Yunan ordusu “kaçarken şehri ateşe mi verdi”; İrmeni ve Rum komitacılarının
işi mi; yoksa Türk ordusu, Rumların geri dönüşünü engellemek için Rum ve Ermeni
mahallerini kasıtlı olarak mı yaktı? Ya da Türk ve Müslüman olmayan her şeyi yok
etmek için fırsat kollayan bir Vandalizm mi?
İlki; İzmir yangını, resmi
Türk söylemine göre “Yunanlıların denize döküldüğü” 9 Eylül’den üç gün sonra
başlıyor. Dolayısıyla o günlerde şehirde kalmamış olan Yunan ordusunun şehri
ateşe vermiş olması mantıksız…
İkincisi; Yangın özellikle Rum
ve Ermeni mahallerini kül etti. (Örneğin bugünkü Fuar alanı bir Ermeni
mahallesiydi.) Bu da Yangının siyasi-toplumsal bir kasıtla çıkarıldığını
gösteren bir kanıt.
Üçüncüsü; İzmir yangınını Kemalist
ordunun çıkardığına ilişkin tanık olan Rumlar ve Avrupalı gözlemciler
tarafından yayınlanan pek çok anı, kitap ve belgesel var. Bunların
“taraflı” propaganda olduğuna itiraz edenlere karşı önemli bir tanıklık ise
Türk milliyetçiliği ve Kemalist hareketin ideologlarından biri olmasıyla
tanınan ünlü yazar Falih Rıfkı ATAY’dan gelir. Atay kitabında İzmir yangınının
Sakallı Nurettin Paşa’nın işi olduğunu yazar. Sakallı Nurettin zaten,
Koçgiri’de Kürtlere, Karadeniz’de Pontus Rumlarına karşı yaptığı zalimliklerle
bilinen bir komutandır.
“Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte
yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece
Ermeni kundakçılar mı idi? Bu işte Ordu kumandanı Nureddin Paşa’nın hayli
marifeti olduğunu da söyliyenler çoktu... Yağmacılar da ateşin büyümesine
yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını
yağmaya giden subay, bütün taarruz harbleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde
bıraktığı için, bu tarihî vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir’i niçin
yakıyorduk?(abç) Kordon konakları, oteller ve kazinolar kalırsa, azlıklardan
kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir
olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve
semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik
hissinden gelen bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var.
Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı olmak,
mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak,
İzmir’i arsalar hâlinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumağa kâfi mi
gelecekti?”[1]
Bu anlatımda biraz hayıflanma vardır ama insanlığa karşı işlenmiş bu
suçlarla elde edilmiş olan siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel rantın
üzerine oturmak, onu korumak konusunda cansiperane ortak olmaktan da vaz
geçilmez.
Sonuncusu; Bir kente kendi ulusal
bayrağınızı çektiğiniz zaman, “artık burası benim egemenliğimin altındadır, burada
olup bitenden ben sorumluyum” demektir. Dolayısıyla bu tarihten sonra kentte
olup bitmiş olan her olayın sorumluluğu Kemalist iktidara aittir. Nasıl,
“İzmir’i kurtardık, Yunanı denize döktük” adıyla kutlama yapıyorsanız,
kendileri asırlardır İzmir’in yerli halkı olan Rumların, Ermenilerin
katledilmesi, sürülmesi, evinin barkının yakılıp yağma edilmesi, tecavüze
uğramalarının, etnik temizliğe uğratılmalarının sorumlusu da devletin
kendisidir.
İzmir'in, Kemalist ordular tarafından ele geçirilişinin 100. yıl dönümünde
İzmir'de büyük kutlamalar eşliğinde bir de Tarkan'ın pop konseri vardı. İslamcı
AKP iktidarına muhalif olmayı, seküler yaşam tarzını, Atatürkçülüğü,
Cumhuriyeti savunmayı ve konser yasaklarına tepkiyi dile getirdiği gibi
gerekçelerle "sol Kemalistler" tarafından coşkuyla desteklenen bu
kutlamalar; aynı zamanda AKP-MHP iktidarının bütün savaş ve işgal
politikalarına destek vermiş olmayı; tarihsel olarak Rum, Ermeni, Yahudi
düşmanlığını; güncel olarak Kürt ve Suriyeli göçmen düşmanlığını;
ırkçı-şovenist politikalarda iktidardan daha "şahin" olmayı da
perdelemeye yarıyordu!
Twitter'daki hesabımdan, kendini "solcu, devrimci, sosyalist,
demokrat" olarak tanımlayan kimi kişi ve çevrelerin çifte
standartlılığını," 6-7 Eylül'e ağlayan kimileri 9 Eylül'de
"bayram!" yapıp, eğlenebiliyor! Her ikisinin de özünün aynı olduğunu,
aynı politikanın sonucu olduğunu anlamak istemiyor; Önasya'nın binlerce yıllık
yerli halklarının sürülmesi; yok edilmesi, kültürel, ekonomik varlıklarına el
konulması..." (10 Eylül 2022) diyerek eleştirmiştim.
Beklenileceği gibi bu çevrelerden bir çok tepki geldi:
#9Eyluel ile ilgili tweetime tepki
gösterenlerin çoğu; "savaşta her şey mübahtır" anlayışındalar sanki.
