BİR DOĞUM GÜNÜ HİKAYESİ


Doğum günü kutlamak bizde adet değildir.

Elbette doğum tarihlerimizi biliriz, merak eder, annemize "hele anlat ben nasıl doğmuşum?" diye kerar tekrar anlattırmayı severiz. Doğum günü tarihine denk gelirse, arkadaşlar arasında "bugün doğmuşum" falan gibi sohbetler olsa da; hediye almak, kutlama yapmak, pasta kesmek, mum üflemek, arkadaşlarla eğlenmek falan ancak filmlerde rastladığımız bize uzak şeylerdi.

Benim doğum günlerim içinde en ilginci 17. yaş yıldönümüydü. 

O gün bütün geceyi Diyarbakır Yenişehir karakolunda, ellerim kelepçeli, bir ayağım oturduğum banka zincirli olarak geçirmiştim.

1972 yılında Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı'nın Seyrantepe'deki askeri tutukevinin tutuklularından biriydim.

Erzurum'da 24 Mayıs 1972 günü Atatürk Lisesi'nden sınıf arkadaşımla beraber Deniz Gezmiş'lerin idamının ardından THKO imzalı bir bildiri dağıtmıştık... İdamları ve 12 Mart askeri cuntasını protesto eden bir bildiriydi. 

Çok geçmeden birkaç gün içinde arkadaşım M.Naci Saraçoğlu, ortaokuldan resim-atelye öğretmenimiz Fuat İğdebeli, okulumuzun malzeme memuru Ömer İltaş, Erzurum'da yayınlanan Devrim gazetesinin yazı işleri müdürü Necati Aygın, Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü öğrencisi Emin Özkan ve ben (Recep Maraşlı) tutuklanıp Diyarbakır sıkıyönetim komutanlığına sevk edilmiştik.

Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesindeki ilk duruşmada diğer arkadaşlar tahliye olmuş sadece ben kalmıştım. İlk geldiğimizde Erzurum-Kars DEV-GENÇ komününde kalıyorduk. Dava arkadaşlarım tahliye olduktan sonra siyasi görüşlerini kendime daha yakın bulduğum DDKO komününe katıldım.

Henüz 16 yaşındaydım... 

Sakallarım ilk kez orada çıkmıştı; ilk traşımı da DDKO dvasından Fikret Şahin ağabeyi yapmıştı. 

Yaş küçüklüğümle dalga geçen arkadaşlar da oluyordu. Bir gün ranzama gelip, yatmak için yorganımı kaldırdığımda bir de ne göreyim? Bir bez veya mendilin içinde bir avuç toprak durmuyor mu yatağın orta yerinde. Ben hayretle bunu çözmeye çalışırken, bu şakayı yapan Zerruh Vakıfahmetoğlu ve Agah Uyanık [hem THKO, hem DDKO davasından yargılanıyorlardı] kahkahayı koy vermişlerdi bile... Ardından başkaları da gülüştüler... 

"-Halen toprak mı kullanıyorsun Recep!"

Bizim memlekette, özellikle köylük alanlarda henüz altını ıslatan küçük çocukların altını "höllük" denilen ince elenmiş ve yakılmış toprakla bağlarlar. "Eledim eledim höllük eledim, aynalı beşikte canan bebek eyledim" diye türküsü bile var.

1973 yılı Şubat ayının 16'sında 17. yaşıma, tutukevinde girecektim...

O güne kadar hiç doğum günü kutlamamıştım. 

O sabah kahvaltından sonra eğitim seminerinin ardından komündeki arkadaşlara "bu gün benim doğum günüm" diye müjde verir gibi paylaştım. Onlar da "Haa öyle mi o zaman bu akşam sana kutlama yapalım" diye sevinip, hareketlendiler. Kutlama nasıl olacaktı bilmiyorum ama sazlar çalınıp, govend falan tutulacak, böyle günler için zulada tutulan tatlı veya çerezler açılacaktı diye tahmin ediyorum. Doğrusu böyle bir kutlama ilgisi beklemiyordum. Sadece her zaman olduğu gibi doğum üzerinde biraz konuşur, şakalaşır geçeriz diye düşünüyordum. Doğum günüme ilgi gösterilmesi hoşuma gitmişti tabi.

