"Türkiye solu Ermeni Soykırımı’nı görmezden geldi" / Yazar Recep Maraşlı ile söyleşi / Rewşan Deniz

 


Dosya Haberleri —

Ermeni soykırımı

Ermeni soykırımı

Yazar Recep Maraşlı ile Türkiye’de sol ve komünist hareketlerin Ermeni Soykırımı meselesinde resmi ideolojinin ne kadar uzağında durduğu ve ona ne kadar karşı çıktığını konuştuk:

  • 68’ kuşağı devrimci hareketinin en parlak teorisyen ve örgütçülerinden biri olan İbrahim Kaypakkaya, 1972’de Ermeni meselesine parmak basan ve Ermeni halkının “tarihsel haksızlığa” uğradığını söyleyerek yolu açan ilk kişidir. Kemalizmin radikal bir eleştirisini yapması ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına devrimci yaklaşımı ile de diğerlerinden ayrılmıştır.
  • Ermeni Soykırımı üzerine asıl tartışmalar, ASALA’nın diplomatlarına yönelik eylemleri üzerine yükselmiştir. ASALA’nın ilk kez 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’de de eylem yapması, Levon Ekmekçiyan’ın idam edilmesi, Artin Penik adlı yaşlı bir Ermeni'nin kendini Taksim’de yakması gibi dramatik olaylar; 1915 soykırımı ve Ermeni meselesi nedir ne değildir tartışılmasını ateşledi.

REWŞAN DENİZ

Bugün 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı'nın yıl dönümü... Ermeni Soykırımı, Osmanlı döneminde yaşayan Ermenilerin 1915 ilkbaharından 1916 sonbaharına kadarki dönemde fiziksel olarak yok edilmesini ifade eder. Kaynaklara göre soykırım sırasında yaklaşık 1,2 milyon Ermeni katledildi. Ermeni Soykırımı’nın yıldönümü olarak kabul edilen 24 Nisan’da soykırım kurbanlarını anmanın yanı sıra soykırım farklı yönleriyle ele alınır ve daha iyi anlaşılması için tarihe ışık tutulur. Osmanlı İmparatorluğu ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşananları soykırım olarak kabul etmek bir yana günümüzde de Ermeni düşmanlığı her alanda hakim, özellikle Azerbaycan’ın Karabağ işgalinden sonra da zirve yaptı. Her ulusun devletin resmi ideolojisi ve anlatısına uzak veya onu tümden reddetmese de mesafeli duran ve eleştiren kesimleri sol ve komünist hareketlerdir. Türkiye’de sol ve komünist hareketlerin Ermeni Soykırımı meselesinde resmi ideolojinin ne kadar uzağında durduğu ve ona ne kadar karşı çıktığını yazar Recep Maraşlı ile konuştuk. İki bölümden oluşan söyleşimizin ilk bölümünde Recep Maraşlı, Türkiye solunun Ermeni Soykırımı’nı uzun yıllar emperyalistlerin kışkırtması sonucu savaş halinde yaşanan bir boğazlaşma olarak gördüğünü belirtti.

 

 

Yazar Recep Maraşlı

 

Ermeni Soykırımı’nı tarif etmek için sonraki yıllarda 'Ermeni Tehciri’ diye bir tanım kullanıldı. Çünkü kavram olarak soykırım, yani jenosit kavramı yeni. Bildiğimiz kadarıyla 1944 yılında ilk defa kullanılmaya başlanmış. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’deki solu neden yaşananlara soykırım demediniz, biraz haksızlık olur çünkü literatürde daha bu tür tanımlamalar yok veya oturmamış. Fakat özellikle TKP, artık günümüzde Ermeni Soykırımı o yıllarda daha çok kullanılan Ermeni Tehciri’ne nasıl bakıyordu?

Aslında “Tehcir”, sonradan bulunan bir isim değil. Osmanlı hükümeti tarafından Ermeni sürgün ve soykırımına yasal bir dayanak olarak 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen “Sevk ve İskân Kanunu”nun kısa ismi. Tehcir; “zorla göç ettirmek” anlamına geliyor. Tehcir Yasası, Ermenileri anavatanlarından sürme ve yok etme projesinin o zamanki “yasal” kılıfı idi. Bu bile başlı başına karşı çıkılması, tavır alınması gereken benzersiz bir zulüm. Düşünün beşikteki çocuğundan, yatalak ihtiyarına kadar bütün olarak Ermeni (aynı zamanda Asuri/Süryani halkı), bir daha geri dönmemek üzere vatanından, evinden barkından sürülüyor. Nereye? Komşu bir köye, kasabaya değil, yüzlerce kilometre uzaklıktaki Arabistan çöllerine doğru ve sürüklenerek! Bu bir ölüm yürüyüşü, ölüme sürgün yasası…

Sürgün yollarında başlarına ne geleceği önceden belli. Katliamlar, soygunlar, kadın ve çocukların kaçırılması. Mal-mülklerin talan edilmesi… Hiçbir şey yapılmasa bile yüz binlerce insanın bu yolculuktan sağ kurtulmaları zaten mucize olurdu. Ne olacağı bilinerek, hesaplanarak alınmış bir karar bu. Nasıl sonuçlandığını görmek için on yıllarca beklemeye gerek yoktu, o günlerde de belliydi.