Sivil halkın -ki onlar da Osmanlı vatandaşıydı- katledilmesini, yakılmasını,
sürülmesini, tecavüz edilmesini, malının mülkünün gasp edilmesini normal
karşılıyorlar. Burada hiç sorun görmüyorlar. Halbuki bu savaş fırsatıyla
yerli halkın etnik temizliğe uğratılmasıdır. İnsanlığa karşı işlenmiş bir
suçtur.
Çok üsteleyince
"onlar çok mu iyiydi, onlar da bize yaptı veya yapacaktı!" diye
savunmaya geçiyorlar. Yapılanlar yine mübah oluyor... İşlenen suçlardan dolayı
üzüntü, kaygı veya suçluluk duymuyorlar; hatta bunu eğlence ile kutluyorlar.
Nasıl bir durum içinde olduklarının acaba farkındalar mı?
Bir de çok az bilinen, fazla tartışılmamış olan, şehrin zengin Ermeni,
Rum ve Yahudi mahallelerini ortadan kaldıran “1916 ANKARA YANGINI” var…
1916 ANKARA YANGINI
Devletin resmi kayıtlarında da yer alan, 13 Eylül 1916 gecesi başlayıp iki
gün iki gece süren yangın Ankara’nın Kale dışında kalan mahallelerinin
neredeyse 4’te üçünü yok etti. “Yakacak bir şey kalmayınca kendiliğinden sönen”
yangın sonucu; 1033 ev, 915 dükkân, 7 kilise, 6 okul 3 hastane ve
daha birçok resmi gayri resmi bina kül olmuştu.
Tamamen yanan 8 mahallenin 7’sinde Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşlar
bulunmaktaydı.Hisarönü Mahallesi, İnebey, Debbağhane, Keçiören, Dikmen ve Balgat civarı, Ortodoks-Rum ve Ermeni halkın yoğun
olarak yaşadıkları bölgelerdi.[2] 7 Kilisenin yanı sıra 2
de cami yanmıştı yangın öncesi Ankara’da 44 cami ve 12 kilise bulunmaktaydı.
“Müslüman mahâllelerinden Yeğenbey tamamen yanmıştı. Gayrimüslim
mahâllelerden ise Hisar-ı Fukara, Hisar-ı Ağniya, Kurt, Çakırlar, Kethüda ve
Mihriyar mahâlleleri tamamen yanmıştı. Tamamen yanan mahâllelerden sadece Hacı
Mansur mahâllesinin nüfusu karışıktı. Yine kısmen yanan mahâllelerden ise
Emirler, Misafir Fakî ve Sultan Alaeddin mahallelerinin nüfusu tamamen Müs-
lümandı. Kısmen yanan İmam Yusuf, Debbağhane ve Hacı Ashâb, Efî (Afî),
Hatuniye, Boyacı Ali mahâlleleri karışık nüfus yapısına sahipti. Valtarin ve
Gâvzur (Kâzûr) Ali mahâlleleri ise sadece gayrimüslimlerin oturduğu
mahâllelerdi Netice itibariyle ve ifade edildiğine göre bu yangın
yüzünden beş bin aile evsiz-barksız bir hâle düşmüştü.” [3]
“Ancak şehir insansız kalmamıştı ama insanlar şehirsiz kalmıştı ve
artık ortada bir Ankara, en iyimser ifade ile Ankara’nın en güzel ve en mâmur
yarısı bulunmuyordu. Başka bir ifade ile simsiyah kül yığınları iki gün evvelki
güzel Ankara’nın ortada kalan tek şahitleri ve temsilcileri idiler.”[4]
Yangın sonrasında “barınacak bir dam altı bile bulunmadığı” için Ankara’da
kalan Ermenilerin de tehcirine karar veriliyor. O sırada Ankara’nın adeta bir
siyasi, adli sürgün ve esir askerler kenti durumunda olduğu da anlaşılıyor ve
resmi yazışmalar bu kişilerin nerelere nasıl gönderilecekleri konusuna
odaklanıyor.
Ankara yangının nasıl çıktığına ilişkin Ali Birinci’nin zikrettiği bazı
evraklara göre yangın ilk Önce Darüleytam (Yetimler Yurdu) ile bitişiğindeki
Serceoğlu Agob’un mektebi ve emekli binbaşı Ferit Bey’in hizmetindeki
askerlerin kaldığı binalardan başlamış. Bir cinayet, bir sabotaj, kundaklama
gibi “faili meçhul” bir olay olduğunda, zanlıyı bulmak için fiilden kimin,
kimlerin faydası olduğuna bakılır. Yangından kimlerin siyasi ve maddi fayda
sağladığı bellidir. Sürgün ve soykırımların sonrasında, göç ettirilenlerin
ardından 16 şehir ve kasabada büyük yangınlar çıktığı/çıkartıldığı
bilinmektedir. Bunların çoğusunun İzmir’deki gibi “sürülenlerin çocukları veya
mirasçılarının evlerine geri dönüş ihtimalini” de amaçladığına kuşku yok.