O ara hem komün başkanımız hem de temsilcimiz olan DDKO davasından İbrahim Güçlü abi ilk iş olarak bana gayet güzel bordo renkli boğazlı bir kazak giydirdi. Sanırım Yılmaz abinin (Balkaş) kazağıydı.

"- Hah şimdi tam xort oldun!" dedi.

Böyle özel giyim sadece mahkemeye gidişlerde, ziyaret günlerinde olurdu. 

Ben böyle bayramlık çocuk gibi biraz heyecanlı akşam olmasını beklerken, öğleden sonra idareden bir Asteğmen elinde bir evrakla çıkageldi:

"-Recep Maraşlı'nın mahkeme celbi var!"

İbrahim abi ve diğer komünü temsilcileri hemen Asteğmenin etrafını alıp sorular sormaya başladılar. Bunun beni sorguya götürmek için bir bahane olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Çünkü Savcılık zaman zaman dışardaki bir operasyonu tamamlamak, yeni delil yaratmak için "mahkemen var"! diye tutukluları çağırttırıyor ama işkenceli sorguya alındığı ortaya çıkıyordu. Bunun için birçok defa gerginlikler, direnişler ve protesto eylemleri yaşanmıştı.

Asteğmen mahkemeden gönderilen evrakı gösteriyordu. Sorguya falan alınma durumu olmadığını, Erzurum'da mahkemeye çıktıktan sonra geri getirileceğimi garanti ediyordu. Arkadaşlar ikna olur gibi oldular, mahkeme konusu doğrulatmak için bana sordular.

"-Erzurum'da mahkemen var mı?"

Doğruydu, Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi'nde de açılmış bir davam vardı. 26 Mart 1972'de Kızıldere'de Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledilmesinden sonra; mahalli günlük bir gazete olan Devrim gazetesinde 31 Mart'ta "Devrimci Katliamı!" başlıklı bir makalem yayınlanmıştı. Bu Kızıldere katliamını protesto eden, eleştiren sert bir yazıydı. Bir hafta sonra bana Karakoldan eve celp gelmiş, önce savcılığa sonra mahkemeye çıkarılmıştım.

Savcı karşısında bir "çocuk!" görünce çok şaşırmış ve bana tuzaklı bir soru yöneltmişti:

"Evladım kim kendi yazdığı yazıların altına senin imzanı atıyor?"

Biraz alınmış, kızmış olarak "Hiç kimse!" dedim "Kendi yazılarımı kendim yazıyorum. Bu yazı da bana ait!"

Bu yazıdan dolayı hakkımda "komünizm propagandası yapmak, devletin manevi şahsiyetine, emniyet kuvvetlerine alenen hakaret etmek" suçlamasıyla dava açılmıştı.

Kendisi de Avukat olan Devrim gazetesinin sahibi (ve aynı zamanda CHP'nin milletvekili adayı) Dündar Özden bu davadan dolayı çok telaşlandı ve benim artık gazetede yazı yazmamı kısıtladı. O günkü Basın kanununa göre yayınlanan makalede suç unsuru bulunursa yalnız yazar değil, gazetenin yazı işleri müdürü ve sahibine de dava açılıyordu. 

"İstesen bir böcek, bir çiçek hakkında bile sayfalarca yazabilirsin Recep, böyle netameli siyasi konulara girme.." diye nasihat etti. Yazı İşleri Müdürü Necati Aygın da artık yazılarıma sıkı denetim getirmişti.

Çağırdıkları mahkeme dosyası buydu, son savunmamı alacaklardı.

Böyle olunca Erzurum yolculuğuna hazırlanıp, koğuştan çıkmaktan başka yol kalmamıştı. Arkadaşlar sırtıma da bir palto verip beni yolculadılar, güven ve moral vermeyi de ihmal etmediler.

Tutukevinden askeri bir cip beni Seyrantepe'den Diyarbakır şehir merkezine götürdü. Orada Emniyet müdürlüğünü evrakla teslim ettiler. Fakat konuşmalardan anladığım kadarıyla beni Erzurum'a götürecek polisler falan hazır değilmiş, o gün beklemem gerekiyormuş.

Akşam olmuş ve hava kararmıştı bile. Sonuçta polisler beni Diyarbakır Emniyet'inden alıp Yenişehir Karokuluna emaneten teslim ettiler. 

"Yarın sabah gelip alacağız, bu akşam size emanet, Erzurum'a mahkeme celbi var..."

