2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı, Türkiye’nin yakın tarihinde en acı duyduğum olaylardan biridir. Toplumumuzun pek çok değerli sanatçısı, ozanı, edebiyatçısı, aydını bir otelde abluka altına alınıp, ateş çemberinin ortasında diri diri yakılıp, is ve dumanla boğulmuştur.
Madımak Oteli’nde katledilen bu birbirinden değerli aydınların eserleriyle, anılarıyla her karşılaştığımda içim büyük bir acıyla dolar. Bu öyle acı bir sahnedir ki, otelin etrafını saran gözünü kan bürümüş kalabalıklar, gaz bidonları ile linç sloganları atarken, devletin polisi askeri seyretmiş, insanlar TV’lerinden naklen izlemiştir…
Bu katliamın sosyal ve siyasal olarak taşıdığı güçlü bir mesaj vardır ki, bu ancak tarihteki Kerbela olayı ile kıyaslanabilir: modern zamanların Kerbela’sı…
Sivas Katliamını kendinden önceki 1978 Maraş ve 1980 Çorum pogromlarının bir devamı olarak görmek gerektiği gibi; Hizbullah, IŞID, El Kaide türü İslami yayılmacılığı esas alan yapılanmaların 2000’li yıllarda yapacaklarının da habercisi olarak anlam taşıyor. 2015’deki Suruç ve Ankara Garı katliamları bu şiddet çizgisinin devamlarıdır. Bu çizgiyi izlediğimizde pogromların rastlantısal değil, bir stratejinin ürünü olduğu açıkça görülür.
Tarihsel arka planına baktığımızda, daha derinlerde duran geniş ölçekli bir toplumsal-siyasal gerilime, siyasal hegemonya çabasına tanık oluruz. Biri zayıf diğeri güçlü ve egemen iki paradigma; birisi yayılmacı, Fetihçi, ganimetçi, monolitik; diğeri barışçı, uzlaşmacı, çoğulcu bir anlayışa dayanır. Dini inançların; sosyal yaşam kültürü, siyasi ve ideolojik tercihlerin kendilerine özgü toplumsal tabanları vardır.
Hangi biçimleriyle tanımlanırsa tanımlansın Alevilik-Kızılbaşlık (ki buna Bektaşilik, Halk Sûfizmi gelenekleri, Sünni İslam şemsiyesi altındaki tasavvuf akımları da dahildir) genel olarak her türlü inanç ve kimliğin barış içinde bir arada yaşayabildiği/ yaşaması gerektiği bir toplumsal düzen vaad eder. Önasya’nın çok kültürlü, çok etnikli, farklı inançların var olduğu toplumsal dokusuna uyan barışçı ilişkileri temsil eder. Bu nedenle böyle bir yaşamdan çıkarı bulunan yoksul köylülüğü, çarşı esnafını, zanaatkarları, sanatçı ve aydınları, emekçi halk tabaklarını daha çok cezbetmiştir. Sünni İslam ise bir yayılma, genişleme, hükmetme, boyun eğdirme aracı olarak daha çok tefeci-bezirgan mülk sahibi egemen sınıfların, merkezi devletin, askeri bürokrasinin bir tercihi olmuştur. Osmanlı merkezi despotik yapılanmasına karşın Anadolu beyliklerinin direnişlerini kabaca bunun bir yansıması olarak nitelendirebiliriz.
Batıya doğru Hristiyan halkların yaşadığı topraklara karşı yayılıp güç kazanan Osmanlı Feodal Despotizmi, doğuya doğru yayılmaya başladığı Yavuz sultan Selim döneminde; öncelikli olarak Aleviler ve İslam dışı görülen (örn. Ezidilik ya da Heqqe gibi) tüm din ve inanç toplulukları hedef haline geldi. Alevi toplulukları sürekli ve sistemli bir yıkım ve zulmün hedefi oldular. Bu zulmün ve direnişlerin sayısız örneklerini vermek mümkündür. Alevi-Kızılbaş topluluklar üzerinde yürütülen zulüm, Sünni İslam inancındaki halk kitleleri tarafından da onay gördükçe toplumlar arasında güvensizlik ve gerilim de kalıcı hale geldi. Ki bu çelişme yöneten sınıflar için her zaman yararlanabildikleri, kullanabildikleri uygun bir manivela olageldi.