Ankara’daki Ermenilerin 1915 sürgünü vali Mazhar Bey’in ayak sürümesi
nedeniyle bir süre gecikmiş; yeni atanan vali vekili Atıf Bey ile birlikte
sürgün işlemleri hızlanmıştı. Gregoryen Ermenilerin sürgünü tamamlanmış,
Katolik Ermenilerin ve Rum Ortodoksların tehciri tartışmalı olduğundan geri
kalmıştı. Tehcirden önce 1914 Osmanlı sayımına göre Ankara’da 915 Protestan,
3.342 Gregoryen ve 6.990 Katolik yaşamaktaydı.
Yangın sırasında Ankara Valisi Dr.Mehmet Reşit’tir (Şahingiray). 1915’de
Diyarbakır Valisi idi ve arkasında Diyarbakır’ın yakılan Ermeni mahallesi
bulunuyordu.[5]
YANGINININ TANIKLARI
Bu yangını anılarında yazıp yayınlayan iki önemli görgü tanığı var.
Birisi, “içeriden” bir isim olan
gazeteci-yazar Refik Halid Karay’dır.
Karay, o tarihte İttihad-Terakki yönetimine muhalefet eden yazıları
nedeniyle iç işleri bakanlığı tarafından “mecburi ikamet”e tabi tutulduğu
Ankara’da bulunuyordu. Yangın günü görüp yaşadıklarını kaleme aldı. “Deli”
adıyla 1939’da İstanbul’da yayınlanan anılarında Ankara yangınını anlattığı
uzunca bir bölüm bulunmaktadır.[6]
Diğeri, Ankaralı Rumlardan Androniki Karasuli Mastrudi’dir.
Karasuli’nin yangınla ilgili anıları 1966 yılında Atina’da yayınlanan “Kayıp Vatanımdan Hatıralar
(Ankara’daki Hayatım)”[7] isimli kitabında yer alıyor. Henüz
Türkçe yayınlanmamış olsa da Alican Başdemir, Taylan
Esin ve Zeliha Etöz gibi araştırmacıların konu ile ilgili makale ve
kitaplarında Karasuli’nin anlatımlarına yer verilmektedir.
Refik Halid (Karay);
“En korkunç, en büyük yangınlara alışkın olması lazım gelen bir İstanbul
çocuğu sıfatile söylüyorum, Ankara yangınını görmiyenler Roma şehrinin nasıl
yandığına, o dehşete, o kıyamete akıl erdiremezler” diyerek yangının
çok ürkütücü bir anlatımını yapan Karay’ın, olayla ilgili tüm yazdıklarını aşağıya
aktarıyorum.
[Kitabı bana ileten Sait Çetinoğlu’na teşekkürler.]
“…
Bunlar yetişmiyormuş gibi bir büyük
felaketle daha karşılaştık: Ezrail zebani oldu, elindeki orak ise meşale ve
kundak... Kara Ankara’yı kıpkızıl gördüm, sonra da kül rengi!
Bir geceydi, sokaktaki
vakitsiz ayak sesleri, telaşlı gezinmeler ve heyecanlı konuşmalarla uyandım.
Ne vardı, ne oluyordu? Bir şey değilmiş, yangın varmış.
Bakındım: Ha, evet, işte
tâ ötede, uzakta, bize erişmesine imkân olmayan aşağı bir mahallede, sakin,
korkak, hiçten bir alev, ürkek, iştahsız bir kedi dili gibi karanlığı ağır ağır
yalayıp duruyor. Hava durgun... Elbette söndürürler, dedim, yattım.
Halbuki o bir karış
alev, uzıya büyüye, ertesi günü bizim pansiyonu da kavurup Ankara’nın dörtte
üçünü kül, kömür etmişti. En korkunç, en büyük yangınlara alışkın olması lazım
gelen bir İstanbul çocuğu sıfatıyla söylüyorum. Ankara yangınını görmeyenler
Roma şehrinin nasıl yandığına, o dehşete, o kıyamete akıl erdiremezler.
İki gece, iki gün süren
bu yangını anlatmak isterim:
Durgun bir gecenin
altında alev diliyle karanlık gökü yalamak isteyen, fakat erişemeyen o miskin,
kudretsiz yangın başlangıcına benim gibi galiba kimse de ehemmiyet vermemişti
Tekrar dalar gibi olmuştum, seslerin fazlalaşması merakımı uyandırdı; etrafıma
yeniden bakmak üzere yatağımdan doğrulur doğrulmaz uğursuz uğursuz bir ışığın,
uzakta çehremi korkunç bir kızıllıkla aydınlattığını duydum. Tutuşan evin
bağrından havaya coşkun bir fıskiye kuvvetiyle ateş ve kıvılcım fışkırıyor,
Ankara’nın siyah böğründe bu yangın kan yerine alev ve pıhtı yerine tutuşmuş
yongalar saçan efsanevî bir dev yarasına benziyordu. Sanki bu kara dev
ıstırabından kıvranıyor ve nefesleri etrafa büklüm büklüm, halka halka, duman
halinde yayılıyordu; tüyler ürpertici bir hışıltı da gûya göğsünün içinden
çıkıyordu.