Komiser bana laf olsun diye bir iki şey sorup, sonra "bunu nezarete koyun!" diye direktif verip çekip gitti. Nezarethane oldukça soğuktu, ısınmak için durmadan volta atıp, oyalanmak için duvara kazınmış yazıları okumaya çalışıyordum. Arada bir Diyarbakır'ın sokak çocukları "qırıx"lardan bir-ikisi nezarethaneye düşüyordu. Bazıları çok korkup, ağlayıp sızlayarak, polislere yalvar yakar "abe vallah ayağın öpem,  ben değilem" diye dövünüyorken; tecrübeli olan bazıları da nezarete girer girmez sağda solda sigara izmariti var mı diye bakınıyor, polislerin kulağına gitmeyecek bir tonda ana-avrat küfrediyorlardı.

Giyim kuşam ve davranışla kendilerine benzemediğimi görüp biraz mesafeli olarak neden orada olduğu sorduklarında "siyasi!" deyince lafı fazla uzatmıyorlardı. Biri birlerine beni takdim ederken de adım "Talebe!" idi.

Neyse ki çocuklar çok fazla kalmıyorlardı.

Gece vardiyası olduğunda başka polisler geldi. Devir teslim ederken, beni de "mevcutlu" olarak devrediyorlardı. Herbiri  nezarethanenin mazgalından gözlerini uydurup ayrı ayrı sorular sorarak, beni tanımaya, anlamaya çalışıyolardı. Ama onların sorumluluğunda bir dava olmadığım için bu sorular kısa sürüyordu. Sonunda içlerinden yetkili biri, galiba nöbetçi amiriydi, bana acımış olacak ki:

"Yav bu çocuğu koridora alalım  bari. Sabaha kadar o soğukta kalmasın..." dedi.

Bir polis beni nezarethaneden çıkardı, "seni koridora alacağız orası sıcak ama sakın kaçmaya falan kalkma!" diye tembihledi. Sonra kendi aralarında konuşup "Tamam burada kalsın ama ne olur ne olmaz, başımıza iş açılmasın" deyip hem ellerimi önden kelepçelediler, hem de sağlam olsun diye ayağımın birini de oturduğum bankın demirine zincirlediler.

Gerçekten de koridor sıcaktı, diğer polisler de bir elektrik ocağı olan masanın başına üşüşmüşlerdi. İçlerinden biri tahta üzerine, yakarak oyma resim yapıyordu. Hepsi kendi aralarında gülüşüp mavra yaparak vakit geçiriyorlardı.

Böylece 17. yaşıma, bütün geceyi Diyarbakır Yenişehir karakolunda, ellerim kelepçeli, bir ayağım oturduğum banka zincirli olarak bekleyerek girmiş oldum.

Sabah mesai başladığında beni alacak olan Nazmi adında bir polis geldi. İri yarı yarı birisiydi. Beni görünce hem şaşırdı, hem rahatladı. Herhalde çelimsiz, ufak tefek bir çocuk olduğumu tahmin etmemişti, bana sorun çıkarmaz diye düşünmüş olmalı. 

Kelepçe ve zincirlerim çözüldü. beni Erzurum'a götürecek polise evrakla birlikte teslim edildim. Karakoldan çıkınca polis yaşımı, okulumu falan sordu. Sonra;

"-Bak" dedi "sana kelepçe takmayacağım, elinden tutacağım sadece!" Elimi sıkıca kavrayıp paltosunun cebine soktu. "Sonra sakın başka kimseye de söyleme sana kelepçe takmadığımı..." diye tembih etti.

Zaten benim kaçacak durumum yoktu. Hiç tanımadığım yerler ve kaçıp ne yapacağım? 

Diyarbakır'dan Erzurum'a otobüs yolculuğumuz boyunca, çay ve tuvalet molası verildiği zamanlar dahil hep böyle oldu. Sonra düşündüm de polisin beni kelepçelememesinde iyi niyetinin yanı sıra, böyle ağabey-kardeş görüntüsünde seyahat etmenin daha güvenli olacağını da hesaplamış olmalı dedim.

Erzurum'a vardığımızda gece yarısı olmuştu ve hava çok soğuktu. Polis bu sefer epey tedirgin oldu. Çünkü burası benim kentim ve sokak aralarına dalıp çabucak kaybolabilirim, arkadaşlarımda, akrabalarımda kolayca saklanabilirim diye düşündü. O ise hiçbir yer bilmiyordu.

