BİR GAZETECİLİK ANISI...


Günlük bir gazeteye ilk adım atışım 1969 yılı Kasım ayı idi.


Erzurum'da Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulu 2. sınıfına gidiyordum. Okulda "AYNA" isimli teksir ve press baskı yöntemi karışık bir gazete çıkarıyorduk.

Edebiyat öğretmenim Muharrem COŞKUN'un da cesaretlendirmesiyle, can arkadaşım Ruhi GÜZEL ile yazılarımı yayınlatabileceğim bir gazete aramaya koyulduk.

O sırada Erzurum’da 12 tane günlük gazete çıkıyordu. Çoğu sağcı, muhafazakar gazetelerdi; içlerinden sadece Av.Dündar ÖZDEN’in sahibi olduğu DEVRİM gazetesi solcu, ilerici kesimlere açıktı.

Arkadaşım Ruhi ile el ele tutuşarak, dosyaladığım deneme yazıları, hikayeleri, şiirleri koltuğumun altına sıkıştırmış halde Devrim gazetesinin idarehanesinin kapısını çaldık.

Yazıhane kalabalıktı. İki küçük ortaokul talebesini görünce biraz sempati, biraz şaşkınlıkla bizi davet ettiler. Hele yazılarımı yayınlatmak istediğimi söyleyip, dosyayı kendilerine verince şaşkınlıkları daha da arttı. Okulla, aile ile ilgili bir sürü sıradan şeyler sorup bizi tartmaya çalıştılar.

Benim için sürpriz olan şey ise her akşam TRT Erzurum radyosunda, “Güneşi Ablanızdan Küçüklere Masallar” dinlediğimiz Güneşi ÖZDEN’in de orada olmasıydı. Güneşi ÖZDEN meğerse Dündar Bey’in eşiymiş ve TRT Ankara Radyosunun ünlü spikeri Günseli TULGA’nın da kardeşi… Yazılarımla en çok o ilgilendi ve belki de onun bu olağanüstü ilgisi nedeniyle gazetede yazmam kabul edildi.

Gazetenin Yazı İşleri Müdürü, aynı zamanda Cumhuriyet muhabiri olan Necati Aygın idi. İlerleyen günlerde hızla daktilo yazmayı öğrendim; böylece yazılarımı gazetenin yazıhanesinde doğrudan daktiloyla yazıyordum. Ardından matbaacılığın o zaman geçerli olan bütün tekniklerini öğrendim. Mürettiphanede kendi yazılarımı kendim dizdiğim gibi, diğer yazılara da yardım ediyordum.

Heidelberg marka koca Rotatif makinası gümbürtüyle dönüp gazete baskıdan çıkanca, taze mürekkep kokusuyla çıkan o ilk nüshayı okumaktan müthiş keyf alırdım. Son kontroller yapılır, eksik yanlış bir şey yoksa baskıya devam…

1970 yılında artık Devrim gazetesin sürekli bir köşem vardı. Dündar bey küçük bir fotoğrafımı İstanbul’a göndertip klişe bile yaptırmıştı. Klişelerin bir kısmı İstanbul veya Ankara’da yaptırtılıyor veya oradaki gazeteler artık kullanmadıkları fotoğraf klişelerini “hibe” ediyorlardı. Diğerlerini ise daha çok sanatsal olarak muşamba üzerine oyma ile kendimiz imal ediyorduk.

Bu işin ustası ressam Fehim İBRAHİMHAKKIOĞLU idi. Yalnız Devrim’e değil bir çok gazeteyle böyle el yapımı klişeler yetiştirirdi. Ondan da çok şey öğrendim. Bir gün Dündar Bey, “Fehimcim, Recep’e biraz resim dersi verir misin? Onun resim yeteneği de var!” demişti. Fehim abi hemen kolları sıvayıp bana “ders” vermeye koyuldu. Tabi ilk sorusu okuldaki resim öğretmenimizi sormak olmuştu:

“Öğretmenimiz Fuat İĞDEBELİ’dir. Sürekli onun atelyesinde çalışıyoruz zaten” dedim.