“Bereket ki rüzgâr
yok...” dedim, evet, hava ölgündü, bu bir ümit idi. Fakat rüzgâr ne kadar
olmasa gene, karşılıklı iki evin pencerelerinden komşuların kolaylıkla
konuştukları değil, hattâ el sıktıkları dar sokakları ve kav halini almış
cumbaları düşünerek bu ateşin elli, altmış evin hakkından geleceğini hesaba
katmak lazımdı. Nitekim birinci ev yanındakine kızıl ve kızgın kollarını çılgın
bir âşık gibi doladı; öteki kabahatli maşukasına küsmüş bir cengâver
selabetiyle yerinde duruyor, aldırmıyordu. Fakat diğeri kollarını daha fazla
sarıyor, abanıyor, ateş buselerini sevgilisinin vücudu üzerinde mütemadiyen
dolaştırıyor, kendisine rametmek istiyordu. Birden o evin de için için
yandığını camlarının arkasından gördüm. Bana bir aralık sallanıyor gibi geldi;
sonra bir anda damı çatladı ve yarım saattir sinesinde toplanıp biriken ateş
bir bomba sadasıyla beraber göğe serpildi.
Artık bundan öteki
müthiş bir oburluktu. Her dam diğerine alevlerini kucak kucak ikram ediyor,
kulakları rahatsız eden bir şapırtı arasında dumandan eller ateşten meyvaları
yutuyor, öğürüyor, koşuyor, gene yiyor, gene sümürüyor, evler purpr tuvaletlerini
giyerek bu misilsiz cehennem ziyafetinden hissesini kapıyor, kâmını alıyordu.
Yangının esrarengiz bir
sirayeti vardı. Giyindim, seyrine koştum. Ben oraya varıncaya kadar sekiz, on
ev çoktan kızıl birer kül yığını kesilmişti. Bir saate varmadan ateş dört, beş
kola ayrılmış, hattâ perendeler atarak damdan dama sıçramaya, mesafeler aşmaya,
harikalar göstermeye başlamıştı. Hattâ rüzgâr yoktu, fakat bir damla su da
yoktu. Ateş arttıkça havada mevzii bir rüzgâr hâsıl yoktu. Ateş arttıkça havada
mevzii bir rüzgâr hâsıl oldu; tahta parçaları yerlerinden koparak mancınıkla
atılmış gibi vızlıyarak gökte bir mitralyöz harbi yapıyordu. Sabah okurken
yangın sade birçok kollara değil, birçok mahallelere de ayrılmıştı.
Derken sedyeler, yani
yaralılar ve yanıklar da meydancıklara doldu. Eşya nakline darlıktan dolayı
imkân yoktu; insanların güç geçtiği sokaklar, mesela bir piyano veya kanape
ile tıkanıveriyordu. Civardan getirilen amele taburları birkaç saat faaliyetten
sonra tabıtuvandan kesildi. Artık yangını söndürmeye kimse çalışmıyordu. Hattâ
eşya kurtarmaya çalışanlar da azalmıştı. Halk canını veya çoluk çocuğunu
kurtarabilmekten başka bir şey düşünmeyecek hale gelmişti.
Ben mütemadiyen geziyor,
en tehlikeli yerlerde seyrime devam ediyordum. Bizim mahalle kurtulacağa
benziyordu. Bir meydanlığa rastgeldim; Ankara Ermenilerinin zenginliğine delil
olarak orada muvakkat bir âbide kurulmuştu: Yangından kaçırılan yüz kadar
piyanonun sıra sıra dizildiğini gördüm; üstlerine seçme, pahalı halılar
serilmişti. Birden, kocaman bir yanık kütük geldi, aralarına düştü; söndürmeye
koşacak adam yoktu; o kütük bir kundak gibi çeyrek saate kalmadı, piyanoları
tutuşturdu. Hem nasıl tutuşturmak? Gaz dökmüş, benzin serpmiş gibi...
Tellerinden binbir nağme çıkarak o kupkuru, cilalı sandıkların yanışı çok
acayip olmuştu. İnsan gibi inleye inleye, telleri ateş gibi kızararak, bembeyaz
dişleri sıcaktan etrafa pıtır pıtır serpilerek ne feci ve ne tuhaf
yanıyorlardı... Yangına civar mahallelerdeki evler artık herkesin girmek hakkı
olan umumî mahallere dönmüştü. Kapılar açıktı; eşyanın çoğu yerli yerinde
duruyor ve halk içeriye dalarak ahalisi kaçmış olan bu meskenleri istediği gibi
geziyor ve içinden istediğini alıyordu. Yolda saçları dağınık, gözleri ürkmüş
ve güzellikleri artmış genç kızlara rasgeliyordum; ellerinde yangından
kurtardıkları eşya vardı: Lavanta şişeleri pudra kutuları, kordela ve dantela
parçaları, kadife muhafazalar...
Çocuklarını kaybeden
anaların ise haddi hesabı yoktu. Kıyamet Ankara’da o gün kopmuştu ve mahşer o
gün burası idi.
Biran geldi ki dehşet
beni de sardı. Alev dalgalarının hışıltısı, kıvılcım yağmurunun şakırtısı ve
duman bulutlarının ağırlığı altında şaşaladım, kaldım. Artık kendi evime
çıkacak yolları bulamaz hale gelmiştim; daha doğrusu sokaklar öyle değişivermiş,
tanınmaz bir şekil almıştı ki soğukkanlılığıma sahip de olsam gene kolayca
onları birbirinden ayırt edemezdim. Ateşten ırmağın feyezan halindeki korkunç
iniltisi kulaklarımı tıkamış, yer yer göçen evlerden fışkıran kızıl köpükler
gözlerimi yakmıştı. Sağa, sola koşuyordum. Önüme birisi çıktı:
“Ne arıyorsunuz
buralarda, dedi, ateş sizin eve yaklaştı!”
