. Bazı olumsuz özelliklerimiz var ki bunlar uzun yıllar içinde artık bir refleks haline dönüşmüş. Bu ortamı besleyen eski yapıları devam ettirerek değişmeye çalışmamız ise mümkün değil.
Deneyimlerimizi aktarmak gerektiği meselesine gelince: İşin doğrusu neler yapmamamız gerektiği konusunda, kafamızı oraya buraya çarparak biraz netleştik sayılır. Ama “ne yapmalı?” konusunda deneyimlerimizin bir işe yarayacağına pek emin değilim:
Bunu veciz biçimde anlatan bir karikatür geliyor aklıma: Kendisine bilgisayar konusunda öğüt vermeye çalışan babasına“Ama..” diyordu çocuk, “senin deneyimlerinden yararlanamam baba, çünkü sizin döneminizdeki programlar artık kullanılmıyor!” İşte gerçeğimiz bu. Dünyayı yeniden ve yeniden öğrenebildiğimiz kadar katılacağız oyuna...
Örgütsel ilişkiler bakımından yolumu ayırmış olmakla birlikte bu, geçmişin sorumluluklarını reddettiğim anlamına gelmiyor. Tersine Rizgari sürecinin doğru ve yanlışlarını, üzerime yüklediği tüm sorumlulukları da kabulleniyorum. Bu sürece ilişkin kişisel tartışmalar gündemimden çıkmış olmakla birlikte, yöntem konusunda anlaşmak koşuluyla sürecimizi tartışmaktan da, hesap vermekten de kaçınmam.
Ne ki çoğu kişinin muhasebe yapmaktan anladığı şey vergi kaçırmak olduğu için haliyle kimsenin hesabı bir diğerininkini tutmuyor! Anlamsız didişmeleri ısıtıp ısıtıp malzeme yapmanın ise önümüzdeki sorunların çözümüne hiçbir faydası yok.
Örneğin “R.Maraşlı’ya Açık cevap” yazısında kullanılan yöntem son derece kirlidir.
Bir insan siyasi rakip gördüğü kişileri ihbar, deşifrasyon ve polise hedef gösterme gibi çabalara girişiyor ama kendisini takma isimle korumayı da ihmal etmiyor. Bayağı bir siyasi şantajcılık yapılıyor: “Sen bizim hoşumuza gitmeyen fikirler tartışırsan, biz de senin hoşuna gitmeyecek eski örgütsel konuları ısıtıp ısıtıp önüne koyarız!!” demeye getiriyorlar!
Bu siyaset yapma tarzını, söylemi ve mantalitenin adresini iyi tanıdığımı sanıyorum. Kendine özgü bir tezle, bir düşünce ve proje ile ortaya çıkmak yerine, bir hasım bulup, onunla polemik yapmak, sataşmak, sansasyon yaratarak kendini tartıştırmak gibi eski bir alışkanlık halen kendini sürdürüyor. Birilerine dalaşmadan bir fikir ileri süremiyorlar! Hayatı bir komplolar yumağı olarak anlayan ve buna karşıda entrikalarla karşılık vermeye çalışan bir paranoya içinde, kendilerini özel bir dünyaya hapsediyorlar. Zamanın kendilerini haklı çıkardığını görmek için sürekli aynı yerde duran bir saat imleci kadar kadar da kararlılar.
Bu tip polemik ve geçmişe ilişkin suçlamalarla örülü yazılar bu arkadaşların karakteristik özelliği oldu. Havalardan bile mevzu açılsa, bir yolunu bulup, lafı mutlaka takıntı yaptıkları sorunlara getiriyor; “haa bu havalar mı, bu havaların birinde filan kişi böyle yapmıştı, falan iş böyle olmuştu” diyorlar. “R.Maraşlı’ya açık cevap” yazısında dile getirilen iddialar, PRK/rizgari’nin eski genel sekreteri Mümtaz Kotan tarafından da geçen yıl Nasname’de yayınlanan bir yazısında sorular biçiminde bana sorulmuştu. Kotan ne de olsa hukuk bilgisi olduğu için kesin yargı yerine kuşku ve iddialar biçiminde dile getiriyordu suçlamaları.