Fehim Abi’nin birden eli kolu durdu, bütün aletlerini toplayıp şöyle dedi:

“Ben Fuat hocanın talebesine ne öğretebilirim ki?”

O günden sonra Fahim Abiyle aramızdaki yaş farkına rağmen çok iyi dost olduk. Hatta beraber “BİR AVUÇ KÖMÜR” isimli kısa metrajlı bir film bile yaptıydık. Senaryosunu ben yazdım, iki okul arkadaşım İsmail AKTAŞ, Şinasi YAZICI, Cemalettin DİLİYAK ve ben oynadık. Fehim Abi de filmi çekti ve yönettiydi.

Böylece basım dünyasının neredeyse bütün teknikleriyle haşır neşir olma imkanım oldu. Ve nihayet bu bir günlük gazeteydi, daha çok Basın-İlan Kurumu ilanları için çıksa da habercilik de yapılıyordu.

1971 yılının kış aylarından bir gün Ortaokuldan beri sıra arkadaşım, resim atelyesine de birlikte devam ettiğimiz Mithat ÖZTÜRK’ün her gün okula hasta ve bitkin geldiğini görünce kendisiyle konuştum. Mithat, Aşkale’nin Çiftlik nahiyesindendi ve okul nedeniyle şehirdeki bazı akrabalarının yanında kalırdı. Birlikte köyünü ziyarete de gitmiştik. O yıl Erzurum Kızılay Erkek Öğrenci Yurdu’nda kendine yer bulmuş orada kalıyordu.

“-Yav yurt çok berbat” dedi… “Camlar kırık, sobalar yanmıyor… Sular bir akıyor bir akmıyor. Yorganlar ince ve kirli. Bir ben değil bütün çocuklar böyle; hasta, millet kırılıyor…”

Anlattığı ayrıntılarla içim iyice acıdı ve doldu. Ağzı burnu uçuk yaralarıyla doluydu. Hemen gazeteye gidip daktilonun başına oturdum ve Erzurum Kızılay Yurdu’nun içler acısı durumunu anlatan bir yazı yazdım. Tabi sonunda da Kızılay Müdürü’nün neden bunları denetlemedi sorusunu sordum.

Haber yayınlandığının ikinci günün gazetenin sahibi Dündar Özden ve yazı işleri müdürü Necati Aygın, alelacele beni çağırıp yazıyı sordular. Meğerse “baltayı taşa vurmuş”um… Erzurum Kızılay Başkanı Mithat TURGUTCAN, Dündar Bey’in çok yakın ahbabıymış. Hemen telefona sarılıp “Bu ne rezalet! Gazetenizde böyle bir haber nasıl çıkar!” diye fırça geçmiş onlara. Mithat Turgutcan sadece Kızılay Müdürü değil, neredeyse “çamur gibi” çıkan “Milletin Sesi” gazetesinin de sahibiydi.

Ben olayın doğru olduğunu, yurtta kalan bütün çocukların da hasta ve şikâyetçi olduğunu anlattım. İsterlerse benim arkadaşım da dahil diğerlerini de dinleyebileceklerini söyledim. Tabii onlar da biliyorlardı yazılanların doğruluğunu. Ama “doğru” olsa bile haber, bir dostunuzla (ki bunu partinizle, örgütünüzle, şirketinizle, sahip olduğunu iş pozisyonunuzla vb. onlarca bağlantı yapabiliriz) ilgili ise onlara zararı olup olmayacağına bakacaksınız; önce onlara “hakkınızda böyle şeyler var!” diye haber vereceksiniz!..

Haber ancak “öbür tarafa!” zarar veriyorsa “haber”dir…

15 yaşımda bana verilen ilk “gazetecilik!” dersi buydu: “Bir daha böyle bir şey olursa önce bize sor!”

Yine de bu “kaçamak” haber işe yaradı ve Kızılay Yurdu’na biraz çeki düzen verdiler.



Yorumlar