AÇLIK GREVİ VE ÖLÜM ORUCU EYLEMLERİNİN KÖTÜ KULLANIMI VE KÖTÜYE KULLANIMI

 Değerli dostlar;

Öncelikle bu etkinliği düzenleyen arkadaşlara, katılımcılara, emeği geçen tüm arkadaşlara çok teşekkür ediyorum; içten selam, sevgi ve başarı dileklerimi yolluyorum.

Ülkemiz siyasi mücadeleler tarihinde çok kritik roller oynamış olan Açlık Grevi ve Ölüm Orucu eylemlerinde hayatını kaybeden tüm insanlarımızı sevgi, saygıyla anıyorum. Bugün 41. Yıldönümü andığımız Diyarbakır 5 No’lu Zindan vahşetine karşı direniş bayrağını yükseltmiş olan 14 Temmuz ölüm orucu şehitleri Mehmet Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

Tüm cezaevlerinde direnişlere katılan, türlü zorluklara, çeşitli sağlık sorunlarına katlanan değerli arkadaşlarımızı, dostlarımızı saygıyla selamlıyorum.

Vaktinizi fazla almamakla birlikte Açlık Grevleri ve Ölüm Orucu eylemlerinin niteliği ve kullanımı üzerine bazı gözlem ve çıkarımlarımı paylaşmak isterim.

Acaba dünyanın başka herhangi bir ülkesinde Türkiye cezaevlerinde olduğu kadar sık sık, kitlesel ve uzun süreli açlık grevleri; yıkıcı sonuçlara ulaşan kitlesel ölüm orucu eylemleri yapılmış mıdır; diye sorarak başlamak isterim.

İyi bir karşılaştırmalı araştırma konusu olabilir…

Bunun bir nedeni Türkiye kadar toplumsal muhalefetin en radikal, mücadeleye istekli, kararlı ve özverili kadrolarının kitlesel biçimde zindanlarda tüketildiği başka örneklerin de az oluşu olabilir. Çünkü Açlık Grevi ve Ölüm Orucu gibi kadroların kendi bedenlerine yöneldikleri eylem biçimleri, ancak mücadele alanının oldukça daraldığı ve mücadele araçlarının da son derece kısıtlandığı, bu tür eylemsel çıkış yollarının kendini dayattığı koşullarda ortaya çıkmaktadır.

12 Eylül Sürecinde Türkiye’de tüm devrimci tutsakları askerileştirme programıyla fizik olarak, faşizmin/sömürgeciliğin emir-komutasına itaat ettirmek ve sonuçta ruhsal ve düşünsel olarak teslim alınmak istendi. Diyarbakır 5 No’lu zindanı Kürdistan’da 60 yıl boyunca uygulanan kimliksizleştirme, ve direnişi cezalandırma politikalarının, daha daraltılmış bir mekanda, daha yoğunlaştırılmış ve seçilmiş kişilerle hem sofistike işkence yöntemleriyle uygulandığı  bir merkez oldu.

Tüm bu teslim alma ve işkence programlarına karşı tutsakların neden kendi bedenlerine zarar veren, acı çektiren Açlık Grevleri, Ölüm Orucu gibi eylem biçimlerine yöneldikleri sorulabilir.

Örneğin gardiyanlara saldırmaya, onları öldürme ve yaralamaya çalışma, koğuşları yıkmaya, eşyaları yakmaya, kilitleri kırmaya; yani kendi üzerindeki tutsaklık nesnelerine değil de daha çok bizzat kendi bedenine yönelmesinin nedeni neydi? Kuşkusuz hem ele geçirip itaat ettirmenin hem karşı koymanın mekânı dışsal değil içsel olduğu içindi. Her iki fiilin cereyan ettiği mekân tutsağın kendi eti, canı, kanı, duyguları ve düşünceleriydi. Bu mücadele mekânı o anda dışa yansıtılamayacak kadar daraltılmıştı.

İnsan bedeninin de bir iktidar alanı, bir savaş meydanı olması... Sömürgeciliğin, Faşizmin tutsaklar üzerindeki yönelimi tamamen böyleydi.

Tutsakları ruhsal ve düşünsel olarak ele geçirmek, itaat ettirmek için onların bedenlerini bir acı çektirme nesnesi haline getiren sadistik yönteme karşılık, direniş de onun karşıtı ve bileşiği olarak mazoşik bir karakter almıştı. Bu çok saçma veya gereksiz gibi görünebilir. İçeriden bakış ise farklıdır ve bu ancak teslim olmanın ve özgürleşmenin, bir kapışma mekânı olarak kendi beden ve duygularınızla oynandığı bir zamanda tutarlı gözükebilir. Bunun mantık dışı, çılgınca olabildiğini de bedeninizin dışına o anda çıkabildiğiniz zaman görebilirsiniz.