Bu coğrafyanın otokton Hıristiyan halkları topyekûn olarak ana vatanlarından silindi, uzaklaştırıldı ve katledildi. Buna sadece “Tehcir” dense, soykırım kavramı henüz tanımlanmamış olsa bile, bütün bu yapılanlar insanlığa karşı işlenmiş korkunç bir suç değil mi? Buna karşı çıkılması, tavır alınması gerekirdi. Keza bir ay öncesinden 24 Nisan 1915’de İstanbul’daki Ermeni aydını; sanatçı, milletvekili, politikacı ve toplum önderi 2 bin 234 kişinin topluca tutuklanarak Ankara Ayaş ve Çankırı’daki toplama kamplarına gönderilmesi; bir-iki isim hariç hiç kimsenin sağ kurtulmamış olması “soykırım” diye tanımlanmasa bile eleştirilecek, karşı durulacak bir zulüm değil miydi?

Olguları tanımlamak, kavramlaştırmak veya bir isim koymak ayrı bir konu ama bu olguya karşı siyasi bir tavır almamış olmak daha feci bir durum. Türkiye sosyalist hareketi maalesef ikisini de çok geriden ve ayak sürüyerek yaptı. Bu, egemen ulus solunun, ulusal sorunlar/talepler söz konusu olduğunda kendi hâkim yönetici elitlerinin yanında yer almasıyla ilgili bir konu ve bu onu “milliyetçi bir sol” haline getiriyor.

Çok manidardır ki “jenosit/soykırım” kavramı, Nazi Almanya’sının Holokost vahşetinin ortaya çıkmasından sonra 1948’de BM kararıyla uluslararası insanlık suçları kataloğuna girdiyse de, bu kavram asıl olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915’de işlediği insanlık suçlarının nasıl tanımlanacağı sorusu üzerine varılmış bir kavramdır. Soykırım suçunu literatüre kazandıran ve metni hazırlayan hukukçu Refael Lemkin, “soykırım” kavramına 1915 yılında Ermeni halkına karşı işlenmiş insanlık suçlarına ceza hukuku literatüründe bir tanım bulmak için ulaştığını belirtir.

Peki bu kavramlaştırmalara, kendi ülkeleri ve tarihlerinin bir parçası olmasına rağmen bizim sosyalist demokrat aydınlarımız neden kafa yormadı, düşünce üretmedi? Çünkü sorun etmedi, sorun olarak görmedi. İşte meselenin bir boyutu…

Tarihsel Türkiye Komünist Partisi (TKP), çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü bir toplumsal dokuya sahip olan Osmanlı devletinin Türk-Müslüman eksenine dayalı bir “Türk ulus-devleti” haline getirilmesini “emperyalizme karşı mili mücadele” olarak tanımlayıp destekledi.

Ne 1915, ne 1919-22, ne 1925, 33 ve ne de 1938 ile ilgili eleştirel bir tavırlarının olmaması, Misâk-ı Millî adı verilen sanal sınırlar içindeki herkesi ve her şeyi “Türkleştirme” projesini “ulusal demokratik devrim” olarak tanımlamaları, bu uğurda işlenen suçları da görmezden gelmelerinin nedenini anlatıyor.

Peki Mustafa Suphi’lerin bu konuya bakışı nasıldı?

Kemalizm hakkında halen önemli bir kısmında devam eden bu yanlılığı/yanılgıyı trajik bir örnekle belirtmek isterim. Coşku içinde “Anadolu devrimi”ne katılmak için ülkeye gelmek isteyen TKP önderlerinden Mustafa Suphi, 1920’de Ethem Nejat’la birlikte M. Kemal’e yazdıkları mektupta Kazım Karabekir’in o sırada Ermenistan üzerine yürüttüğü, 1915 soykırımının Kemalist kadrolarca devam ettirilmesinden başka şey olmayan tedip seferini şöyle değerlendiriyorlardı: “… Bu Türklerin Ermeni düşmanlığı ile ilgili bir şey değildir. Emperyalist işbirlikçi Ermeni Taşnak hükümetinin ortadan kaldırılması için yapılmış bir harekettir. Siz de bizi yalancı çıkarmayacak biçimde böyle açıklayın.” Bugüne uyarlarsak “Kürt halkıyla bir problemimiz yok, biz sadece PKK terörünü bitirmek istiyoruz” resmi söylemi gibi. Aynı kadroların bir yıl sonra 1921’de bizzat Kazım Karabekir’in tertiplediği komplolarla Erzurum’dan Trabzon’a yönlendirilip, Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından Karadeniz’de boğdurulması, Türk sosyalist hareketinin trajik yanılgısını gösterir.