Diğer yandan PRK/rizgari 1.Kongre Bildirgesi’nde başta eski Genel Sekreter Mümtaz Kotan olmak üzere birçok parti yöneticisi ve kadro hakkında Kongre’de verilen raporlar doğrultusunda çok ciddi iddialar içeren soruşturma dosyaları olduğu açıklanmıştı. Kongre öncesi mutabakatında da kabul etmiş olmasına rağmen Kotan, içeriğini yakından bildiği bu iddiaların hiçbirine şimdiye kadar açıklık getirmedi. Bunun önünü kesmek için de kendini mağdur göstermeyi ve karşı suçlamalar geliştirmeyi yeğliyor. Bu nedenle de dışarıdan izleyenler için “karşılıklı iddialardan” oluşan bir hesaplaşma görüntüsü ortaya çıkıyor. Bunun yanı sıra aslında esas mağdur durumda bulunan kadroların, parti emekçilerinin sesleri ise çok fazla duyulmuyor. Onlarca örgüt emekçisinin şikayetleri, hak-hukuk arama çabaları var., Sonuçta davalı ve davacı bir hayli fazladır. Bu durumda böyle bir tartışmanın sadece belli insanlar arasındaki dar bir hesaplaşma olarak kalması düşünülemez.
Yaklaşık 25 yıllık örgütlü siyasi yaşamımın 14,5 yılını cezaevlerinde, geri kalanını da kaçak-illegal bir mücadele yaşamıyla geçirdim. Yakından tanık olduğum, yaşadığım nice olay var. Üç ay hapis yatıp bundan üç tane roman çıkaran, bir olay yaşayıp bundan derin mağduriyetler edebiyatı yapanları görünce hayret ediyorum. Mücadelenin zorlu yollarında birbirleriyle zayıf yanlarını da paylaşan insanların, siyaseten yolları ayrıldığında bunları nasıl malzeme olarak kullanabildiklerini de esefle izliyorum. Peki politikanın da bir ahlakı olmamalı mı?
Bu arkadaşlar,rahat zamanlarında hukuku ortadan kaldırmış olmalarına rağmen, dara düştüklerinde “hukuk”u yardıma çağırıyorlar. Olsun, hukuk ölçülerimizin olması her halükarda gereklidir. Uygarlıkla hukuk arasında doğru bir orantı var. Bu açıdan tartışmalarda genel geçer hukuk ölçülerinin olmasını istemek herkesin hakkıdır; ben buna bir de akademik bir ciddiyet ve siyasal ahlak öğeleri de eklemek istiyorum. Eğer geçmiş sürecimizi gerçekten mercek altına alıp, yanlışların kaynağına inilmek, nesnel olarak ne olup bittiği anlaşılmak isteniyorsa, ciddi bir tartışma yapmak gerekiyor.
Bunun için de öncelikle Rizgari’nin son 20 yıllık parti arşivini elinde bulunduran PRK/rizgari eski Genel Sekreteri, bu arşivleri sadece kişisel iddialarına dayanak olarak düzenleyip-kullanmaktan, şantaj malzemesi olarak görmekten vazgeçerek arşivleri tarafsız, akademik veya hukuk eksenli saygın bir Kürt kurumuna teslim etmelidir.
Sadece bir kişinin değil bütün Partililerin bu arşivden yararlanma hakları vardır. Bu bir hareketin kolektif bir hafızasıdır, o hafıza yüzlerce eski-yeni kadronun emeklerinin, birikimlerinin, özlem ve düşüncelerinin tanığıdır. Bir kişinin özel mülkü gibi kullanılması ahlaki değildir. Özellikle 80’li yıllardan bu yana yapılan tüm toplantıların ses ve kimilerinin görüntü kayıtları önemli tanıklıklar içerir. Bunların ayıklanmasının, tahrif edilmesinin, bir manipülasyon aracı olarak kullanılmasının da önüne geçilmesi gerekir.