Önüme düşen bu adamın
arkasından çoluk çocuk üzerinden atlıya atlıya, tutuşmuş kütükleri çiğneyerek,
alevli rüzgârdan çehrem kavrula kavrula, çılgın gibi gidiyordum. Nihayet evi
bulduk. Bir çeyreğe kadar eşyamızı toplayıp çıkmazsak canımızı kurtarmaktan
başka yapacak bir şey kalmıyordu. Fakat, haydi diyelim ki eşyayı hazırladık,
nasıl nakledecektik? Ve daha mühimmi var: Nereye taşınacaktık?
İşte burada ahbaplar
imdadıma yetişti. Ankara’da yeni tanıştığım bir asker doktor kendiliğinden
bana dört neferle bir yük arabası göndermişti; beş dakikada denkler hazır oldu.
Zaten askerden olmayanlar için ne araba kiralamak, ne hamal tutmak, ne de yol
açmak kabildi. Ancak asker kuvvetiyle bir mahalden mahalle taşınmak mümkün
oluyordu. Bizim araba da bu kudretle, neferler ahaliyi itip kakarak, kendine
yol buluyor, kaynaşan bir halkın üzerinden, hattâ bazen üstünden aşıp
gidiyordu.
Biz kapıdan çıkmıştık,
evimiz, hani tanzim edip sakin ve rahatça nice günler geçirdiğimiz terase yok
mu, oradan ateş aldı.
Yarım saat sonra hükümet
konağının arka sokaklarından birinde, geniş bir konağın içinde idik. Ankaralı
bir arkadaş yangından şimdilik kurtulup kalan evini bize bırakmıştı.
Yangın artıyordu.
Yeniden gece oldu; Ankara tek parça bir ateş kesildi. Ahali kırlarda,
kurtarabildikleri kırık dökük eşya ortasında, yerlerde yatıyor ve açlıktan,
susuzluktan kırılıyordu. Bir lokma ekmek, bir avuç su bulmak imkânsız...
Telgrafla Eskişehir’e haber verilmiş, ekmek, itfaiye istenmişti. Her ikisi de
geldi, lâkin ekmekler teşkilatsızlıktan tevzi olunamadı, itfaiye de ateşin
dehşeti, genişliği karşısında durakladı.
Ben gene Neronun
tutuşmuş Roma’sını dolaşmaya başladım.
Manzara hakkında bir
fikir vermek için alev dalgası ateş deryası, cehennem gibi kelimelerin kuvveti
olamazdı. Bütün mahlukat ve mevcudatının ateşten yaratılmış olduğu bir dünya
cehennemi içinde idik. Halk semenderler gibiydi; alev ve korku ortasında
koşuşuyor, şuradan, buradan atlayıp kaçışıyor, gene geliyor, gene gidiyor, pür
hareket, bu kızıllıkta yaşıyordu.
Yangın Yahudi
mahallesini sarınca o telaş son haddini buldu; feryat dünyayı kapladı, heyecan
yeri, göğü titretti. Ankara’nın en kibar mahalleri, en büyük çarşısı, serveti,
refahı çoktan kül kesilmişti. Şimdi de diğer bir semti, bir zengin mahallesi
ateş altında idi.
Neler görmedim...
Saçlarından tutuşmuş kadınlar, yolda doğuran gebeler, cübbeleri alev almış
hahamlar ve bütün bu kıyamet yerinde izbe köşeler bulup sarmaşdolaş olan
âşıklar... Ne garibeler vardı. Secdeye kapananlar olduğu gibi sevgililerinin
dizlerine tırmananlar ve boynuna kollarını dolayanlar da mevcuttu. Eşya
çapulculuğu kadar kadın çapulculuğu da revaçta idi. İlle kıpkızıl saçları
ateşin akisleri altında alevden daha kızıl kesilen bir taze Yahudi kızma
rasgeldim ki, genç ırkdaşı, üzerine pars gibi bir köşeden atıldılar ve tutunca
-gözlerimin önünde- bir boş evin loşluğuna attılar.
İşvesinden, cilvesinden,
bekleyişinden ve istekliliğinden belli ki bu Sara veya Rebeka için için
tutuşmuş bir kundak bir kürek kor, bir külçe beyaz ateşti. Gençlerin
tulumbacılıklarına göz yumdum; lüzumlu bulmuştum.
İşte bu minval üzere,
ölenler, sevişenler, aç kalanlar ve susuzluktan bunalanlar ortasında Ankara
yangını iki gün, iki gece devam etti. Nihayet yakacak bir şey bulamadı; söndü.
Sıra açlığa, susuzluğa,
sefalete, perişanlığa gelmişti.
VII
İki aydan
beri oturduğum ve terasasında uzaktan yangının çıkışma bir gece evvel
aldırmayarak baktığım ev de yanmıştı. Hem nasıl? Beklemediğimiz bir sırada...