Cumhuriyet dönemi; çok uluslu bir toplumsal yapıdaki Osmanlı İmparatorluğundan, Türklük temelinde bir ulus devlet yaratma sürecidir. Bu da Ermeni, Rum, Asuri-Süryani gibi Hristiyan halkların katliam, jenosit ve sürgün politikalarıyla Misak-ı Milli sınırlarında yok edilmesi ve sürülmesiyle kanlı biçimde sağlanmıştır.
Osmanlı’daki “millet sistemi” etnik değil din temelliydi. Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Laz … “Müslüman milleti” içindeydi. “Millet” kavramının modern zamanlardaki biçimiyle etnik temelli olarak ele alınmasıyla, Müslüman halklar içindeki dominant topluluk olan Türklük diğerlerinin üzerini örtmeye başladı. Türklük ve Müslümanlığın bir ve aynı şey sayıldığı bir iç içe geçme sürecine evrildi. Bu milliyetçi doktrine “Türk-İslam Sentezi” deniyor. Zaman zaman Türk, zaman zaman İslami yanı ağır bassa da Türk resmi devlet ideolojisi bu tekleştirmeyi benimsemiştir. Dolayısıyla Kafkas ve Balkan göçmeni Müslüman halkların ya da Lazlar gibi azınlık toplukların asimilasyon politikalarıyla Türkleştirilmesi zor olmadı. Hem nüfus olarak geniş ve yaygın oluşları, hem de yüzyıllarca yarı özerk yaşamış güçlü aşiret yapılarına sahip olmaları gibi sayılabilecek bir çok nedenle Kürtlerin katliam, sürgün ve asimilasyon politikalarıyla zorla Türkleştirilmeleri ise başarılamadı. (Sonuçları günümüzde yaşanan bu süreç ayrı bir konu başlığı...)
Soru şuydu; Alevilik-Kızılbaşlık, Türk ulus devlet inşasının, Türkleştirmenin neresinde duracaktı? Müslüman sayılmadıkları için “Türklük” kazanının otomatik bir öznesi sayılmıyorlardı. Osmanlı Millet sisteminde “Müslümanlık” ayrı bir milletti ama Aleviler bunun içine dahil değildi. Cumhuriyet’in “Türk ulus temelli” yeniden yapılanmasında Alevilerin (ve İslam dışı görülen diğer tüm din ve inanç gruplarının) “Türk milleti” tanımının içine dahil edilebilmesi “Laiklik” prensibiyle mümkün oldu.
Bunu bir lütuf ve modernite anlayışının yansımasından çok, Türk kimliğinin yeniden inşasında zorunlu bir tedbir olarak görebiliriz. Böylece “Laiklik”, kendilerini Türk kimliğinin bir parçası olarak ikame etmeleri şartıyla Aleviliğin de cumhuriyetini eşit yurttaşları olarak kamusal alanda yer almalarına olanak verdi. Günümüzde Alevilerin “Kemalist olma” eleştirisiyle en çok karşılaşmalarının nedeni bu konsepte bağlıdır diye düşünürüm. Dersim 1938 soykırımı, Kırmanc, Zaza Alevilerini-Kızılbaşlarını biçerken bunun daha çok bölgedeki ağalık düzenini tasfiyesi, devlet hakimiyetinin tesisi gibi okunması trajik bir yarılmayı ifade eder. Türk Aleviliği, Kürt Aleviliğinin bu kırımına neden ve nasıl mesafeli kalabilmiştir? Bu da günümüzde hareket halindeki başka bir gerilim hattıdır.
Alevilerin Türk kimliği içinde de olsa kamusal alana bu göreceli kabulü, Osmanlı’dan gelen Sunni İslamcı ayrıcalıklara alışkın sosyal tabaklar tarafından hiç de kolaylıkla benimsenmedi. Her fırsatta onları tekrar ötekileştirme, kamusal alanın dışına itme ve düşmanlaştırma faaliyetlerini sürdürdüler. “Laiklik” yeni ulus-devlet yapılanmasında Alevileri Türk kimliğinin içine dahil etme vasıtası olarak görüldüğü gibi, uluslar arası planda Batıcı bir meşrulaşma aracı olarak da işe yarıyordu. Bu da devletçi bürokrasi için çok da esasa ilişkin olmayan bir “takiyye” olarak görülüyordu. “Devlet için komünizm gerekiyorsa onu da biz yaparız” gibi bir şey...