Böylece ilgili herkesin bu belgelere ulaşabilmesi, yararlanabilmesi, belgelerin doğru veya yanlışlığının anlaşılması, araştırmacılar tarafından incelenebilmesi de mümkün olur. PRK/rizgari yapılanmasını sürdürme iddiasındaki arkadaşlar da ellerindeki soruşturma dosyalarını, belgeleri, böyle bir kurumda toplayabilirler. Aynı şekilde bu sürecin tanığı veya tarafı olan bütün insanlar, tanıklık veya belgelerini burada toplayabilirler. Böylece hem tarafların, hem de araştırmacıların başvurabilecekleri, tartışmalara temel alınabilecek ULAŞILABİLİR ve DENETLENELİR, sağlıklı bir başvuru kaynağı ortaya çıkar.. Yoksa “ben böyle iddia ediyorum, tersini sen ispatla” mantığı ne hukukla bağdaşır ne de siyaset ahlakıyla.
Bu nesnel zemin üzerinde, birikmiş eski hesaplarını görmek isteyenler, tarafsız gözlemcilerin, dostların katılımıyla da yapılacak YÜZLEŞME KONFERANSLARI da düzenleyebilir. Kendi güvenliğinden çekinenler varsa Kürt örgüt ve kurumlarından toplantıyı korumalarını isteyebilir, başka her türlü makul tedbirler de alınabilir. Yani ne kuşkuya, ne de kuşkuyu bahane yapacak şeylere izin verilmeden açıklık ve güvenlik bir arada sağlanabilir. Ben böylesi çok taraflı, belgelere ve tanıklara dayalı bir yüzleşmeye varım. İddialar, suçlamalar ve gerilimlerden sonra en azından YÜZLEŞEBİLMEK önemlidir. Bu yöndeki çabalara katkı yapabilirim. Kişisel düzeyde spekülatif tartışmalara girmeyi ise kendi adıma ne anlamlı ve ne de yararlı görmüyorum.
Genişçe tartışmayı yukarıdaki önerilerime bağlı olacak tanıklı ve belgeli bir ortama bırakarak kısaca belirlemek gerekirse:
-Ortada ne ölen, ne öldüren olmadığı halde bir cinayet davası görülmesi çok garip (30 yıllık Rizgari sürecinde 1978 ayrışma sürecinde Mürsel Delen’in öldürülmesi olayı dışında, ne kendi içinde ne de başka guruplarla arasında hiçbir cinayet ya da infaz olayı yoktur. Bu olayla ilgili olarak da eski Genel Sekreter’in yıllarca ayak sürümesine karşın, 1999 Kongresinde .PRK/rizgari hem özeleştiri yapmış hem de Mürsel’i “Parti şehidi” olarak kabul ettiğini açıklamıştır.)
-Açıklıkla ifade edeyim ki benim bulunduğum hiçbir organda, hiçbir toplantıda, hiç bir düzeyde kimseyle ilgili şiddet kullanma ya da ölüm kararı alınmamıştır. Ergül Kıyak’la ilgili alınan karar ise sadece parti tüzük ve iç tüzüğüne uygun olarak yapılmış bir görevden alma, disiplin soruşturması ve ihraç kararından ibarettir.
-Bana sorumluluk izafe edilen bazı olaylar sırasında ise Ankara Kapalı cezaevinde tutuklu bulunuyordum (1997-98); Örgütün merkezi yapısı da kalmamıştı, alanlarda birbirlerinden bağımsız hareket eden otonomlar bulunuyordu;tutuklu olduğum için hiçbir örgütsel yetki,görev veya sorumluluğum bulunmuyordu. Ayrıca operasyonlar nedeniyle de dış ilişkimiz oldukça sınırlıydı.
-Mutlak merkeziyetçi örgütlerde, siyasi hareketlerde ayrışma, bölünme dönemlerinde siyasal gerilimin arttığı ve şiddet eğilimlerinin geliştiği bir olgudur. Hareketimizin böylesi kaotik dönemlerinde, içten ve dıştan yapılan kışkırtmalara rağmen gösterdiğimiz sağduyu ve hukuka bağlılık, bu şiddet eğilimlerini olabildiğince frenlemiş, aslında kan dökülmesini bekleyenlerin heveslerini de kursaklarında bırakmıştır. Parti belgeleri açılır ve tanıklar dinlenirse iddiaların tersine duyarlılığımızın şiddet eğilimlerinin önünü tıkadığı görülecektir.