Ateş Hisar Mahallesi’ne daha çok
uzaktaydı; ben yangın seyrinde aşağı sokaklarda dolaşıyordum. Bir aralık duman
ve kıvılcım etrafımı sardı; yolumu şaşırdım, sağa sola, rasgele dalıp çıkıyor,
girip dönüyordum.
Bir tanıdıkla karşılaştım:
“Burada ne arıyorsunuz? Sizin ev
yanıyor!” dedi. Koşuyor, yarı tutuşmuş bir yangın kütüğü gibi uçuyordum. Bir
açıklığa rastladım, başımı evimin olduğu yer doğruluğunda kaldırdım: Uzakta,
yukarıda terasayı gördüm: Köşesinden kirli tutkal sarılığında bir duman
fışkırıyor. Bu dumanın arasına biraz sonra alevden şeritler karıştı, şeritler
çoğaldı, yassılaştı, birleşti, şişti, hortumlaştı. Deminki duman artık ateşti;
ev tutuşmuştu. Sanki aşağıdaki yangının sıcağını iri pertavsızlarla toplayarak
bizim terasaya aksettirmişlerdi, kıvılcımla değil, uzaktaki hararetle yanmıştı.
Arşimed’in aynalarındaki gibi...
Yangının ikinci sabahı Ankara’nın
dörtte üçü ortadan silinmişti. İlk vardığım gün dağdan bakınca devden ırgatların
mamuttan katırlara yığdırtdıklarını sandığım enkazı bir Mefıstofeles ordusu
ateşten kazmalarla yıkmış, kordan kümelere toplamış, alevden süpürgelerle
uzaklara dağıtmış, görünürde iz, eser bırakmamıştı.
Yiyecek de yoktu, içecek de... Dam
altı bulmak büyük Afrika sahrasında vahaya rastlamak kadar güçtü. Halk
sokaklarda idi; daha iki gün evvel iki kişinin yanyana güç geçtiği dar sokaklardan
vücut bulmuş geniş meydanlarda... Ahalide şu hali seziyordum: Sanki, o güne
kadar bir odada, üstüne kaputunu çekmiş, çıplak yatıyordu. İnsafsız ve hayasız
bir el, uykuda iken bu odanın duvarlarını kaldırıvermiş, sonra da üstündeki
örtüyü çekip götürmüştü. Artık meydanda anadan doğma, dımdızlak ve uyku
sersemiydi!
….”[8]
Karay’ın anlatımları
içinde, dikkat çeken ayrıntılardan biri; Ermeni zenginliğinin abidesi gibi bir
meydana yığılmış piyanolar, halalılar ve değerli eşyaların ortasına bir ateş
kütüğünün düşüp hepsini yakıp kül etmesidir. Yangından kurtarılmış eşyaların
yakılması ya da bu eşyaların yakılmak için meydana toplanmış olması…
Diğeri de yangının bir
ara sönecek gibi olmasının ardından yeniden alevlenmesi Karay’ı hayrete
düşürüyor. Yangına su yerine gaz yağı sıkılmıştır; “…kimin çıkarına
olabilirdi?”
Refik Halid, yangın sonrası şehir yaşanamaz hale gelince Bilecik’e
gönderildi. Karay’ın sürgünlüğü 1918 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim
bayrağı çekmesi ve İttihad-Terakki’nin hükümetten düşmesiyle sona erdi.
Fakat Kemalistlere de yaranamayan Refik Halid, 1922’de İstanbul’dan ayrılıp
Beyrut, sonrada Halep’e yerleşti; Cumhuriyet sonrası 150’lilikler listesinde
yer aldığı için ülkesine dönemedi. Siyaset dışında kalmaya özen göstermesi ve
Hatay’ın ilhakında TC lehine çalışması nedeniyle affedilerek 1938’de İstanbul’a
dönebildi.
Androniki
Karasuli Mastrudi;
Sait Çetinoğlu, Karasuli’nin anılarına dayanarak hazırladığı
makalesinde kitaptan önemli bölümler aktarmaktadır.
“ 1916’da Türkler Ankara’yı
yaktıklarında -fark ediyorsunuzdur, bunlar önemli ve unutulmayan olaylardı-,
orada en çok canımı yakan, dedemin evinin içinde bulunan Aziz Klementos
kilisesiydi.”[9]
Ayşe Hür yangının kasıtlı olarak
çıkarıldığı, yayılmasının yönlendirildiği, söndürülebilecek durumlara müdahale
edilmediğini alıntılarla örneklendirmektedir.
“Karasuli ardından,
Ortodoks ahalinin Aziz Nikolaos Kilisesi’nin yanmasını önlemek için olanca
güçleriyle, dış cephesini halılarla örtmeyi ve ıslatmayı başardıklarını ancak
bir grup Türk’ün dayısına okkalı bir tokat atıp “Bırakın yansın hınzır
gavurlar, daha örnek almadınız mı, dağılın buradan!” dediğini eklemişti. Bu
anlatılar ve yangının ulaşmadığı Ulus’taki Aziz Nikolaos Kilisesi’nin de
yanması, yangının kasıtlı olarak gayrimüslimleri kaçırtmak için çıkartıldığı
tezleriyle uyumluydu.”[10]
Alican Başdemir, konuyla ilgili
yazısında yangın sonrası Hristiyanların durumunu Karasuli’nin sözleriyle
aktarıyor: “Çoluk çocuk tüm Hristiyanlar dışarı atılmıştık, artık felaketimizi
görebiliyorduk. Bizi oradan sürgün mü yoksa yok mu edeceklerdi, bilmiyorduk.”[11]
Falih Rıfkı Atay;
Falih Rıfkı, tıpkı İzmir’in yakılması gibi Ankara yangınında da siyasi
iktidarların sorumluğunu itiraf ve üzüntüsünü ifade eder. Türk devletinin
kurucu babalarıyla yakın ilişkileri ve ideoglarından olması onu önemli bir
tanık haline getiriyor.