Şurası bir gerçek ki Açlık Grevi ve Ölüm Orucu eylemleri özellikle 12 Eylül sürecinde, cezaevlerindeki saldırıların püskürtülmesi, dışarıdaki toplumsal muhalefete moral ve ivme kazandırması bağlamlarında kritik roller oynadı.

Birçok eylem cuntacıların geri adım atması, tutsak taleplerini kısmen ve tamamen kabul eden anlaşmalar yapmasıyla sonuçlandı. Kuşkusuz burada zindancılara geri adım attıran şey; tutsakların canlarına, yaşamlarına verdikleri önem değildi. Hayır; onlar bu insanların kitleler nezdinde davaları uğruna acı çekerek yücelen kahramanlar olarak görülmelerini istemiyorlardı. Tam da düşürüp, teslim almak istedikleri bu insanların kendi ellerinde birer aziz konumuna yükselmeleri isteyebilecekleri son şeydi. Diğer önemli bir neden de bu eylemlerin toplumsal muhalefeti ateşlemesinden direnişi yaygınlaştırmasından duydukları korkuydu. Dışarıdaki demokratik kamuoyundan gelebilecek tepkiler de caydırıcı bir unsurdu.

Bu yüzden onlar da çeşitli taktikler geliştirdiler. Öncelikle çeşitli biçimlerde eylem kırıcılığını teşvik ediyor, kitle desteğini kırmak için eylemi itibarsızlaştırmaya çalışıyordu; eylemler kritik sınırına geldiğinde ise anlaşmaya yanaşarak eylemin bitmesini sağlıyordu. Fakat bu, genellikle, kabul edilen koşulların şurasından burasından yontulması ve sonra da tümüyle kaldırılarak, yeniden saldırıya geçmeden önce verilen küçük bir duraksama oluyordu.

Tutsakların hemen kısa bir aradan sonra yeniden bu eylemlere hazırlanma zorluğu, moral bozukluğu yaratma, kazanımların geçici ve eylemlerin yararsız olduğu düşüncesini oluşturma, AG ve ÖO’ları tutsaklara karşı bir psikolojik savaş alanına çevirme taktikleriydi bunlar.

Sık sık Açlık Grevi ve Ölüm Orucu eylemlerine kışkırtmak, ölüm sınırına varmadan da güvensiz anlaşmalarla eylemi sonlandırmaya çalışmak; tutsakların topluca beden ve ruh sağlıklarına ağır bir tahribat yarattığı gibi; dışarıda destek veren aileleri, duyarlı kamuoyunu da yormayı, bıktırmayı ve destekten caydırmayı amaçlıyordu.

Sık sık yinelenen kitlesel Açlık Grevleri ile kritik eşik zamanla haftalar değil belki aylar sonra ortaya çıkıyor, kamuoyu eylemlerden ve taleplerden haberdar olduğunda uzun ve yıpratıcı bir süreç geçmiş oluyordu. Başta psikolojik karşı propoganda olmak üzere zindancılar eylemlerin uzaması için her türlü yönteme başvuruyordu.

Burada başarısı birçok kez kanıtlanmış bu eylem biçimlerinin, faşizmin taktikleri karşısında sık sık kötü kullanımı, zaman zaman da kötüye kullanımıyla dejenere olduğu hallere de dikkat çekmek yerinde olur.

Her eylem biçimi yerine ve koşullarına göre sorun çözücü, ön açıcı olabilir. Bu, mutlak bir kural değildir. Açlık Grevi ve Ölüm Orucu eylemlerinin tek çıkış yolu olarak ortaya çıktığı ve verili koşullarda başarılı olduğu, ön açtığı birçok örnek vardır. Fakat yenilgiye, yılgınlığa, kadro ve mevzi kaybına neden olduğu başka örnekler de verebiliriz. Bu eylem biçimlerinin her koşul için kullanılamayacağı, tıpkı yerinde ve zamanında, dozunda kullanıldığında şifa olan bir bitkinin; ölçüsüz ve mantıksız kullanımında öldürücü bir zehre de dönüşebileceği gibi bir olgudur bu...

Eylemlerin kitle desteğini kırmadaki etkili propaganda araçlarından biri de bu insanları örgütlerinin, liderlerinin emri ile kurbanlık koyun gibi ölüme giden, kullanılan,  zavallı ve insanlar olarak takdim edilmeleridir. “Örgütler veya liderler bu insanları ölüme sürükleyerek onlar üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışıyorlar” deniyor. Ne yazık ki bu algılama kimi liberal ve demokratik kesimlerde etkili olmaktadır. Bunu son yıllardaki eylemleri kırmak, desteksiz bırakmak  için AC ve ÖO eylemlerine giren insanların “kendi iradeleriyle hareket etmeyen, kafasız, mürit kişiler” olarak nitelenip itibarsızlaştırılmaya çalışılmalarıdır.

“Faşizm/sömürgecilik zaten bu kadroların ölmesini, sakat kalmasını istiyor; bu eylemler onların işine geliyor. Düşmandan merhamet beklenir mi?” söylemleri de bir başka karşı çıkış argümanıdır.

Öncelikle bilinmesi gereken bu eylemlerin asıl muhatabının düşman değil dostlar olmasıdır. Tutsaklar kendi bedenlerini araçsallaştırarak, ailelerini, dostlarını, duyarlı insanları harekete geçirmeye, öne sürdükleri talepleri duyurup kitleselleştirmeye çalışıyorlar. Yani tutsak kendi bedenine attığı çimdik ile bu acıyı yakınlarının da duyup harekete geçmesini talep etmektedir.

Elbetteki bu tür bir çağrı en yakın insanlar için de can yakıcıdır; ne var ki bir kısım insanlar da vicdanlarının rahatsız edilmesinden rahatsız olmakta. Onların hayatlarına gerçekten önem veriyormuş gibi görünmekle birlikte “ölüm ve acı çekmenizle bizi rahatsız etmeyin” demekteler. Vicdanlarının rahatsız olması iyi bir şey fakat bunu telafi için kurban tekmelemek kötü...

Diğer yandan kendini feda etme, intihar gibi eylemlerle Aclık Grevi ve Ölüm Orucu eylemler arasında çok belirgin bir fark vardır. Feda eylemlerinde elbette yüksek bir inanmışlık, kararlılık altyapısı gereklidir; fakat son karar anı için psikolojik baskılandırma, yönlendirme ile motive etmeye ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. Açlık Grevi ve Ölüm Oruçları da son tahlilde kendini feda etme yolunu tercih etmiş olsa da, bu karar bir anlık psikolojik bir atmosferin sonucu olamaz. Çünkü eylemi sürdürmek için bu kararın her gün,belki her an, yeniden ve yeniden iradi bir karara ihtiyacı vardır. Eylemi sürdürmeli miyim, neden ve niçin? Bu sorular eylemin son anına kadar tüm eylemcilerin kendi kendilerine karşı da sürdürdükleri bir irade savaşıdır. Bu kararlılığı basitleştirmeye çalışanların gerçekten ne olup bittiğini hiç anlamadıklarını söyleyebilirim.

Aslolan hayattır” sloganı, hümanist, barışçıl güzel bir önermedir. Ne var ki sömürünün, adaletsizliğin, zulmün, yoksulluğun, savaşların, yıkımların, göçlerin sürüp gittiği bu dünyada birçok insanın cevabı “Siz buna hayat mı diyorsunuz?” sorusu olacaktır. İnsanların ne olursa olsun böyle bir hayatı sürdürmelerini önerebilir miyiz? İnsanların neden ölümü göze aldıkları, ölümüne dövüştükleri veya yaşamlarından vazgeçtikleri hayatın yaşanabilir kılınmasıyla yakından ilintilidir.

Açlık Grevlerini desteklemek, insanların ölümünü desteklemek değil, onların ölümü göze aldıkları demokratik talepleri desteklemek; onların ulaştıramadıkları sesleri çoğaltarak taleplerin çözüm yolunu açmaktır. Ki bu da onların yaşamını desteklemek demektir.

Bu gün demokratik toplumsal muhalefetin dağlara, cezaevlerine ya da parlamentonun koridorlarına sığmayacak kadar etkili olabileceği çok büyük bir siyaset alanı vardır. Barışçıl ama etkili kitle muhalefetini öne çıkarmanın koşulları vardır. Bu geniş olanaklar içerisinde Açlık Grevi Ölüm Orucu eylemleri, ağır yükü tutsaklar ve tutsak yakınları üzerine yükleyen kötü bir kullanım biçimi olur.


Diyarbakır Zindanı bana şunu öğretti:
Direnişte düşmemek ve kalkmamak diye bir şey yoktur. Mesele düştüğü yerden kalkmasını bilmek; kalktığı zaman da düşebileceğini bilerek rehavete kapılmamakta...

Bütün insanların ayağa kalkma yeteneği vardır, iki ayağı olmasa bile...

Direnerek ölen ve direnerek yaşayan tüm insanlarımıza bin selam olsun!..

14 Temmuz 2022

Berlin

Yorumlar