Dün benim için özel bir gündü:
63 yaşındaydım ve 20 Kasım'dı.
Rahmetli babam 63 yaşında ve 20 Kasım günü vefat etmişti. 1975 yılıydı ve 19 yaşındaydım. Sonraları bugünü hep merak ettim; o kadar yaşar mıyım acaba derdim, yaşarsam neler hissederim?
Çocuklar babalarını çağlar boyu yaşamışlar ve hiç ölmezlermiş gibi geliyor nedense.
İşte tam da dün babamın yaşadığı yaşın sonuna geldim. Dünden beri artık onunla kıyaslamam, neler hissetmiş olabileceğini kestirmem zor olacak. Bir gün de olsa babamdan fazla yaşamış oluyorum...
Kendimle karşılaştırdığımda çok da uzun ve kaliteli yaşamadığını görüyorum. Rahmetli son yıllarını hastalıklarla mücadele ederek geçirmişti.
Günde 2 paket birinci sigarası bitiren, karanlık basınca usul-usul demlenip, bir büyük bir de küçük kırmızı şarabı deviren eski bir akşamcıydı o. Sık sık yinelenen mide kanamaları, tüberküloz ve kronik bronşitten müzdaripti. Sonuçta akciğer kanserinden vefat etti...
Beşi erkek, biri kız, altı kardeş; bizim için baba bir otorite sembolüydü. Yanında konuşulmaz, şakalaşılmaz, oynanmaz, soru sorulmaz! Yalnız ablam, tek kız çocuğu olması nedeniyle olsa gerek biraz naz yapabilirdi ona! Aramızdaki diyaloğ onun çocuklara soru sorması, imtihan etmesi, bizim cevaplamamız biçiminde olurdu.
Kendisinden asla doğrudan doğruya bir şey sorduğumuz, istekte bulunduğumuz vaki değildi. Zavallı annem aracıydı hep:
- Anne, babama söyler misin kitaplarımız alınacak.
- Anne,babama söyler misin okul gezisine gideceğiz.
- Anne babama söyler misin ayakkabı lazım...
Tabi bu iletişim tarzı, annemin bizimle baş edemediği durumlarda tersine de dönerdi:
- Akşam babanız gelince görürsünüz; ne cevap vereceksiniz bakalım!
Erzurum Büyük Postahane'de yıllarca muhabere memuru olarak çalıştı. "Muhabere Memurluğu da ne?" derseniz; mors alfabesi kullanarak gelen telgrafları alıp göndermek. Bunun için "Maniple" denen aletin başında geçirilen saatler, yıllar...
Kendi çapında aydın denebilecek bir insandı. Dedem İdris Efendi, Narman'da Mal Müdürlüğü yapmıştı ve babamı bugünkü liselere denk gelen İdâdî mektebinde okutmuş. Hem eski hem yeni yazıyı okuyup yazardı, hatta son yıllarına kadar bile özel notlarını hep eski yazıyla aldığını bilirim.
Her sabah okula başlarken "Yaşa Padişahım Yaşaa!" nidalarıyla okula gittiklerini anlatırdı. Tabiiki o da sonradan keskin bir cumhuriyetçi ve Atatürkçü yetişmişti... Hani o ceketini bazen iç bazen dış cebinde siyasi gazeteleriyle dolaşan küçük memurlar...
Eve düzenli günlük gazete (Akşam,Milliyet, bazen Cumhuriyet), haftalık mecmualar (Ses, Hayat, Akbaba) alınır; ajanslar kaçırılmaz; sıklıkla sinemaya, pikniklere, şenliklere gidilir. Akraba, konu komşu, eş-dost ziyaretleri eksik olmaz. Siyaset konuşulur, yorumlar yapılır; sözüne değer verilen dinlenen bir adamdı...
Anadili olmamasına rağmen, tahsildarlık yaparken Kürtçeyi öğrenmiş; gelen giden misafirlerle Kürtçe konuşurdu. Annem ise ana dili olmasına rağmen Kürtçeyi çok az, ancak bazı misafirler geldiğinde kullanırdı. Ama Erivan Radyosu başkaydı; o saat hiç kaçırılmaz annem olsun, babam olsun, çoğu zaman konu komşu, ev ahalisi o yarım saat pür-dikkat dinlenirdi. Kadınlar kederli kederli ağlardı.
Ailede tek okutulan kişi olması nedeniyle, Narman'daki bütün akrabalarımız için o ya "Efendi Emice" ya da "Efendi Dayı" idi. Erzurum'daki evimizde, Narman'dan hastane için gelen akrabalar hiç eksik olmazdı; babam hepsiyle tek tek ilgilenir, hastaneye götürür, tedavilerini yaptırır, ilaçlarını alırdı.
Gündüzleri dünyanın en efendi, en ağırbaşlı, anlayışlı, bilgili bu insanı; akşam olup da çilingir sofrasını kurup da hafiften demlenmeye başlayınca, o günkü ruh haline göre saatler içinde bambaşka bir insan haline gelirdi.
Ya, şen şakrak, esprili gülen-oynayan, rind bilgeye dönüşür; udunu ve tanburu tıngırdayarak şarkılar söyleyerek geceyi bitirir...
Ya da bir canavara dönüşür; nutuklar, küfürler, efelenmeler, bağırıp çağırmalar içinde gece tam bir cehenneme dönerdi. Bu öfke nöbetlerinin tek ve kaçınılmaz kurbanı ise zavallı annemdi: sataşmalar, küçümsemeler, aşağılamalarla başlayan seanslar çoğunlukla annemin dövülmesi, yüzünün göz ünün morartılması ile biterdi.
Ben bu dayakların bir bölümüne yetiştim; akşam sapa sağlam olan anneciğim bir bakardım ki sabahleyin dudağı patlamış, gözü morarmış, beddualar ederek ağlayıp durur...
Ağabeylerim biraz büyüyüp de artık annemin dövülmesine müsaade etmemeye başladıklarında şiddet onları da bulurdu: Sanat okulunda okuyan iki ağabeyimin de Erzurum'un zemheri ayazında evden kovulduklarını, bazen damlarda yatmak zorunda kaldıklarını anlatırdı annem.
Diğer iki abimin de okul başarısızlıkları nedeniyle sık sık dayak yediklerini, soba demiriyle dövüldüklerini hatırlarım ben de.
Annemin anlattığına göre ben daha kundaktayken, bir gün babamın şiddetli dayaklarından kaçıp karakola sığınmış. Beni "Bitlis'e kardeşlerimin, ailemin yanına gönderin" diye yalvarmış. Babamı karakola almışlar, araya girmiş; "bak kızım kundakta çocuğun var, yazıktır, bey efendi de bir daha yapmayacak, yuvanızı bozmayın!" diye nasihat edip geri çevirmiş.
Evin en küçüğü olarak benim aklım ermeye başladığı tarihlerde dayaklar giderek azalmış belli ki ağabeylerimin artık delikanlı olmaları nedeniyle eski şiddetini uygulayamaz hale gelmişti.
Annemin bu her zaman şiddete uğrayan, ama buna rağmen boyun eğen sessizce ağlayıp ilenmekle yetinen hali her zaman beni çok incitmiştir. Ağlayan kadınlar her zaman içimi acıtır. Bu yüzden sesini yükselten, baş eğmeyen, her sözünü korkusuzca söyleyen güçlü kadınları daha çok sever, onları kendime daha yakın hissederim.
Tabiiki babam her an kötü değildi. Küçük memur maaşıyla hepimizi okutmaya, ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalıştı. