Trakya pogromu, Struma faciasi ve Sebataycılık tartışmaları
Arkadaşlar,
Ben de şu sıralarda İstanbul\'daki Sinagog Katliamları nedeniyle \"Türkiye\'de Anti-semitizm\" konulu bir makale yazmak üzereydim. Forum Kurdistan’da Struma olayı üzerine bir tartışma başlamış olması nedeniyle yazı biraz “erken doğum” yapmış oldu. Lakin fark etmez. önemli olan konunun kendisidir.
Hüseyin\' mahlasıyla yazan arkadaşın Struma olayı ile ilgili aktardığı bilgiler büyük oranda doğrudur. Bu bilgilere sadece bazı katkılar yapabilirim.
Fakat Türkiye’deki anti-semitizm sadece Struma olayında değil 1934 yılında 15 bin Yahudi’nin göç etmesine neden olan Trakya provokasyonu, Varlık vergisi ve 6-7 Eylül olaylarında da teşhis edilebilir.
Nedense Yahudilerin Türkiye’de hiç bir zaman ayrımcılığa, baskıya maruz kalmadıkları, hatta mutlu-imtiyazlı bir azınlık oldukları gibi bir yanlış bir inanış vardır. Resmi propaganda tarafından örnek bir alicenaplık olarak sunulan, anti-semitikler tarafından da tersten bir saldırı referansı olarak kullanılan bu düşünce nereden kaynaklanıyor?
Belki de Ermeni ve Rumlarla kıyaslandığında ne Osmanlı ne de Cumhuriyet bürokrasisinin Yahudilerle herhangi bir savaş yapmamış olması, Yahudilerin ulusal bağımsızlık ya da toprak talepleriyle karşılaşmamış olması böyle bir farklılık algılanmasına neden olmuş olabilir. Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğuyla İspanya sürgünü Yahudilerin (Seferdim), Sultan II.Mehmet döneminden beri İstanbul’da yaşıyor olmaları, kendilerine o zamandan beri dinsel cemaat statüsü tanınmış olması; Sarayla her zaman dostane ilişkiler sürdürmeye özen göstermeleri ek bir neden olarak sayılabilir. Yanı sıra kapitalizmin gelişmesiyle birlikte Selanik’te palazlanan Yahudi ticaret sermayesinin siyaseten etkili olmasının da bu yargıyı besleyen bir arka plan oluşturduğu söylenebilir.
Yaklaşık 300 yıl önce Musevi bir din adamı olan Sebatay Sevi, Musevilikle İslam dinini sentezleyen bir inanışı örgütledi. Osmanlıların „dönme“ olarak adlandırdıkları Sebataycılık özellikle Selanik’teki Yahudi tüccarlar arasında rağbet buldu. Böylelikle tümüyle İslam unsurlardan oluşan Osmanlı bürokrasisinde yer alma ve toplumu siyaseten de etkileme şansı elde edeceklerini düşünüyorlardı. Geleneksel Musevi cemaatiyle ilişkileri koptuğu için kendi aralarında dayanışmacı Masonik bir örgütlülüğü yeğliyorlardı. Sınıfsal ve etnik konumları onları politik olarak Jön-Türk hareketini ve Meşrutiyeti, Kemalizmi ve Cumhuriyeti desteklemelerine yol açtı.
Oysa Yahudiler de diğer gayri Müslim toplumlar gibi Cumhuriyetçin etnik yok etme politikasından nasiplerini almışlardır. Yukarıda saydığımız sindirme, asimilasyon politikaları,Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarında Rum ve Ermenilerle birlikte hedefte olmalarının yanı sıra özel olarak Yahudilerin uğradığı baskıları da örneklemek mümkündür.
1934 yılında Trakya\'da Yahudilere dönük provokasyon girişimleri sonucu 15 bine yakın Yahudi’nin evlerini terk ederek İstanbul’a kaçması unutulmaması gereken bir örnek oluşturuyor.
Trakya\'da özellikle süt ürünleriyle ilgili ticarette nüfuz sahibi 30 bini aşkın Yahudi yaşamaktaydı. Trakya\'da Yahudilere dönük bir kampanyayı başlatan Cevat Rifat Atılhan, Nazi Almanyası\'nda Julius Streichet\'in yanında siyasi eğitim görmüş, İstanbul\'a döndüğünde Milli İnkılap Dergisi\'ni çıkarmaya başlamıştı. Yazdığı yazılarla Yahudi düşmanlığını harekete geçiren Atilhan’ın, Yahudilerin sömürücü oldukları temasıyla başlattığı anti-semit kampanya kısa süre de militanların girişimleriyle saldırılara dönüştü.15 bine yakın Yahudi evlerini terk ederek İstanbul\'a doğru kaçmaya başladı. Saldırılarda evler, is yerleri yakılıp yağmalanıyor. İnsanlar dövülüyor, kadınların ırzına geçiliyordu. Olaylar sırasında bir de onbaşı öldü. Neden sonra ancak olayların 4. gününde Ankara müdahale etti. Sorumlu tutulan bazı insanlar tutuklandı.