Tedirginlikle sordu:

"- Emniyet müdürlüğünün yerini biliyorsun değil mi, beni oraya götürebilir misin?" 

"-Evet" dedim, "götürebilirim"

"-Başka bir yere götürmeyesin ha!" diye ekledi. Sesinde "sakın kaçmaya kalkma, beni kötü duruma düşürme" der gibi yalvarır bir tonlama vardı. 

"-Hayır, hayır..."

"-Burada aileden kimsen var mı, haber edeyim seni görmeye gelsinler?"

"-Abim var, Güneş sinemasının gişecisidir. ona söyleyebilirsiniz."

Böylece geliş yolculuğumuz sona ermiş oldu. Birlikte Erzurum Emniyet Müdürlüğü'ne gittik. Beni evrakla teslim alıp, Gürcükapı Karakolu'na sevk ettiler. Üç gün boyunca orada nezarette kaldım. İkinci gün Eren abim ziyarete geldi. Kapı önünde biraz sohbet ettik. Bayağı üzgündü ama bana belli etmemeğe ve moral vermeye çalışıyordu. Annem, babam, kız kardeşim artık Erzurum'dan ayrılmışlar, Kocaeli Hereke'ye abimlerin yanına gitmişler. Neriman ablam Nene Hatun Kız İlköğretmen okulu bitirmişti, tayini çıkana kadar oralarda bekleyeceklerdi. Belki yakın bir yerlere çıkar diye umuyorlarmış.

Kedimi sordum; birbirimizi çok sevdiğimiz bembeyaz tüylü bir kedim vardı. Evde kimse kalmamış, ne yapıyordu acaba? 

"Hiç merak etme bazen eve geliyor, bakıyorum" diye beni teskin etti. Ama aslında ben içeriye girip, ev halkı da göç edince sokakta kalmıştı kedicik. O el bebek, gül bebek kucağımdan düşmeyen kedi, abim de çıkınca kimbilir nasıl yaşayıp, nasıl öldü?

[O günlerde kalan siyah beyaz bir fotosu vardı (Erzurum,1971), renklendirip yazının sonuna ekledim.]

Aynı gün Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi'ne çıkarıldım. Savunmamı yaptım. "Yazı bana ait ve orada yazdığım görüşleri aynen tekrarlıyorum"... dedim. Zapta geçtiler o kadar. Bir günü daha Gürcükapı'nın nezarethanesinde geçirdim. Bir yıl sonra bu davadan dolayı TCK-142 ve 159 [Komünizm propagandası yapmak ve devletin, emniyet kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif...] maddelerince, -yaş küçüklüğü indirimi de dahil! 4 yıl ağır ceza verdiklerine dair bir karar geldi.

Nezarethanenin en çok ziyaretçisi, hırsızlık, kumar, yaralama gibi suçlamalarla getirilen sokak çocuklarıydı. Çoğusu iyice dövülüp hırpalandıktan sonra, korkmuş, incinmiş, ürkmüş olarak geliyorlardı. İyi giyimli, genç birinin orada olmasını garipsiyorlardı. Kod yine aynıydı: "Talebeymiş!..."

Nezarethane soğuk ve karanlıktı. Bütün gün ne yapılır; Isınmak için bol bol volta atmak ve vakit geçirmek için de duvarlara kazınmış yazıları okumak, Yüzlerce isim, tarih, yakınma, küfür ve intikam yemini... Her birinin arkasındaki yaşanmış hikayeleri anlamaya, yorumlamaya çalıştım. Bu mekanlar ve yazılar bir toplumu en alt basamağından tanımak için çok öğretici.

Nezarethanelerin, hücrelerin duvarlarına, tuvalet kapılarına anonim olarak kazılmış bir "yeraltı edebiyatı" var. Birçok şey anlatıyorlar. Daha sonra hiçbir yerde duymadığım ve okumadığım bir deyimi hiç olmazsa kayda geçsin diye buraya alıyorum -affınıza sığınarak!-

"-Nefsine mağrur olanın, sıçar kındına felek!"

16.02.2023, Berlin  

* "Kınd" bizim yörelerde "burnu büyük olmak" anlamına geliyor. 

Yorumlar