Birlik ve dayanışmanın ülkemizde
daha çok “ulusal” ölçekte veya ulus devletin sınırları içinde tartışılmasını
yadırgatıcı bulurum; liberal küreselciliğin yükseldiği bir evrede
sosyalistlerin enternasyonalizmi bu daha az hatırlayışları oldukça dramatiktir.
Artık “ulusal sınırların aşıldığı,
ulus devletler çağının kapandığı, çok kutuplu dünyanın sona erdiği”nin ve küreselleşmenin
koşulsuz galibiyetinin ilan edildiği 1990’lı yıllardan bu yana, bu abartılı
iddiaları yadsıyan sayısız olguya tanık olduk.
Avrupa’da bile bir düzine yeni ve
küçük ulus-devlet ortaya çıktı. Bask, Katalonya, İskoçya, Irlanda gibi eski
ulusal sorunların tüm canlılığını ve güncelliğini koruduğu görüldü.
Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Asya’ya dünyanın çeşitli bölgelerinde,
küresel güçlerin de aktör olarak yer aldığı kanlı ulusal çatışmalar, kitlesel
kıyımlar, göçler hiç eksik olmadı.
Küreselcilerin vaat ettiği liberal demokrasi
konseptinin tersine halen dünyanın çok büyük bölümü anti-demokratik, otoriter,
faşizan (yeni tanımlamayla “popülist”) yönetimlerin elinde.
Bunun gösterdiği şey, küresel
kapitalizmin tüm dünyayı üretim ve tüketimde daha çok tek-tipleştirdiği, her
şeyin birbirine daha güçlü bağlandığı bir küreselleşme olanca hızıyla sürerken;
bir yandan da “ulusal sınır” ve biçimlerin küresel sömürünün sürdürülebilmesi
için halen önemini koruduğu –ve ya verili koşullara bağlı olarak- artırdığıdır.
Günümüzde ABD ve AB gibi küresel hegemonik güçlerin, Rusya ve Çin gibi ülkeleri küresel sisteme
entegre etmenin değil de kendi içine kapatmanın, izole etmenin savaşına
girişmesi bunun bir örneğidir.
Ülkemizdeki “birlik” ve “dayanışma”
konseptlerinin ağırlıklı olarak ulusal mecralarda oluşması bu panoramaya uygunluk gösterse de; özgürlük ve demokrasi
talepleri olan tüm toplumsal sınıfların, grupların; bunları
gerçekleştirebilecekleri düzlem stratejik olarak küreseldir. Ulusal sınır ve
bölgesel zorunluluklarla sınırlandırılmış “birlik ve dayanışma” konseptleri
özgürlükçü, sosyalist ve demokratik bir küresel aksiyon oluşturmaya manivela
olabilir. Küresel kapitalizmin kriziyle yüzleşebilmek yeni bir dayanışma ve
eylem politikasını gerektirir.
Siyasal ve coğrafi “sınır”lar…
Geleceğimiz özgürlükçü, toplumcu,
demokratik bir enternasyonalizm içinde ise bugün bizi ilk elde “sınır”layan
şeyler nedir? Bir “vatandaşlık” tanımı mı, bir devletin (örnekse TC’nin) ulusal
sınırları mı; Anadolu, Kürdistan, Pontus, Lazistan, Ermenistan, Mezopotamya
veya Ege gibi tarihsel ülke coğrafyaları mı; Ortadoğu, Önasya, Akdeniz,
Balkanlar veya Kafkasya gibi bölgesel alanlar mı? Birlik ve dayanışmayı içinde
tarif edeceğimiz düzlem hangisidir?
Hakkında konuştuğumuz coğrafya, şu
anda üzerinde hangi devletlerin sınırları olursa olsun, tarihsel kökleri
bulunan toplumsal, siyasal gerçeklikleri, çatışmaları, sorunları da barındırır.Bu
toplumsal zemin Mezopotamya’nın ve Önasya’nın en eski medeniyetlerinin mirasını
taşıdığı gibi; büyük göçler, işgaller, savaşlar ile demografisi durmadan
değişmiş; Bizans, Arap, Osmanlı ve İran gibi imparatorluk siyasetlerini
yaşamış, iç dinamikleri parçalanmış,
büyük sınıfsal-etnik-inanç gerilimleri, kırılganlıklar taşıyan bir
toplumsal zemindir. Sadece ulusal devlet sınırlarını temel almak,
büyük ulusal-toplumsal dinamizmleri ve dolayısıyla kendi yaşam kaynaklarına da
sınır çizmek olur. Sadece tarihsel-toplumsal dinamikleri dikkate alıp devlet sınırları
görmezlikten gelindiğinde ise sık sık bu ağa takılacaklardır…
Birlik ve dayanışma politikaları bu
siyasi-fiziki sınırlar ile toplumsal gerçekliklerin yüklediği görevleri doğru
tanımlayıp; uluslar arası toplumla, küresel gerçekliklerle bağlarını doğru çözümleyebildiği
ölçüde başarılı olabilir.
TİP’ten HDP’ye birlik ve ittifak pratikleri
TC sınırları içinde ve yasalarla
sınırlanmış ilk sosyalist, özgürlükçü birlik pratiği 1965 yılında kurulmuş olan
TİP (Türkiye İşçi Partisi)’dir. TİP’i
salt bir işçi sınıfı partisi değil, aydınları, yoksul köylülüğü, gençliği, Kürt
ve Alevi toplumlarını cezbeden bir sosyalist-ittifak partisi olarak tanımlamak
daha doğru olacaktır. Böylece Kürt ve
Alevi toplumlarının sosyalist eğilimli aydınları da bu mecrada kendi
toplumlarının özgün demokrasi ve özgürlük taleplerini de TİP gibi yasal bir
partiye yansıtma şansı buldular. TİP, bu taleplere karşılık verdiği ölçüde yalnız
sendikalarda, işçi sınıfı içinde değil, kırsal alanda, yoksul köylülük içinde,
Kürdistan’da geniş toplumsal taban buldu. Yeni kurulmasına karşılık TBMM’de
güçlü bir temsil sağlayabildi.
Öyle ki 1. TİP’in 12 Mart 1971
Muhtırasının ardından Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma gerekçesi “sınıf
iktidarı kurmak” değil, Kürt ulusal sorununun tanımlanmaya çalışıldığı 4.
Kongre Kararları nedeniyle “bölücülük” üzerinden olmuştu.
TİP’in kurucu ve yönetici kadroları
da, Türkiye’de tarihsel geçmişi bulunan çeşitli sosyalist siyasal akımların
temsilcilerinden oluşuyordu. Bu haliyle de parti sonradan keskin çatışmalarla ayrışacak
olan grup ve şahsiyetlerin bir tür sosyalist ve devrimci ittifak ı veya koalisyonuydu
diyebiliriz.
1970’li yıllar sosyalist
hareketlerdeki bölünmelerin, hatta keskin çatışmaların yaşandığı bir süreçti.
TİP ise bir bu ayrışmalar içinde bir ittifak partisi olma niteliğinden, sadece
belli bir çizginin yasal örgütlenmesi konumuna geldi. TİP pratiği, yasal bir
kitle partisinin bileşenleri arasındaki hegemonya mücadelesinin yıkıcı
etkilerini göstermesi açısından incelenmeye değer. Tabii ki 1970’li yılların
tüm dünyadaki son derece fırtınalı ideolojik çatışmalarıyla belirlenen
konjonktüründe, TİP gemisinin etkilenmemesi mucize olurdu.
12 Eylül 1980 darbesinin ardından
yeniden canlanan sosyalist ve demokratik muhalefetin yeni ve umut verici bir
ittifak pratiği de ÖDP (Özgürlük ve Demokrasi Partisi)’dir. ’80 öncesinin
hatırı sayılır derecede güçlü tabanları, militan kadroları olan ve birçoğu
illegal olarak örgütlenmiş radikal sosyalist örgütlenmelerin kadroları arasındaki
yenilenme tartışmalarının ardından örgütlenmişti.
ÖDP pratiği, 90’lı yılların bir
kısım elverişsiz ama içinde eskinin ideolojik yüklerinden kurtulma ve yenilenme
gibi yeni fırsatlar da barındıran bir
konjonktürde yaşandı. Cezaevlerinde,
siyasi mültecilik koşullarında mücadele etmek zorunda kalan, kadro ve taban
kaybına uğrayan bu siyasi hareketler; sosyalist siyasal hareketin uluslararası
çapta kriz yaşadığı, Doğu Bloku’nun çökmesiyle de önemli bir prestij ve taban
kaybına uğradığı ‘90’lı yıllarda, geçmişe ilişkin eleştirel bakış ve yenilenme
arayışları içindeydiler... Kürt ulusal hareketi hayatın hemen her alanda kendi siyasi
kurum ve örgütlenmelerini yaratarak ayrışmış: PKK’nin başlattığı gerilla mücadelesi
Kürdistan’ın kır ve kent yoksullarında büyük bir destek bulmaktaydı. Uluslararasında
olduğu gibi Türkiye’de de özellikle kadın hareketi, çevre hareketi, insan
hakları aktivistleri kendilerine bağımsız alanlar oluşturmuşlardı.
Belki de sol eğimli kitleyi,
toplumsal muhalefeti barajlamasıyla ünlü CHP’nin yıllardaki (SHP,DSP,CHP..) çok
bölünmüş hali, ÖDP’ye Marksist kökenden gelen, işçi hareketleriyle organik
bağları kurmuş, Kürt ulusal muhalefetiyle barışık, özgürlükçü, sosyalist demokrat
alternatif bir kitle partisi olabilme
şansı yaratıyordu.
ÖDP kurulduğu ilk yıllarda, bir iyimserlik
yaratmasına ve önemli bir destek sağlamasına karşılık Kürt ulusal hareketiyle doğru
ve verimli bir ilişkilenme kurulamadı ve Kürdistan’daki toplumsal dinamizmin
desteğinden yoksun kaldı. Diğer taraftan ittifak –ya da koalisyon- içindeki
grupların hegemonya kurma çabaları krizlere yol açmakta gecikmedi. TİP
pratiğinin başına gelen ÖDP’nin de başına geldi; ittifak partisi sadece bileşenlerden
birinin yasal temsil organı konumuna geriledi.
HDP (Halkların Demokratik Partisi) ise
2010’lu yıllarda “barış ve çözüm süreci”nin ortaya çıkardığı, şimdiye kadar ki
en uzun ömürlü bir ittifak partisi durumunda. Bir tür çatı partisi de
denebilir. İlk ikisinden farklı olarak kitle tabanını ve omurgasını Kürt
özgürlük hareketinin oluşturduğu bu bileşen, Türkiye sosyalist hareketinin
birçok akım ve yapılanmasını; ismine uygun olarak Alevi, Ezidi, Ermeni,
Süryani, Pontus, Laz, Gürcü gibi toplumların temsilcilerini kapsıyor. Bütün diğer siyasi partilerden önemli bir
ayrım olarak kadınların karar alma, yürütme ve temsil organlarında eşit biçimde
yer alması; LGBTİ oluşumlarına açık olması gibi modern ve özgürlükçü nitelikler
taşımakta.
TİP pratiğinde sosyalist Kürt
aydınları, kendi toplumlarının özgürlük ve demokrasi taleplerini parti içinde
programlaştırma çabası verirken; günümüzde ise Türk sosyalist grupları HDP
içinde kendi demokrasi ve özgürlük programlarını gerçekleştirmeye çalışıyor.
Arada geçen bu değişim, birlik ve ittifak ihtiyacının değişmediğini; toplumsal taban, siyasi dinamikler ve karo
bileşenlerinin bir hayli değiştiğine tanıklık eder.
Türkçü-İslamcı AKP-MHP iktidarı HDP
üzerinde çok büyük baskılar uyguluyor ve elindeki tüm yasal ve yasa dışı güçle
bu oluşumu bastırmaya çalışıyor. Binlerce kadro ve taraftarının, milletvekillerinin,
belediye başkanlarının tutuklu bulunmasına; kitlesel yargılamalara; kazandığı belediyelerin hemen tümüne kayyımlar
atanmasına; silahlı saldırı, suikast ve linç girişimlerine maruz kalmasına
rağmen, partinin toplumsal desteğinin kırılmaması; kararlı bir toplumsal desteğe
tanıklık ediyor.
Bu tür darbelerin binde biriyle
bile karşılaşınca tabelalarını sökmek zorunda kalan “parti”lerin aksine HDP,
Türkiye’nin siyasi yaşamında hem kilit hem anahtar bir parti olma konumuna
geldi. Hiçbir alternatif siyasi denklem HDP olmaksızın kurgulanamıyor. Tüm bunlar HDP’de ifadesini bulan
ittifak-bileşen politikasının maya tuttuğunu gösterir.
Eleştiriler…
HDP sık sık “Türkiye Partisi”
olduğunu vurguluyor; “Türkiye Partisi” olma ve “Türkiyelileşme” gibi söylemler
Kürt ulusal hareketinin değişik kanatlarından sert eleştiriler alıyor; partiyi Kürdistan ulusal kurtuluş
mücadelesinin stratejik hedeflerini karartmakla, ” Türk solu”nun marjinal
programlarının yedeği olmakla suçluyorlar.
HDP’nin bir Türkiye Partisi olması,
içinde ve liderliğinde Kürt toplumunun özgün örgütlenmelerinin bulunması bir
zaaf değil. Kürdistan özgülünde
özerklikten bağımsızlığa değişik örgütlenmeleri bulunmasına bir alternatif de değildir.
Nitekim böyle pek çok örgütlenme var ve çalışıyorlar.
İçinde değişik yapılanmaların yer
aldığı bu tür bileşen partileri -ki literatürde buna Cephe Partileri
denmekteydi- stratejik bir öneme sahip.
Bu her grubunun kendi özgün hedefleri için ayrı örgütlenmesine ve eylem programına
engel olmadan; ortak talepler ve demokrasi program için birlikte çalışmayı,
güçlerini koordine etmeyi mümkün kılıyor. Yakın veya uzak gelecekte Türkiye ve
Kürdistan iki ayrı devlet olarak ayrılsa bile, hem Kürdistan’da hem Türkiye’de
Türk ve Kürt toplumları, birçok yerleşik ya da göçmen halklar, inanç grupları
yine birlikte yaşayacaklardır; bu da
ortak özgürlük ve demokrasi talepleri için birlikte program ve eylem
oluşturmalarını gerekli kılacaktır.
Mücadele içinde, zor koşulları
birlikte göğüsleyerek oluşan güven ve dostluk sonraki kurucu ortaklıklar için
son derece hayati bir değer taşır. HDP gibi pratikler toplumların mücadele ve
ortak çalışma içinde birbirlerini daha iyi tanıma, güven geliştirme ve ortak
bir yaşam inşa etmek için paha biçilmez deneyimler birikmesini sağlar.
Beri yandan birçok Türkiyeli
sosyalist akım ve örgütlenme de HDP içindeki sosyalist grupları, “Kürt ulusal
hareketinin kuyruğuna takılmak; kimlik siyasetine hapsolmak, sosyalist
hedeflerden vazgeçmekle” eleştirmekteler.
HDP içinde olsun, olmasın
Türkiye’deki bütün sosyalist nitelikli parti ve akımların programlarına
baktığımızda; asgari bir demokratikleşme hedefleri olduğu görülür. Hemen hiç birinin
“yarın sosyalist iktidarı kuracağız!” gibi bir iddiası yoktur. Sorun HDP içinde
olmak veya olmamak değil bu “demokratikleşme ve özgürlük programında” Kürt
ulusal sorununun nasıl çözüleceğidir. Zira belli olmuştur ki bu soruna gerçekçi
ve adil bir çözüm bulanamadan herhangi bir demokratikleşme iddiası
kandırmacadan ibaret olacaktır.
Sorun acil demokrasi hedefleri ise
Kürt ulusunun eşit hak ve özgürlük taleplerinin gerektiği kadar önde olması son
derece normaldir. Halbuki bu yapıların çoğunlukla, özgüvene dayalı bir tevazu
gösterme biçiminde de olsa takipçileri rahatsız edecek kadar taleplerini geri
çekme, Türkiye’nin diğer sorunlarına odaklanma arzusu gösterdiklerine tanık
oluruz.
Beri yandan DBP, DTK gibi HDP
bileşeni yapıların çoğunlukla “ulusal hareket” olarak tanımlanması da, her ne
kadar içinde çoğu zaman abartılı övgüler barındırsa da, nihayetinde bu
terminolojiyi yakından bilenler için bu kategorik bir küçümseyici bir ima
taşır: sınıfsal değil, ulusal hareket... Halbuki bu yapılar da en az kendileri
kadar sosyalist olma, özgürlükçü ve demokrasi iddiası taşıyorlar. Kadroları
sosyalist kimlikli olduğu gibi tabanları ağırlıklı olarak emekçi sınıflara
dayanır ve kadınlar güçlü biçimde temsil edilir.
Birlik’ten ve Dayanışma’dan ne anlıyoruz?
Bu pratikler bize, üzerinde hareket ettiğimiz coğrafya
ve toplumsal zemin üzerinde “birlik ve dayanışma” perspektifinin ne olması ve
ne olamayacağı konusunda yeterince veri sunmaktadır.
Buna göre “Birlik” fikri ve söyleminin monolitik bir yapı, siyasi bir tekel
oluşturma gayreti olamayacağını bunun yıkıcı sonuçları olacağını öngörebiliriz.
"Birlik " kavramı hem tüm zamanlarda önemini koruyan bir ezber, hem
de "tabu" olmuştur. Birlik söylemine ve fikrine karşı çıkmak zor,
birlik’in içine dahil olmak ise daha zordur…
Sorunun açıkça ifade edilmekten çekinilen yönü “Birlik” fikri ve
pratiğinden ne anlaşıldığı olmalı: bu da
aslında “birlik” taleplerinin son tahlilde siyasetin / iktidarın tek el’de
toplanması, tekelleşme isteği oluşudur. Fizik kuralları siyasetin yasaları için
de geçerlidir; sonunda çekim gücü fazla olan kütle, diğerlerini kendi bünyesine
katana kadar birlik talep eder, onları kendine doğru çekilmeye zorlar. Daha az
ağırlığı sahip olan kütle ise merkez-kaç ile çekim etkisini dengelemeye /
çekirdeğe dahil olmamaya (bizim örneğimizde özgünlüğünü korumaya) çalışır.
Sonunda bir yörünge oluşsa da hareketin yasaları sonunda ya kopmayı ya
çekirdeğe dahil olmayı getirir.
Sonuçta büyük kütlelerle küçüklerin birleşmesi bir tür gönüllü/gönülsüz
katılma, ilhak edilme anlamına geleceği için “Birlik” tabu olduğu kadar
ürkütücü bir çağrıdır.
Türkiye’deki sosyalist ya da Kürt ulusal demokratik
hareketinde “Birlik” söyleminin içeriği daha çok ve önemli ölçüde totaliteryendir.
“Birlik” düşüncesi farklıklardan, çok seslilikten kaygı duyan; çok partililiği,
farklı örgütlenmelerin varlığını zaaf olarak gören, zararlı bulan bir anlayışa
dayanıyor. Bu anlamda Birlik söylemleri daha çok örtük olarak siyasi
çoğulculuğu değil tekelciliği hedefleyen bir zihinsel altyapıya sahip olmuştur.
Birlik çağrısı ve söylemlerinin hemen çoğu, bu kadar
çok farklı grup ya da örgütlenmenin varlığını, çok farklı sesler bulunmasını
bir zaaf ve bir sorun olarak ilan etmekle işe başlarlar. Başarısızlıkların,
çözümsüzlüklerin, güçsüzlüklerin nedeni de burada görülmektedir. Farklılıkların
örgütlenmesinden kaygı duymakta, Farklı düşünce ve eylem yönelimlerini
ayrılıkçılık ve bölücülük olarak mahkum etmektedir.
Gerçekten de böyle midir? Başarısızlıkların,
güçsüzlüklerin nedeni “çok sayıda!” örgüt, grup, çevre olması mıdır?
Farklılıklar zararlı mıdır? Bu çokluklar azaltıldığında, birleştirilip “tek”e
indirildiğinde, ortaya güç mü çıkacaktır, başarı mı hasıl olacaktır?
“Bir”lik öne sürenlerin zihinsel dünyasında bunun
karşılığı çoğunlukla“evet”tir: Bu nedenle “birlik” söylemi, az olanın çoğa,
farklı olanın türdeş olana katılmasını dayatan bir ideolojik hegemonya aracı
olarak kullanılmaktadır daha çok. Parti birliği, ulus birliği, ülke birliği,
düşünce birliği, din birliği,... hasılı bütün “birlikler” kutsal!...
Farklılıklar, aykırılıklar, muhaliflikler ise gayrı meşru!
Bu bakımdan da hegemonyacı bir “birlik” fikriyatını
değil, ayrılıklara saygı gösterme, birbirini kabul etme, demokratik hoşgörü ve
uzlaşma kültürünü öne çıkarmak daha doğru.
Siyasi hareketlerin temeldeki tıkanma nedenleri
“birlik” olmayışı veya farklılıkların olması değil; program hedefleri ile
örgütlenme biçimlerinin uyuşmaz oluşu; hem düşünce hem yapısal olarak
kendilerini yenileme yeteneği gösteremeyişleridir.
Birlik fikrinin bu kadar güçlü olduğu bir siyasi atmosferde dayanışma
fikrinin bir o kadar zayıf olması ise dikkat çekicidir. Oysa birlik inşa etmek ne kadar zor ise
dayanışma bir o kadar kolaydır. Birlik için çoklu tarafların ikna olması,
birbirine güvenmesi, birlikte çalışmanın pratikte sınanması gibi zorlu
dönemeçleri vardır. Dayanışma için ise sadece tek taraflı olarak karar almak
irade kullanmak yeterlidir.
Gerekli olan ile mümkün olan her zaman –belki de
çoğunlukla- örtüşmez. Değiştirebileceklerimizle değiştiremeyeceğimiz şeyler
arasında ayrım yapabilmek bilgi gerektirir. Değiştirebileceğimiz şeylere
odaklanmak için örgütlendirilmiş iradi bir güce ihtiyaç vardır.
Devrimci demokrasi güçleri için somut, uygulanabilir
programlara odaklanan; ortaklıklar, ittifaklar, dayanışma ağları oluşturmak
zorlama birliklerden daha akılcıdır. Pratik zaten kendi doğası içinde
bileşikler, birlikler yaratır ki bu aynı zamanda ayrışma da demektir.
Temmuz 2022
Yorumlar
Yorum Gönder