-Hele hele 1999 yılından sonraki anlatımlar tümüyle uydurmadır,ölüm kararları vb almak bir yana Kongre tarafından doğrudan seçilen Disiplin Kurulu “ölüm cezası” kavramını partinin tüm iç tüzük ve hukuksal metinlerinden çıkarmıştır.
Sonuç Olarak:
Rizgari tartışmalarının önemli bir özelliği bu tartışmalarda birbirini eleştiren tarafların eleştirilerinin ideolojik politik bir eksenden çıkarak kimin nerede ne yaptığı gibi sorulara dayanmasıdır. Politik ayrılıklar kişisel düzeylere indirgenmesi ve kişileri hedef alan bir söylem ile politik tartışmalar marjinalleştirilmesi yanlıştır. Rizgari hareket ve geleneğinin bu şekilde marjinalleştirilmesi sonucu örgüt içi mücadelenin, dedikodulara dayanan, görünüşte kimin haklı kimin haksız olduğunun araştırıldığı tartışmalara indirgenmesi hiç şüphesiz ağır ve bağışlanamayacak bir hatadır. Yeni kuşakların bu tartışmalardan çıkaracağı sonuç misyonunu tamamlayan ve kendini zamanın gerekliliklerine uyduramayanların düşmanları yerine kendi imhalarına giriştiğini görüp acı duymak olabilir ancak. Bu nedenle, geçmiş ile hesaplaşma adı altında eskinin hastalıklarını sürdürmenin ve kişisel linç teşebbüslerinde bulunarak şu yada bu şekilde ortak olduğumuz bir trajediyi saklama teşebbüslerinin bir yararı yoktur. Mücadelenin kendisine en ihtiyaç duyduğu bir anda Rizgari bir örgüt olarak misyonunu yerine getiremedi, bu gerçekliğin acısını her gün duyan biri olarak kendimi sözde politik ancak tümüyle kişisel kavgalarda bir taraf olarak ilan etmemeye kararlıyım.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, hukuksal olarak da siyaset ahlakı olarak da, bilimsel açıdan da iddia edenin iddiasını ispatlaması kendi sorumluluğudur. PRK/Rizgari’nin eski yönetici ve kadroları için Kongre’de alınmış çok ciddi iddialar içeren soruşturma dosyaları da bulunmaktadır. Ancak bugün Rizgari bir örgüt olarak bu iddiaları soruşturacak bir yerde değildir. Bu nedenle tartışan taraflar kendi haklılıklarına ne kadar inanırlarsa inansınlar, objektif bir yargıda bulunmanın ve tarafsız bir şekilde karar vermenin ne kadar zor olduğunu görmeleri gerekir. Hem suçu işleyen, hem kurban aynı zamanda yargıç ve de savcı rolüne bürünerek kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek mümkün değildir. Bugün şu ya da bu şekilde birbirini suçlayanların bu gerçekliği görmeleri gerekir. Bir kez daha yinelemeliyim ki: Bu nedenle Rizgari arşivinin bağımsız ve saygın bir Kürt kuruluşuna ya da uluslararası düzeyde saygınlığa sahip bir kuruluşa devr edilerek, arşivlerde adı geçenlerin güvenlikleri sorunu göze alınarak belirli bir süre sonunda açılmasını sağlamak gerekir.
Tarihsel sorumluluklarının bilincinde olanların halkın ve tarihin olayları net bir şekilde yargılamasını sağlayacak adımlar atmaktan kaçmaması gerekir. Bu nedenle tarihsel sorumluluklarımızı bilerek ve her şart altında halkımızın mücadelesi esas alarak hareket etmek zorundayız. Bu hepimizin görevidir.
Recep Maraşlı
07.11.2004
Yorumlar
Yorum Gönder