Yine II. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanya’sının zulmünden kaçan pek çok Yahudi Türkiye’ye göç etmekteydi. Bunların içinde kendi dallarında uzman bilim adamı ve sanatçılar da bulunmaktaydı. 1938\'de Türkiye\'ye dönük Avrupa’daki Yahudi göçünün önlenmesi için bir yasa tasarısı verildiyse de kabul edilmedi. Fakat özellikle siyaset bürokrasisi içinde Almancı eğilimin güçlenmesine koşut olarak hükümet Yahudi düşmanlığını resmi bir politika haline getirmenin işaretlerini vermeye başladı. „Azınlıklar“ı ekonomik ve siyasi sıkıntıların sorumlusu olarak gösterilen söylemlerin dozajı sertleşerek artması bunun bir göstergesidir.
Bu süreçte dönemin başbakanı Refik Saydam\'ın emriyle ülkenin tek Resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin isine son verildi. Bu arada ayni günlerde 6 Musevi genç Yahudiliği yaymak suçlamasıyla yargılanmaya başladı. Bu gençlerin evinde bulunan 700 kitaptan sadece 7 tanesi Siyonizm hakkındaydı.
Aynı günlerde yaşanan „Struma Faciası“ gelişmelerin seyri hakkında ürkütücü bir manzara ortaya koymaktadır.
1941 yılının aralık ayında Nazi kontrolündeki Romanya Hükümeti ülkedeki Yahudileri toplamaya başlamış ve bu kırımdan kurtulmak için 769 Romen Yahudisi Köstence limanından „Struma“ adında eski ve bozuk bir gemiyle Karadeniz\'e açılmıştı. Gemi 11 Aralık 1941 tarihinde İstanbul/Sarayburnu açıklarında arızalandığında Yahudiler, Türk hükümetine Filistin\'e gitme taleplerini iletti. Ancak Türkiye ne geminin geçişine ne de karaya çıkmalarına izin veriyordu. Boğazlar Sözleşmesine aykırı biçimde geminin boğazlardan geçişinin engellenmesi ve nasıl bir yasal dayanakla Karadeniz’e çıkarıldığı soruları ise yanıtsızdır. Sonradan açıklanan bilgilerden İngiltere hükümetinin de geminin Filistin’e gitmesi için vize vermediği anlaşılmaktadır. 2.5 ay bir cüzamlı adası gibi denizde karantina altında tutulan gemide bulaşıcı hastalık ve açlık baş göstermişti. İstanbul’daki Musevi cemaatinin ve Kızılay’ın gemiye ulaştırmaya çalıştıkları giyecek ve yiyecek yardımları bu insanların kaderini değiştirmeye yetmedi. Gemiden ancak birkaç şanslı kişi çeşitli gerekçelerle karaya çıkmayı başarabildi.
Siyasi pazarlıklar zulümden kaçan Struma yolcularının denizin ortasında kaderlerine terk edilmesiyle sonuçlanır. 24 Şubat 1942’de Gemi İstanbul limanından kovularak Karadeniz’e geri gönderilir. Gemi ya Alman denizaltılarınca bilinçli olarak ya da yanlışlıkla, Balkanlar\'dan Adriyatik\'e yapılan nakliyatı engellediğini sanan bir Sovyet Denizatlısı’nın gönderdiği torpil sonucu batar. İşte, günün koşullarında, Struma yolcularına yaşatılan çilenin ve top yekun ölümle biten bu korkunç facianın özeti. Yolculardan sadece bir kişi sağ olarak kurtuldu. Olayın duyulması üzerine bir açıklama yapan başbakan Refik Saydam sorunu bir cümleyle özetlemekteydi;
\"Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekan olamaz.\"
Struma faciası, Türkiye’nin Nazi Almanyası’na karşı sürdürdüğü bir politikanın sonucu yaşanmıştır. Bir yolcu gemisinin boğaz suları dışına atılması Montrö Boğazlar sözleşmesine de aykırı bir uygulamadır, eşi benzeri yoktur. Keza Boğazlardan geçişine izin vermemek de uluslararası sözleşmelere aykırıydı. Kaldı ki bulaşıcı hastalık görülen gemilerin karantinaya alınması uygulaması gibi bir “mevzuat” bulunmakla beraber, karantina tedavi ve koruma amaçlı bir tedbirdir. Gemi yolcuları toplu olarak bakıma alınıp tedavi edilebilirdi. Burada imha amaçlı bir dışa atma eylemi söz konusudur.
Yalnız şiddet değil, anti-semitizm ve kolektif suç mantığı da kınanmalı..
