Cenaze merasimi ne yazık ki korona önlemlerinin gölgesinde, kısıtlı ziyaretçi sayısıyla, kısıtlı bir zamanda gerçekleşti. Ağıtlar yakıldı, duygulu konuşmalar yapıldı, mesajlar okundu. Ama zaman yetmedi. Salona yetmeyen konuşmalar, sevgi ritüelleri mezar başında da devam etti...
Kimileri için için, kimileri hıçkırarak ağladı. Bir Kürt, bir Ermeni, bir Süryani, bir Pontuslu-Elen dostu -tam da Ali'nin özlediği gibi yan yana durarak- onun tabutuna nar taneleri döktüler.
Sonunda bunlar da bitti. Bulutlu, rüzgarlı bir Aralık gününde Ali'yi, soğuk, çamurlu toprağın bağrında yalnız bırakıp sıcak evlerimize döndük...
Kuşkusuz o artık ne soğuğu, ne acıyı hissetmiyor.
Ölüm böyle bir şey...
Ölenin bir şey hissetmediği ama acısını sadece yaşayanların, sevenlerin duyabildiği bir şey...
İnsan kolayca "o artık yok" diyemiyor. Bu ani gelen boşlukları kabullenmek çok zor.
Cennete, cehenneme, Tanrı'ya inanmam...
Ama işte böyle Ali gibi can dostları, güzel insanları toprağa verince "keşke cennet gerçek olsa da bu insanlar hak ettikleri huzuru bulsalar" diye düşünüyor insan. Ve belki de biz ateistler ölüm acısını biraz daha fazla duyuyor ve yaşıyoruzdur. Çünkü sonrası için teselli verecek fazla bir şey yok!
Belki de tek teselli giden insanların hayata bıraktığı renkler, izler, eserler, sözler, fiiller olmalı. Hiçbiri yok olmuyor bunların. Sonsuza akıp giden yaşamın içinde insanlığın toplu mirasına dahil oluyorlar, olumlu veya olumsuz etkiler bırakıyorlar. Bugün yaşadığımız iyi veya kötü, güzel veya çirkin her şey bizden önce yaşamış ve bizimle birlikte yaşamakta olan insanlığın ortak mirası değil mi? Ve o zaman düşünüyoruz; yaşarken ne yaptık, dünyadan ne aldık; dünyaya ne bırakıyoruz?
Ne mutlu Ali'ye ki o yaptıklarıyla çok güzel miraslar bıraktı geriye. İnsanlara kattığı şeylerle de yaşayıp anılmaya devam edecek... Öyle ki biz unutmaya ne kadar meyilli olsak da bu izler unutulmaya izin vermeyecek kadar derin ve sarsıcıdır.
.....
Ali ile tanışmamız ancak 17 yıl ediyor ama 40 yılık dost gibiydik her zaman.
Hani "ilk görüşte aşık olmak" diye bir deyim vardır ya; biz de ilk görüşte DOST olmuştuk.
İşin doğrusu o beni buldu.
2004 yılıydı.
Hrant Dink, Agos'ta, Kemalizmin kadın ikonlarından olan Sabiha Gökçen'in bir Ermeni yetimi olduğunu ve asıl isminin de Hatun Sebilciyan olduğunu ortaya koyan o ünlü yazısını yayınlamıştı. Bu yazı büyük tartışmalara yol açmıştı, birçok çevreyi derinden rahatsız etmişti. Ki yazarının katline ferman çıkarılmasında bu çıkışın önemli bir rolü olduğunu düşünürüm.
Ben de bu tartışmalara dahil olan "8 Mart Vesilesiyle, Sabiha Gökçen Olayı ve Soykırım Kurbanı Kadın ve Çocukların Trajedisi" isimli bir makale yazmıştım. O günlerde editörlüğünü yaptığım Gelawej sitesinde yayınlandı. İyi veya kötü kimseden herhangi bir tepki almamışken, bir kaç gün sonra Ali ERTEM ismiyle bana övgü dolu bir e-post geldi. Özetle konuyu bu biçimiyle görüp ele alan çok kişi olmadığını ve bu nedenle yazıya büyük bir değer biçtiğini anlatıyordu.
E-postada Frankfurt'ta Soykırım karşıtları Derneği'nin başkanı olduğu anlaşılan Ertem, faaliyetlerini tanıtan tanıtan birkaç doküman da göndermişti bana.
O güne kadar ne kendisini ne derneği, ne duymuştum ne de tanıyordum. Böylece tanımış oldum. SKD o günlerde "Anadolu Evlatların Nerede?" başlığıyla bir dizi etkinlik düzenliyordu. Ali Ertem sanırım bir kaç hafta sonra beni konuşmacı olarak bu etkinliklerden birine Frankfurt'a davet etti.
Beni havaalanında karşılayacak kişinin nasıl bir olduğu hakkında e-post yazışmaları dışında hiçbir fikrim yoktu. Tabii ki o a beni tanımıyordu... Modern bir "İnternetten tanışma hikayesi" desek yeridir.
O sıcak karşılama, yol boyunca yaptığımız ve evde de devam eden sohbetlerimiz yıllarca sürecek "40 yıllık" dostluğumuzun temellerini de atmış oldu.
Nasıl olmasın ki.
Yaşadığımız ülkelerin, toplumların en temel, çatışmalı, can yakıcı bütün sorunları karşısında sağa sola eğmeden net bir politik tavrı bulunan insan bulmak çok zordur. Aydınlarımız, politikacılarımız sağlamcıdır. Netameli bir konu, örneğin 1915 soykırımı, Kemalizm, sömürgecilik vb. gibi konular sorulduğunda ağızlarından önce uzun bir "ıı-ıhh..." çıkar. Ardından şöyle olsaydı böyle olurdu, bu da denebilir, şu da denebilir gibi konunun etrafından dolanıp içine girmemeye çalışan bir girizgah dinlersiniz. Ali Ertem, "ııh", "ehm" demeden konuşan biriydi.
Solcu olanı bulursunuz demokrat yanı eksik çıkar; soykırıma soykırımdır diyeni bulursunuz bakarsınız anti-semit çıkmış; anti-semitizme duyarlı olanı bulursunuz bakarsınız ki iflah olma derecede homofobiktir. Sosyalist olanı bulunsunuz, bakarsınız ki Kemalizm özürlüymüş; Kemalizmi hakkıyla eleştireni bulursunuz meğerse adam kadın düşmanı çıkar; çevreye duyarlı birini bulursunuz bakarsınız o da insanları sevmiyor meğerse... Ali ile tüm bu temel meselelerde neredeyse % 90'a varan ortak bir tavra sahip olduğumuzu anladık.
Daha birkaç saat içinde "tamam ben arkadaşımı buldum!" dedim kendi kendime!
Tabii ki dostluk için bunlar yeterli değil. Karşılıklı samimiyet, nezaket, saygı, sevgi gerekli... Ve Ali'de bunlardan bol bol vardı.
Benim haberim yoktu, bir inceliğiyle Nunikin kalbini de kazanmış aynı gün. Telefon açarak "Çok teşekkür ederim" demiş Nuran'a...
"Neden teşekkür ediyorsunuz" diye hayretle sormuş Nuran. "-Küçük çocuğunuz var, onun ve sizin babasıyla geçirecek vaktinden bize zaman ayırdınız; incelik gösterdiniz onun için size çok teşekkür ediyorum" demiş. İşlerin bu yanlarının düşünülmesi hiç alışık olmadığımız bir incelik.
Her eve gelişinde mutlaka uygun olup olmadığını sorar, sabahın körü ya da bayram tatili bile olsa elinde bir çiçek olmadan asla eve gelmezdi. Geldikten sonra da sanki evin 40 yıllık sakini gibi, mutfakta ne iş varsa yardıma soyunur; evin eksiği gediği tamiri gereken bir şey varsa onları halletmeye koyulurdu.
Her telefon açısında kocaman bir "Merhaaabaa Recepciğim..." diye seslenmesi vardı ki bütün samimiyetini hissettirirdi hemen. Yalnız bana değil tüm dostlarına öyleydi. Kimseye "canım, ciğim, canlarımız, dostlarımız" demeden konuşmazdı.
Ağır meselelerdeki katı, inatçı, savaşçı, taviz vermez tutumuyla; insani ilişkilerde bu son derece yumuşak, sevecen, incelikli üslup ve tutumu çelişik gibi görünebilir. Ama öyle değil çünkü iki tavır da samimi bir insan sevgisinden kaynaklanıyordu.
Tabi bütün bu meziyetlerinin yanı sıra onun hemen neredeyse bütün dostlarının evlerini, işyerlerini rengarenk aydınlatan usta bir sanatçı olduğunu anlatmadan geçmek olmaz. Tiffany tarzı cam süslemeleri ile birbirinden güzel aplikler, abajurlar, lambalar üretir; dostlarına armağan ederdi çoğusunu. Bu güzelliklere rastladığınız bir ev, bir oda, bir koridor, bir salon görürseniz "Ali buradan geçmiş" diyebilirsiniz rahatça.
Ali Ertem'in Soykırım Karşıtları Derneği'nin kurucu babası olarak özellikle 1915 soykırımının tanınması, TC devletinin yıkıcı, yok edici politikalarının teşhirinde, toplumda yer eden katı inkarcılığa karşı kararlı bir mücadele yürütülmesinde çok önemli bir yeri var. Yalnız Ermeniler değil soykırıma uğratılmış bütün halklara, toplumlara karşı aynı derece samimi bir duyarlılıkla yaklaşmış olması; Asuri-Süryani, Pontus-Elen halklarının biraz daha gölgede kalmış yıkımlarına ses olması takdire şayandır.
Solun "siyonizme karşı olmak" adına epeyce uzak durduğu anti-semitizmle karşı kararlı tavır sergileyen ender kişiliklerden biri olduğunu belirtmeden geçmek istemem. Kürt ulusal haklarının tanınması ve özgürlük mücadelesinin koşulsuz desteklenmesi; devlet terörünün teşhiri konusu zaten her zaman gündemin ana maddelerinden birini oluşturmaktaydı.
Yazı belki uzadı ama Ali Ertem'in yaşamı ve mücadelesi ile öğrettiği, gösterdiği EN ÖNEMLİ ŞEY bence, mağdur ve fail toplumlar arasında samimi bir barışma ve yüzleşmenin NASIL mümkün olabileceğine dair yaratıcı pratiklerdir. Erivan'ın yolunu çoğumuz onunla öğrendik.
Soykırıma, sürgüne, talana, ayrımcılığa uğramış halkların, toplumların da BİRİBİRLERİYLE DOSTLUK ve DAYANIŞMA'ya nasıl ihtiyaçları olduğu ve bunu nasıl yapabilecekleri konusunda önemli pratikler gösterdi.
Toplumların öncelikle aydınlarının, insan hakları savunucularının, sanatçılarının dostça bir araya gelebilmeleri; buna basitçe bir HALK DİPLOMASİSİ diyebiliriz.
Aralarına kin, nefret, kan davası sokulan toplumlar bir diğerinden beklediği İNSAN ELİ'ni Ali Ertem gibi dostları aracılığıyla uzanabilir. Buna tanık olmak büyük bir mutluluk.
Sevgili Ali ERTEM, tıpkı Doğan AKHANLI dostumuz gibi çok vakitsiz zamanda yaşamdan koptu. Fakat arkalarında çok değerli, hem onur duyacağımız hem de sahip çıkmamız gereken önemli bir düşünce ve eylem mirası bıraktılar.
Kendi adıma bu mirasa ve bu anılara sahip çıkacağımı söylemeliyim...
Sevgili Elif, Ela ve Emel'e sabırlar diliyorum. Tüm can dostlarımızın başı sağ olsun..
Anısına saygıyla....
(Fotoğraf: Berlin'de son selfi; Treptower Park, 21 Ağustos 2019)
Yorumlar
Yorum Gönder