Kuşkusuz biçimde de olsa bu süreç Alevi toplumunun giderek kendine güven kazanmasına, güçlenmesine de yardım etti. Aynı zamanda bu inancın yapısal özellikleri Alevi aydınlarını ve toplumun önemli bir kesiminin sol, sosyalist, devrimci hareketlerin adeta doğal bir bileşeni haline getiriyordu. Alevi toplumu 1960’lı yıllardan itibaren hem legal hem illegal devrimci-sosyalist yapıların kadro ve tabanında önemli bir ağırlık kazandılar. Öyle ki uluslar arası Marksist literatürün, Türkiye pratiğinde Aleviliğe ilişkin özgün söylemlerle harmanlanması gibi; Aleviliğin de sosyalist literatürün kavramlarıyla örtüşmeye başladığı, Alevilik ve solculuğun bir ve aynı şey olarak algılandığı bir yakınlaşma oluştu.
İşte bu süreçte Alevi toplumu yalnız geleneksel inanç bağlamındaki düşmanlıkla değil, buna koşut olarak egemen sistemin ideolojik ve siyasal nefretiyle de donanmış olarak hedef haline getirildi. Devletin Ordu, Emniyet, MİT, Özel Harp Dairesi gibi bütün birimlerindeki oluşumlar Alevi kitlesindeki bu dinamizmi imha etmek için ya bizzat kendilerinin tertipledikleri ya da kışkırtıp yol verdikleri şiddet hareketleriyle onları sindirmeyi, kabuklarına çekilmeye zorlamayı vazife bildiler.
Çorum ve Maraş’ı tam olarak böyle yorumlayabiliriz. Sivas katliamı ise artık 12 Eylül sürecinde de iyice palazlandırılmış İslami hareketlerin, radikal Siyasi İslam’ın Türkiye’de de sahne aldığının, her türlü şiddet işlemeye hazır bir güruh oluşturduğunun habercisidir. Bu şiddet dalgalarının özellikle Alevilerin yakınlık gösterdiği CHP hükümetleri iktidarda veya iktidar ortağı olduğu dönemlerde kotarılmış olması da rastlantı olmasa gerek. Burada iyice düşünülmüş caydırıcı olduğu düşünülen özel bir mesajı vardır. Alevilere denmektedir ki: “İktidarda sizin desteklediğiniz bir partinin olması bile sizi ezmemizi engellemez; siz ancak bizim merhametimize sığınabilirsiniz..”
2 Temmuz 1993 Sivas katliamının tarihi ve aktüel arka planını böyle özetleyebilirim.
Katliamların tarihsel arka planını ve güncel yönelimini bilmek nasıl bir karşı politika izleneceğini tayın etmek bakımından önemlidir. Günümüzde Türk devletinin paradigmalarını artık tamamen ve açık biçimde İslami referanslara dayandıran ama henüz her şeyi de tam kontrolüne almayı başaramamış; kazançlarını korumak için de her şeyi göze almış İslamo-faşist otoriter bir yönetim var. Bu yönetimin Kürt ve Alevi toplumunu, kendi sultasını tamamlamak için sindirilmesi gereken bir kitle olarak gördüğü açık. Bu da yeni yeni provokasyonların, pogrom girişimlerinin sürpriz olmayacağını gösterir.
Ebetteki toplumsal dinamizm kaynakları birbirleriyle dayanışmayı, öz-savunmayı güçlendirmeyi ihmal etmemeli; stratejik olarak barışçı, ortak, inandırıcı ve uygulanabilir bir gelecek projesi inşa etmeli derim. İslami faşizmin tam egemenliğine karşı görece zayıflamış da olsa sosyalist, ilerici, demokrat, liberal kesimlerle birlikte çok önemli bir baraj oluşturuyorlar. Bu çok değerli bir bileşendir….
2 Temmuz Sivas katliamında yitirdiğimiz birbirinden değerli aydın, sanatçı, edebiyatçı canları saygıyla anıyorum. Bıraktıkları aydınlık izler, parlamaya devam edecek.
https://www.guencel.com/modern-zamanlarin-kerbelasi/?fbclid=IwAR3G1hYJt5GK4lpQBCsYkLvCJf3jOjFRoGzJ9BOvd_eFrhZLLWLQQQul-Ak
Yorumlar
Yorum Gönder