1923’de Ankara’ya
milletvekili olarak gelen Atay, “Çankaya” adlı kitabında şunları yazar:
“Vaktiyle Hıristiyanlar Ankara’nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynaklan
üstünde kurulmuşlar, Kalenin istasyona bakan sırtını konaklan, otelleri,
lokanta ve barlar ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma,
yemiş ve gölge ağa a dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz
Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. 923’te
Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser
yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç
ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir
yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara
kadar iptidaî olduğunu sanmıyorum. Yemek ve yazmak için eve bir masa
yaptırmıştık. Dört ayağından hiçbiri ötekine koşut-müvazi değildi. Yakup’la
karşısına geçer, bu masanın nasıl düz durabileceğine şaşardık. Ankara,
İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye’nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla
beraber hayat ve ümran denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu
memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık.”[12]
“Batış Yılları” adlı kitabında da;
“Ankara’nın zengin semtleri ve bakımlı yazlıkları Ermenilerin malı idi.
Ermeni lokantasında yiyor ve Ermeni otelinde kalıyorduk. Müslüman çarşısı en
eski alaturka idi. Yerden yüksek dükkanlarda bağdaş oturulduğunu hatırlıyorum.
Ankara’da kaldığımız otelin adı Santral, lokantası iyi, yatakları temiz ve
rahattı. ‘Tehcir’ zamanı yıkılmış olmalı idi. Ankara başkent olduğu vakit
Santral otelini aramıştım. Altındaki ahıra at bağlanan Taşhan’dan başka
kalınabilecek yer yoktu. Benim ilk gördüğüm Ankara’nın medenilik adına nesi varsa
hepsini yakıp kül etmiştik.” demektedir.[13]
Yangınla ilgili yayınlanan çalışmalar:
Ankara
Yangını ile ilgili ilk kapsamlı çalışma
Ali Birinci’ye ait. Refik Halid Karay’ın yangınla ilgili anılarını 2009
yılında “Ankara” isimli kitapta toplayan Birinci, kitaba “Meşrutiyet Ankara’sında Bir yangın” başlıklı bir bölüm ekledi.
Birinci, Başbakanlık Arşivleri’nde yangınla ilgili ulaşabildiği resmi yazışmalara
yer vermektedir. Yangının kasıtsız çıktığı, fakat ihmal ve yetersiz donanım
nedeniyle kontrol altına alınamadığı görüşünü savunmaktadır. Bununla birlikte
yangın sonucu yıkıma uğrayan Ankara’nın zengin Rum ve Ermeni kültürüne atıfta
bulunmaktadır.
Akademisyenler Taylan
Esin ve Zeliha Etöz, 2015 yılında Ankara Yangını ile ilgili kapsamlı bir
araştırma yayınladılar. [14] Asıl olarak Zeliha Etöz’ün doktora çalışmasına
dayanan, Taylan Esin’le birlikte çok sınırlı sayıdaki bilgi ve belgelerden “adeta
iğneyle kuyu kazar gibi” hazırlanan bu çalışma, yalnızca Ankara Yangınını
değil, 1915-1922 etnik temizlik sürecinde yapılan ve çok az bilinen irili
ufaklı 15 yangını daha inceliyor.
- Amasya, “Selağzı”, 12.3.1914 ve 21.7.1915
- Tokat, Çarşı, Mayıs 1914 ve Ocak 1916
- Bandırma, Preme karyesi (“nam-ı diğer Kapudağ”), 30.6.1915
- Bursa,
Orhangazi, Yeniköy karyesi, 23/24.8.1915
- İzmit,
Ermeni Mahallesi, 27.8.1915
- Haçin
(Saimbeyli), 3.10.1915
- Tire,Rum
Mahallesi, 2.7.1916
- Bandırma,
Ermeni Karyesi, Mart 1917 (21 Şubat 1332)
- Ayvalık,
Nisan-Ağustos 1917
- Gelibolu,
18.4.1917
- Erdek,
27.8.1917
- Tirebolu,
1917, 1918 ve Espiye, 1916
- Sinop, Varoş
Mahallesi, 17.12.1917
- Samsun,
Kaleiçi, 18.7.1918
- Bafra, 1917;
Havza, Aralık 1918
F.R. Atay'ın da itiraf ettiği gibi: "Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık."