Sinagoglara yönelen şiddet hareketi, insanlara sadece dini inancı ve etnik kimliği nedeniyle “kolektif suçlu” olarak görülüp cezalandırılması gibi korkunç bir mantığa dayanıyor. Olayın dehşet boyutunu kınayan açıklama ve arka planı yorumlamaya çalışan tahlilleri okuduğumuzda insanın dudağı uçukluyor adeta. Kimileri “yoldan geçmekte olan ve Yahudilikle ilgisi olmayan masum insanlar”dan bahsediyor. Yani saldırıya yapanları adeta “dikkatsizlikle” ve “Yahudi olmayanların da hayatını tehlikeye attıkları” için eleştirmekte. Ölenlerin hepsi Yahudi olsaydı mesele olmayacaktı gibi mesajlar çıkıyor. Kimileri koruma görevlilerine hayıflanıyor. Kimileri saldırının “Dışarıdan” yapılmış olmasını diliyor vb. Analizciler yoğunlukla, Ortadoğu, Amerika – İsrail ilişkileri, El kaide meselesi vb. Üzerinde duruyorlar.
Bu gibi saldırıların istihbarat örgütlerinin masalarında planlanmış olması elbette mümkün. Ya da dinsel fanatizm içindeki örgütlerce de yapılmış olabilir. Ama her olasılıkta da bu saldırının kendisine Yahudileri bütün dünya için kollektif bir düşman ve tehlike olarak gösteren “anti-semitist” ideolojik arka plan ile meşrulaştırdığını görmek lazım.
Ve bir zamanların yükselen “anti-komünizm” manipülasyonu gibi, dünyadaki sosyal-siyasal sorunların temelindeki çelişki ve çözümleri gözden kaçırmak amacıyla yoğun bir “Yahudi düşmanlığı” pompalandığına da dikkat çekmek istiyorum.
Devlet politikalarına her zaman “sol”dan ideolojik destek vermiş olan Türkiye’nin Kemalist solcuları da, bugün moda bir akım olarak yakın doğuda ve dünyadaki bütün olumsuz gelişim ve değişimleri de “işin içinde Yahudi parmağı” bularak açıklamaya başlamışlardır. Türkiye’de aklı başında ne kadar bilim insanı, sanatçı varsa onların neredeyse hepsinin “gizli Yahudi”, “Sebataycı” oldukları gibi bir cadı avı başlatılıp, isimleri adresleri akrabalarıyla soy sopuyla birlikte “gizli kolektif düşman” olarak hedef gösterilmesinden tutun da, Güney Kürdistan’ın “Küçük İsrail” olarak ilan edilmesi, Barzani ailesinin “Yahudiliğinin keşfedilmesi” gibi popüler bütün söylemler, hepsi anti-semitizmi beslemekte veya buradan kalkınmaktadır.
İtiraf etmeliyim ki ben de “Sebataycı” olmakla “suç(!)”lanıncaya kadar bu konunun bu kadar saçma sapan bir hal aldığının farkında değildim. Bu söylem asıl olarak “özbe öz Türk” olanları, “gerçek” Müslümanları, Türk ve Arap milliyetçiliği ile İslam fundemantalizmini destekleyen bir zihni alt yapıya sahip. Türkiye’yi “gerçek” Türkler ve “gerçek” Müslümanlar yönetmiyorlar ve bütün kötülüklerin kaynağı da bu. Gerçek Türkler ve gerçek Müslümanlar bu “gizli Yahudi dönmeleri”nin onların ilişki ve bağlantılarını deşifre edip iktidarı ele aldılar mı Türkiye’nin bütün sorunları çözülmüş olacak! Ama böylelikle cıvık cıvık bir Türk şovenizmi yapmakla kalmıyor, TC devletinin militarist bürokratik yapısını (Özellikle Ordununun rolü ve işlevini) de gözden kaçırmaya, hedefi saptırmaya da yarıyor. Sosyo-ekonomik, toplumsal analizlerin yerini, gizli tarikatların izini kovalayan gizemli ve falcılığa benzeyen bir metafizik bir söylem alıyor.
Güney Kürdistan’daki özgürlük hareketini Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını boğmak mı istiyorsunuz. Anti-semitizm hemen imdada koşuyor, bunun bir Yahudi planı olduğunu, Barzani ailesinin de zaten Yahudi dönmesi olduklarını, Güney Kürdistan’daki devletin de “Küçük İsrail” olacağı söylemi geliyor. Baasçı Arap milliyetçiği, Kemalist Türk şovenizmi, pek barışık olmasalar da bir başka boyuttan Sünni ya da Şii dinsel fanatizmiyle de bu noktada korelasyonlar kurarak bir “Yahudi heyulası” dolaştırıyorlar.
İsrail’in devlet politikalarına, Filistin’de uyguladığı şiddete karşı çıkmak başka bir şey ama her bunalım dönemlerinde toplumsal öfkesini maniple etmek üzere süslenip püslenip piyasaya sürülen “anti-semitizm” oltasına takılmak başka bir şey.
Sinagog katliamlarını lanetlerken anti-semitizmi unutmayalım, hem de hiç!
Yorumlar
Yorum Gönder