Ermeni ulusal demokratik örgütleri, sosyalistleri de Yunanlılar gibi, Balkan halkları gibi Osmanlı despotizmine karşı, ulusal kurtuluş mücadelesi veriyorlardı. Dahası Ermeni ulusal hareketleri ayrılıktan ziyade bölgesel özerklik ve anayasal güvenceler gibi demokratik taleplere sahiptiler. Ki bağımsızlık isteseler dahi komünist hareketin görevi bu mücadeleleri desteklemekti, egemen ulus adına yürütülen zulüm ve zorbalıkları savunmak değil…

 

 

 

TKP’den sonra Türkiye’de en kitlesel sol parti Türkiye İşçi Partisi (TİP). TİP’in içinde Zaven Biberyan gibi Ermeni aydınlar da var. 1960’lı yıllarda TİP’in kadroları, Ermeni Soykırımı’na nasıl bakıyordu? Ya da şöyle soralım bu meseleyi anlamada, tarihine ışık tutmada yol gösterici olmasa da yardımcı oldu mu, işaretler bıraktılar mı yola yoksa görmezden gelmeyi mi tercih ettiler?

Gerek tarihsel TKP ve gerekse TİP içerisinde Ermeni sosyalistleri, aydınları vardı. Bu kişilerin parti içinde ne gibi etkileri olduğu, nasıl çalıştıkları, ne gibi sorunlarla karşılaştıkları incelenmeye değer. Muhtemelen komünist hareket içinde ulusal kimliklerini öne çıkarmak ve ulusal dava güdüyor görünmek istemediler. Bu belki de Türkiye’de sosyalist-demokratik bir devrim olursa, bu sorunların da çözüleceği beklentisi veya inancıyla ilgili olmalıdır; bir yanıyla da bu kişilerin ne kadar kendi ulusal kimliklerinden soyunmuşlarsa, parti içinde o kadar “iyi enternasyonalist yoldaşlar” olarak kabul edilmeleriyle ilgili…

Örneğin çocukların masallarıyla tanıdığı “İhmal Amca”, TKP’li Vartan İhmalyan’ın Ermeni kimliği hakkında anılarını yazıncaya kadar kimse haberdar değildi. İhmalyan’ın anıları bu konuda oldukça öğreticidir. Bir başka uç örnek TKP’nin Polit Büro üyesi ve partililerin o zaman “Ahmet Saydan Yoldaş” olarak tanıdığı Ermeni şair, gazeteci, yazar Aram Pehlivanyan. TKP MK’sı onun vefatı üzerine yayınladığı 13 Aralık 1979 tarihli duyuruda, ne onun gerçek isminin Aram Pehlivanyan olduğundan, ne zamanının önde gelen Ermeni edebiyatçı ve aydınları arasında yer aldığından, ne de Ermenice eserleri ve dergi yazılarından bahsediyordu.

Muhtemelen, “Bakın TKP’yi Türk düşmanı Ermeniler yönetiyormuş!” propagandası yapılır diye çekindiler. Ama bunu savunamayacak kadar endişe duymaları nasıl açıklanabilir?

TİP’e gelince, o da Ermeni meselesine, 1915 soykırımına uzak duran bir örgüt. Üstelik TİP’in yasal bir parti olarak, kapatılma, cezalandırılma tehdidi altında olmak gibi bir mazereti de var. Nitekim TİP, 12 Mart 1971 darbesinden sonra Anayasa Mahkemesi tarafından sosyalist bir iktidar kurma iddiası nedeniyle değil, 4. Kongre’de Kürt ulusal haklarını kabul eden karar dolayısıyla “bölücülük” gerekçesiyle kapatıldı.

Bu sessizlik “yasal bir temkinlilik”ten ziyade, siyasi bir geleneğin devamıdır diyebiliriz. 1966 yılında ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını yargılamak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinden çağrılan bilim insanı, hukukçu, filozoflardan oluşan 15 kişilik bir sivil mahkeme oluşturulmuştu. “Russel Mahkemesi” olarak bilinen bu heyete Türkiye’den de TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar katılmıştı. Sonuç bildirgesinin hazırlandığı oturumda sunum yapan ünlü Fransız filozof Jean-Paul Sartre, ABD’nin Vietnam’da soykırım suçu işlediğini belirterek, tarihten örnekler verirken 1915 Ermeni Soykırımı'na da atıfta bulundu. Aybar anılarında yazdığına göre bu hususa itiraz etti, ortada bir soykırım olmadığını, emperyalistlerin kışkırtması sonucu savaş halinde yaşanan bir “boğazlaşma” olduğunu ifade eden bir savunma yaparak Sartre’ı ikna etti! Ermeni Soykırımı karardan çıkarıldı. TİP’le hiçbir konuda anlaşmamış olan Aydınlık çevresinin bunu “örnek bir Türk vatanseveri” diyerek alkışladığını görüyoruz.

 

 

* * *

Yolu açan ilk devrimci Kaypakkaya'dır

70’ler artık hem Türkiye solu hem de Kürt ulusal hareketi için farklı bir dönem. Bu dönemde hem biraz daha dünyalı olmaya başlıyorlar hem de Ermeni devrimcilerin de aktif olarak siyasette görünür olduğu yıllar. Yani isteseler de artık görmezden gelemezler. ’70’li yıllar ve ardından hem Türkiye solunda hem Kürt hareketlerinde Ermeni Soykırımı’na dair tartışmalar nasıldı?

70’lere gelinceye kadar her iki dönem için bir bağlantı aksı oluşturan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görüş ve duruşuna değinmek yerinde olur. 1979 yılında Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” isimli çalışması yayınlandı. Bu kitap, “Doğu sorunu” denen şeyin aslında iç içe geçmiş Ermeni ve Kürt milli meseleleri olduğunu; Ermeni meselesinin sürgün ve katliamlarla karşılanıp, halkın büyük oranda yok edilmesi; kalanların Sovyetler’e bağlı bir Ermenistan’a katılmalarıyla çözüldüğünü; Kürt meselesinin ise asıl olarak “müstemleke” (sömürge) siyaseti temelinde sürgün, katliam ve asimilasyonla çözülmeye çalıştığını belirten çok önemli bir metin. Bence Türkiye sosyalist hareketinin o tarihlerde Kürt ve Ermeni meselesine dair en ileri ve doğru analizleri içeriyor. Bu metni önemli kılan diğer bir husus da onun, yayınlanışından tam 45 yıl önce Elazığ hapishanesinde kaleme alınmış olması ve o günün TKP yönetimine sunulmuş “Yol” isimli bir rapor veya sunumun bir parçası olması. Bu metin TKP yönetimince tartışıldı mı bilmiyoruz. İllegal parti arşivlerinde duran bir metin ve Kıvılcımlı’nın kendisinin de daha sonra aktif politik örgütlü yaşamında ortaya çıkarıp savunmadığı bir metin. Neden yapmadı bunu? Ancak vefatından sonra onun mirasını sahiplenen yoldaşları tarafından gün yüzüne çıkarıldı.

Kuşkusuz Kıvılcımlı’nın bu metninden önce, 68’ kuşağı devrimci hareketinin en parlak teorisyen ve örgütçülerinden biri olan İbrahim Kaypakkaya, 1972’de Ermeni meselesine parmak basan ve Ermeni halkının “tarihsel haksızlığa” uğradığını söyleyerek yolu açan ilk kişidir. Kemalizmin radikal bir eleştirisini yapması ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına devrimci yaklaşımı ile de diğerlerinden ayrılmıştır.

Belki de bu nedenle TKP/ML geleneği içinde açık Ermeni kimlikleriyle mücadeleye katılan daha çok kadroya tanık oluruz. Ne yazık ki 1968’den 12 Eylül 1980 darbesine kadar geçen ve gerek devrimci teori gerekse pratik açıdan o çok canlı, hareketli dönem içinde Ermeni meselesi, 1915 soykırımı ile ilgili ne Türk ne de Kürt sosyalist- devrimci hareketlerinde başka bir ifadeye, başka bir parıltıya rastlamıyoruz…

Peki ne zaman başladı asıl tartışmalar?

Ermeni Soykırımı üzerine asıl tartışmalar, ASALA’nın Türk elçiliklerine, diplomatlarına yönelik eylemleri üzerine yükselmiştir. ASALA’nın ilk kez 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’de de eylem yapması, Levon Ekmekçiyan’ın tutuklanıp idam edilmesi, Artin Penik adlı yaşlı bir Ermeni vatandaşın kendini Taksim’de yakması gibi dramatik olaylar; 1915 soykırımı ve Ermeni meselesi nedir ne değildir tartışılmasını ateşledi. Hem Türk hem Kürt devrimci hareketleri o tarihlerde cezaevlerinde ve sürgünde, iki ayrı aks halinde yoğunlaştığı için tartışmalar da bu mecralarda yapıldı. Türkiye’de legal planda ne örgütsel ne de yazınsal bir tartışma yapılmasının o yıllarda şartları yoktu.

Yurtdışında ise Ermeni meselesine ve 1915 soykırımına duyarlılığını açıkça ilan eden ilk örgüt sanıyorum TKP/B’dir. 1982’de alınan kararlarına göre… Keza Bolşevik Partizan da bu konuda oldukça yoğun tartışmalar yapmış olan bir gruptur.

Ermeni Soykırımı’na dair Türkiye sol hareketinde en radikal çıkışı yapan hareket veya lideri size göre kimdir ve neden böyle olduğunu düşünüyorsunuz?

Bir önceki sorunun cevabında buna değindim. Fakat 90’lı yıllarda Türkiye sosyalist hareketi içindeki önemli isimler de bu konunun anlaşılması, kamuoyuna mal edilmesi için yoğun çaba harcadıklarını belirtmeliyim. Örnekse; Ant yayınlarının yönetmenleri olan Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul, İnfo-Türk pratiğiyle Avrupa’da yalnız Ermeni meselesi ve 1915 soykırımı değil, Kürt ulusal hareketi, Asuri/Süryani, Pontus soykırımı konularında benzersiz bir İnsan Hakları aktivizmi pratiği gösterdiler. Keza yine bu gelenekten gelen Ragıp Zarakolu, Ayşenur Zarakolu’nun yönettiği Belge yayınları da konu ile ilgili birçok önemli eseri yayınlayarak tabu kırıcı bir rol üstlendi.

Ve tabii ki akademik alanda Taner Akçam’ın 1915 soykırımı konusunda net bir tavır göstermesi ve önemli çalışmalar yayınlamasını eklemeliyim.

 Ortak gelecek inşa edilmeli

Dosya Haberleri —

Ermeni soykırımı

Ermeni soykırımı

Yazar Recep Maraşlı ile söyleşimizin ikinci bölümünde Türkiye solunun Ermeni Soykırımı’nı nasıl 'dış güçler' söylemiyle açıklamaya çalıştığını konuştuk.

  • “Siyasi örgütler, kurumlar, meclisler, yerel yönetimler soykırımı tanımalı ve soykırımdan dolayı yaşanan kayıpların nasıl telafi edileceğine dair çözümlerini açık ve net ifadelerle programlaştırmalı. Sadece soykırımları kabul etmek değil; aynı zamanda yanlışlardan dolayı özeleştiri yapmak, bugünkü kuşaklar arasında ortak geleceği inşa etmede de bir bilinç oluşturulması çok önemli.”

REWŞAN DENİZ

Ermeni Soykırımı her ne kadar İstanbul’da planlanıp, hazırlandıysa da hayata geçirildiği yerlerden biri de Kurdistan’dı. Bazı Kürt aşiretlerinin devlet eliyle bu soykırıma ortak olması ve sonrasında Ermenilerin mal ve mülkleriyle zenginleşmesi artık günümüzde Kürtlerin kabul ettiği ve üzerinde uzlaştığı bir konu. Özellikle 1980 sonrası Kürt hareketlerinin Ermeni Soykırımı’nı dillendirmesi ve sonrasında gelişen bu konuda oluşan duyarlılık HDP ve HDK gibi projelerle daha da somutluk kazandı. Yazar Recep Maraşlı ile söyleşimizin ikinci bölümünde Türkiye solunun Ermeni Soykırımı’nı nasıl 'dış güçler' söylemiyle açıklamaya çalıştıklarının yanı sıra Kürtler arasındaki tartışmalara yoğunlaştık. Kürt ulusal kurtuluş hareketlerinin, devrimci ve demokratlarının karşı bir “resmi milli tarih” kurmaya çalışmaktan özellikle kaçınmaları gerektiğinin altını çizen Maraşlı, ''Ermeni ulusal sorunu ve isteklerinin sürgün ve soykırımla bastırılmış olması, Kürt halkı için de tarihi bir derstir'' diyor.

1920-38 aralığında Kürt ulusal hareketinde yer almış aydınların Ermenilerin yaşadıklarına dair bilinçli veya bilinçsiz bir suskunluğu var. Bu konuda pek görüş belirtmemişler anılarında. 70’ler ve sonrasında Kürt ulusal hareketi sizin araştırmalarınıza göre ne zaman esaslı olarak tartışmaya başlıyor Ermeni Soykırımı’nı?

Kürt aydınları arasında 1920’li yıllarda bu konu üzerine duran kişiler var. Kürt ve Ermeni ulusalcılığının ittifak denemelerinin bir örneği olan Xoybûn Cemiyeti’nin (1927) kuruluşu sırasında konuşulup yazılan şeyler... Dr. Kemal Mazhar Ahmed ise bu konuda, derli toplu yazıp görüşlerini ortaya koyan ilk Kürt aydınıdır. “1.Dünya Savaşında Kürtler ve Kurdistan” (1975) kitabında hem 1915 soykırımı hem de Kürt-Ermeni ilişkilerini eleştirel bir gözle irdeler.

Ne yazık ki Irak, Suriye, Sovyet Ermenistan’ındaki bu yayınların bizim kuşaklara aktarımı ancak 90’lı yıllarda oldu. Cezaevlerindeki tartışmalara bir örnek olarak benim 1982’de İstanbul Alemdağ Askeri Cezaevi’ndeyken yazdığım bir taslak metni verebilirim. Bunun nedeni ASALA eylemleri nedeniyle soykırım “iddiaları” ve Ermeni taleplerinin devrimci niteliği olup olmadığı tartışmalarıydı. Daha sonra bu metni 1985 yılında, Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesindeki Rizgarî/Ala Rizgarî davasında yaptığım savunmada kullandım. Orada ulusların kendi kaderini tayin hakkı açısından Ermeni, Kürt, Yahudi ve Filistin sorunlarını karşılaştırmıştım. 1915 bir soykırım olarak tanımlanmış ve Ermenilerin ulusal demokratik taleplerinin haklılığı vurgulanmıştı. Ancak 2007 yılında yayınlanabilen “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı” kitabımı da 1989-90 yıllarında Eskişehir ve Aydın Cezaevi’nde hazırladım.

Keza Elazığ’da Kawa davasından yargılanan Cemil Gündoğan da, 1982 yılındaki savunmasında Ermeni meselesini ele almış ve 1915’i soykırım olarak değerlendirmiştir. Belki de bunların olumlu etkisiyle olsa gerek hem Rizgarî hem Kawa hareketlerinde, 1980’li yılların sonuna doğru Ermeni meselesinin anlaşılması, 1915 soykırımın lanetlenmesi konusunda yayınlar yapıldığını, sahiplenici metinler ortaya çıktığını, kararlar alındığını görüyoruz. Kurdistan Press, Sterka Rizgarî ve Newroz dergilerinde yayınlanan yazıları; Pel yayınların çıkan kitapları örnek verebiliriz ve M. Kalman’ın “Batı Ermenistan (Kürt ilişkileri) ve jenosid” (1994) çalışması…

 

Yazar Recep Maraşlı

 

Türkiye sol hareketinin değerlendirmelerinde Ermeni Soykırımı için 'emperyalist oyunu’, 'dış güçler' retoriğiyle açıklama eğilimleri var mıydı?

Evet, Türkiye sol hareketindeki temel yanlışlık bence 1919-22 dönemini Türk resmi tarihine uygun bir şekilde “anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşı” olarak görmeleri. Daha öncesini ise 1. Paylaşım Savaşında (1914-18) Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalistler tarafından paylaşılması, “işbirlikçi azınlık burjuvazi” olarak tanımladıkları Rum ve Ermenilerin emperyalizmin oyununa gelerek, halkları birbirine kışkırtması sonucu ulusal boğazlaşmaların meydana geldiği bir dönem olarak görüyorlar. 1923 sonrası Cumhuriyet döneminde ise başlangıçta Kemalist iktidarın bir dizi ilerici reformları gerçekleştirdiği, ama giderek gericileştiği ve emperyalizme teslim olduğu anlatısı egemendir. Takrir-i Sükûn’dan İstiklâl Mahkemeleri’ne, Şeyh Said, Ağrı, Dersim katliamları ve sürgünleri de Kemalizmin gericiliğe, feodaliteye karşı mücadelesi olarak alkışlanıyor.

Bütün bu anlatılarda bu coğrafyanın yerleşik halklarına, Rum, Ermeni, Kürt, Süryani, Arap, Pontus vb. hiçbirine ilişkin hiçbir kaygı, hiçbir sempati yoktur. Türk olmak, Türk sayılmak doğal bir veri olarak kabul edilir, bunun Türk merkezli milliyetçi bir tarih bakışı olduğunun farkına bile varmayacak kadar “doğal” bulurlar bunu. Dolayısıyla Ermenilere karşı girişilmiş olan sürgün ve katliamlar Fransız emperyalizmine, Çarlık Rusyasına karşı yapılmış savununun bir sonucu olarak görülür. Ermeni halkı bu yabancı düşmanların bir parçası sayılır. Rumlara-Yunanlılara karşı girişilen katliamlar İngiliz emperyalizminin hanesine yazılır. Keza Araplar ve Kürtler de “İngiliz emperyalizminin oyununa” gelmişlerdir!

Osmanlı devletinin bu uluslar üzerinde tahakküm süren sömürgeci, despotik bir devlet olduğu inkar edildiği için bu devlete karşı, bağımsızlıktan özerkliğe ulusal talepler de emperyalizmin işbirlikçiliği olarak mahkum edilebiliyor. Osmanlı tarihinde değişik halkların “barış içinde bir arada, güzel komşular olarak huzur içinde” yaşadıklarını var saymak da onları rahatlatan bir söylemdir.

İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar İttihat-Terakki yönetimine, Kemalist iktidara değil de sadece “emperyalizme” fatura edilince ortada bu iktidarlara onun devamlarına “dava” edilecek ne soykırım kalır, ne sürgün, ne milli zulüm… Eğer bu yönetimlerin karıştığı suçlar varsa, onlar da yine emperyalizmle olan iş birliği ve bağımlılıktan dolayı olmuştur.

Kemalist hareket de “emperyalizmle mücadele” ettiğine göre bütün suçlardan aklanmış oluyor. Sosyalistlerin görevi de başlatılmış olan ulusal demokratik devrimin sürdürülmesi, tamamlanmasıdır. Bugün Türkiye soluna egemen olan tarihi hikaye nüans farklarıyla aşağı yukarı budur.

Bu anlatının tümüyle yıkılması, terk edilmesi, gerçek bir “kuruluş” hikayesine dönülmesi gerekiyor. Gerçek olan; çok uluslu, çok etnikli, çok inançlı bir toplumsal yapıya sahip bir coğrafyanın; sürgün, soykırım, gasp, talan gibi etnik arındırmanın tüm araç ve yolları kullanılarak; homojen bir Türk yurdu haline getirilmesi, Türk ulus devleti inşa edilmesidir. Kürt, Laz, Çerkes gibi Müslüman halklar başlangıçta ittifakçı olarak yedeklenmeye çalışılmış; Hristiyan halklar tasfiye edilince sıra bu halkların Türklüğe asimile edilmelerine gelmiştir. Lazların, Balkan ve Kafkasya’nın göçmen Müslüman toplulukları asimilasyona fazla direnemezken; Kürt ulusunun direnişi ise sürgün ve katliamlarla bastırılmaya çalışıldı. Sonuçlarını halen bugün yaşadığımız bir süreç bu.

Süreç böyle algılanmayınca etnik arındırmanın tüm safhaları, halklara karşı işlenen tüm suçlar ya görmezden gelinmekte, ya inkar edilmekte ya da düpedüz savunulmaktadır.

 

 

Günümüzde şöyle bir bakış açısı da oluştu bazı Kürtlerde. Evet Ermeniler bir soykırım yaşadı fakat aynı yıllarda veya sonrasında Kürtler de benzer bir soykırımı yaşadılar bu sebeple kendi acılarımıza eğilelim, onlara daha çok kafa yoralım. Sizin bu konuda bir gözleminiz veya yorumunuz var mı?

Kürt ulusal kurtuluş hareketlerinin, devrimci ve demokratlarının karşı bir “resmi milli tarih” kurmaya çalışmaktan özellikle kaçınmaları gerek. İnkardan, gerçeklerin çarpıtılmasından çok mustarip olmuş bir halkın aydınları, gerçeğe en yakın nesnel bir tarih öğretisine odaklanmalı. Yüzlerce hatta binlerce yıl iç içe geçmiş, kaynaşarak veya çatışarak varlıklarını sürdürmeye çalışmış; büyük acılar ve yıkımlar yaşamış toplumların yaşadığı bir coğrafyada, sadece ulusal sınırlarla çizilmiş bir tarih yazmak anlamlı değildir. Ermenileri yok sayarak Kürt tarihini, Rumları yok sayarak Türk tarihini, Arapları yok sayarak Süryani tarihini; Alevileri, Êzîdîleri, Hıristiyan ve Yahudileri yok sayarak İslam tarihini anlayamaz, anlatamayız. Hepsinin birbiriyle ilişkileri, etkileri; sınıf mücadeleleri, ekonomik-toplumsal, kültürel gelişim farklılıkları, çatışmaları ile birlikte bütünsel süreçler olarak bakılmalıdır tarihimize. Ancak böyle bir bütünsellik içinde toplumumuz, halkımızın yerini daha iyi görebilir, gelecek için daha gerçekçi bir vizyon çizebiliriz.

Bahsettiğiniz gibi “kendi acılarımıza dönelim” diyerek birlikte yaşadığımız halkların uğradıkları zulümlere, haksızlıklara sırt çevirme, görmezden gelme yıkıcı bir inkarcılık olur. En azından komşumuz, hemşerimiz, iş arkadaşımız, dostumuz olmuş bu insanların, halen çoğu teyzemiz, halamız, büyükannemiz olarak akrabalarımız da olan bir halkın uğradığı bu büyük acıya, haksızlığa “bizi ilgilendirmez!” demek, ahlaken savunulamayacağı gibi “bizim uğradığımız haksızlıklar, acılar da başkasını ilgilendirmez” mantığını taşır…

Kaldı ki gerek Hamidiye Alayları’nın Sultan II. Abdülhamit dönemindeki Ermeni pogromlarında, gerekse işbirlikçi Kürt feodalleri ve çevrelerinin 1915 soykırımında oynadıkları yıkıcı rol bu meseleye daha sıkı sahiplenmemizi, sorumluluk alarak mağdur halkların acılarını içtenlikle paylaşmamızı gerektiriyor. Soykırımdan mağdur olmuş Ermeni, Asuri-Süryani halklarının aydınlarına, sanatçılarına, tarihçilerine, anılarını yazan insanlarına kulak verelim. Onlar kırım ve sürgünde rol alan Kürtlerden nasıl bahsediyorlar. Neden canları yanmış… Halklar arasındaki bu acı ve güvensizlik eşiğini nasıl kırabiliriz ona odaklanmalı…

Ermeni ulusal sorunu ve isteklerinin sürgün ve soykırımla bastırılmış olması, Kürt halkı için de tarihi bir derstir. Kürtlerden çok önce Ermeni fedaileri Osmanlı devletine ve yerel işbirlikçi Kürt feodallerine karşı bu dağlarda gerilla savaşı yürüttü. Peki neden ve nasıl kaybettiler bu savaşı, yanlış giden neydi? Bu soruların cevabı bizi çok yakından ilgilendiriyor olmalı. Dünyanın en uzak köşelerinden ulusal kurtuluş mücadelesi örneklerini analiz edip dersler çıkarmaya çalışırken, birlikte yaşadığımız toplumların mücadelesi deneyimlerinden ve akıbetlerinden habersiz ve kayıtsız olmak nasıl mümkün olabilir? Acılarını inkâr ettiğimiz milletlerin vatanlarını, varlığını, kültürel ve sosyal mirasını da reddetmiş oluruz. Onların soykırımla uğradığı bütün yok edilmişliği ve kayıplarını benimsemiş oluruz.

Yüzyıl önce Trabzon’da bağımsız bir yönetim vardı ve Karadeniz’de Rumlar gerilla mücadelesi veriyordu. Yüzyıl önce İzmir’in bağımsız mı, yoksa Türkiye ya da Yunanistan’la birlikte mi kalacağına dair siyasi bir süreç yürüyordu. Yüzyıl önce Van, Osmanlı ordusuna karşı Ermenilerce savunuluyordu. Bugün neredeyiz ve yarın nasıl olacak? Bütün bu tarihsel-toplumsal dinamiklerin herhangi bir önyargı ve komplekse kapılmadan nesnel biçimde kavranması, bilince çıkarılması; politik çizgi ve oluşumların buna göre dizayn edilmesi kritik bir öneme sahip.

Size göre Ermeni Soykırımı’nı topluma daha iyi anlatmada Türkiye sol hareketi ve Kürt Özgürlük Hareketi neler yapabilir?

Siyasi örgütler, kurumlar, meclisler, yerel yönetimler soykırımı tanımalı ve soykırımdan dolayı yaşanan kayıpların nasıl telafi edileceğine dair çözümlerini açık ve net ifadelerle programlaştırmalı derim. Sadece soykırımları, sürgünleri, yaşanan haksızlıkları tarihsel olarak kabul etmek değil; aynı zamanda sorumluluklarımızı tanımlayıp yanlışlardan dolayı özeleştiri yapmak, bugünkü kuşaklar arasında ortak geleceği inşa etmede de bir bilinç oluşturulması çok önemli.

Soykırıma uğramış ve vatanlarından edilmiş halkların yaşadıkları yıkım ve kırımları telafi etmeye çalışmak; kendi dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle kadim kent ve yerleşimlerinde yeniden hayata dönüşlerini desteklemek, tarihi ve kültürel miraslarının korunması, onarılması için sorumluluk almak bugünden yapılabilecek şeyler. Bu nedenle örneğin “Halkların Demokratik Kongresi, platformu, partisi” gibi ortak projeleri, pratikleri çok değerli buluyorum. Her şey yolunda ve sorunsuz ilerlemese de, çok değerli, yol açıcı deneyimler kazanılacağını düşünüyorum. Elbette herkesin kendi özgün programatik hedefleri doğrultusunda ayrı örgütleri, bağımsız kurumları olması doğaldır. Fakat tüm zamanlar için “kendi kimlik ve kişiliğimizle, özgür ve eşit ilişkilerle, birlikte nasıl yaşayabiliriz” sorusunun cevabını bulmak çok daha önemli ve stratejiktir. Çünkü bağımsız bir Kurdistan olduğunda bile bu devletin sınırları içinde ve Türkiye’de yine çeşitli etnik ve inanç grupları bulunacak ve onların barış içinde bir arada, eşit ilişkilerle nasıl yaşamalıyız sorunsalı devam edecek.

Görüşlerimi iletmeme vesile olduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Soykırım ve sürgün mağduru olmuş bütün mazlumların acılarını paylaşıyor, kayıpların anıları önünde saygıyla eğiliyorum.

 

 

* * *

Recep Maraşlı dair…

1956 yılında Erzurum’da doğan yazar, yayıncı Recep Maraşlı, Komal Yayınları, Stêrka Rizgarî Dergisi ve Gelawej sitesini yönetti. Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri dahil yayın faaliyetlerinden dolayı toplam 14 yıl hapis yattı. “Siyasi Savunma”, “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı”, “Diyarbakır ya da Sodom’un 5 No’lu Zindandaki Bin günü”, “Köroğlu ve Ayvaz, Sıradışı Bir Aşk Öyküsü” isimli kitaplarıyla, “Resmi Tarih”, “İsmail Beşikçi”, “Dönemler ve Zihniyetler -9” ve “Ulus, Devlet, Entelektüel” gibi kitaplarda makaleleri var. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve grafik çalışmaları yayınlanıyor. 1999 yılından bu yana Berlin’de yaşıyor.

https://www.ozgurpolitika.com/haberi-turkiye-solu-ermeni-soykirimini-gormezden-geldi-188427

https://www.ozgurpolitika.com/haberi-ortak-gelecek-insa-edilmeli-188462

Yorumlar