“1916 Ankara Yangını” kitabının
yazarları bu yangınların soykırımın tamamlayıcı unsurları olduğunu
savunmaktadırlar. Taylan Esin’e göre “I. Dünya Savaşı’nda emval-i metrukenin bir kısmı
tasfiye edilerek İstanbul’a gönderilmiş, bir kısmı gasp edildiği yerdeki
binaların inşasına ve tefrişine akmıştır. Yangın ise, öyle sanıyoruz ki,
emval-i metrukenin paylaşımı konusunda bir ihtilaf göstergesidir. Eğer bu tez doğruysa,
ihtilafa taraf olan herkes, o kargaşa ortamında “kaldırdıkları”nın izini de
ortadan kaldırmak isteyen potansiyel birer zanlıdır.”[15]
Bu önemli tespite ek olarak bu yangınların Türk etnisitesinin ulusal
inşasında bir sosyal mühendislik olarak kullanıldığını ekleyebiliriz.
Bütün bu tanıklıkla,
yangının 1915 sürgün ve soykırımını izleyen 1916 yılında, kendisi zaten bir
nevi sürgün ve tecrit yeri olarak kullanılan eski kasaba irisi Engürü’deki
Ermeni, Rum ve Yahudilerin sosyal, kültürel ekonomik arlıklarına son
vererek onları şehirden tasfiye amacıyla çıkarılmış olduğunu gösteriyor.
Yangında kimi Müslüman mahallelerinin, cami, okul ve dükkanların da yanmış
olması bir yanıyla “kurunun içinde yaşın da yanması” biçimde göze alınmış ya da
yangının kontrolden çıkmış olması ile açıklanabilir.
Sonuçta 1916 Anakara yangının şehirdeki Ermeni, Rum ve Yahudi kültürel ve sosyal yaşamını yok ettiği ortadadır. Misak-ı Milli sınırları içerisinde yapılan etnik yok etme siyaseti ile çöle çevrilen bu coğrafyada bir Türk ulus devleti inşa edilmesine benzer biçimde; etnik ve kültürel çoğulcu hayatı küle çevrilen Ankara’nın Cumhuriyet’in başkenti olarak yeniden inşa edilmesi birbirine çok benzer.
[1] F. R. Atay, “Çankaya”, İstanbul, 1969, s. 212-213
[2] Hayrettin Âbidin, Tarihte Ankara-îstiklal Harbi ve Bursa Hatıratı, İstanbul, 1934, s.89, Aktaran Ali Birinci, age, s.64
[3]
Rifat Özdemir; “XIX.
Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, 1986, s. 93-96: Keza BOA-BEO, dosya nu. 332604,
Akt. A.Birinci. age. s.73
[4] Ali Birinci, “Meşrutiyet Ankarasında Bir Yangın”, Ankara, İnkilab Kitabevi, İstanbul, 2000
[5] Mehmet Bozkurt, “Bir Şehri Yakmak: 1916 Ankara Yangını”; https://hyetert.org/2021/10/24/bir-sehri-yakmak-1916-ankara-yangini/?fbclid=IwAR2kx848yTJVpvTtT2NkYXfa1aD4YBYx8GumvR4k3NsJ9L9LPTH_y9ftXbY
[6] Refik Halid Karay, “Ankara”; Hazırlayan: Ali Birinci, İnkilap Kitabevi, 2009, İstanbul
[7] Androniki Karasuli Mastrudi, Kayıp Vatanımdan Hatıralar (Ankara’daki Hayatım), Atina, 1966; Aktaran: Alican Başdemir, “Ankaralı Gayrımüslimlerin Trajedisi; Büyük Ankara Yangını” 18.12.2015, http://www.gazetebilkent.com/tarih-2/126/ankarali-gayrimuslimlerin-trajedisi-buyuk-ankara-yangini/?fbclid=IwAR1eJzbNnI8zwdKEtEPDaszYtfS8kLFx_Nn4b-2VTGXA5a7Emnkz23X0Dio
[8] Refik Halid Karay, yage. s.136-142
[9] Sait
Çetinoğlu, “Ankara Rumları ve Ankara Ermenilerinin Ata Topraklarında
Tüketilmesi”,
https://yakindoguyazilari.com/sait-cetinoglu-yazi-ankara-rumlari-ve-ankara-ermenilerinin-ata-topraklarinda-tuketilmesi/
[10] Ayşe Hür, “Resmi tarihin yazmadığı 1916 Ankara Yangını”, Radikal, 07.02.2015 https://www.marmarayerelhaber.com/Ayse-HUR/34962-Resmi-tarihin-yazmadigi-1916-Ankara-Yangini
[11] Alican Başdemir, agy
[12] Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”, s. 351
[13] Falih Rıfkı Atay, “Batış Yılları”, Pozitif
Yayınları, 2012, İstanbul, s.57-58
[14] Taylan Esin- Zeliha
Etöz,1916 Ankara Yangını: Bir Felaketin Mantığı, İletişim, İstanbul,2015.
[15] Ferda Balancar, Taylan Esin- Zeliha Etöz ile Ankara Yangını üzerine söyleşi: “Soykırımın tamamlayıcı unsuru olarak ‘yangın’” https://www.agos.com.tr/tr/yazi/10657/soykirimin-tamamlayici-unsuru-olarak-yangin?fbclid=IwAR2Yyfr_Jr42wmYssMCKnEb3BJEn8iAiiJvblUCAE4n0HhUsIP6AOzu2N88
[13] F.R. Atay, “Çankaya”, yagy.
Yorumlar
Yorum Gönder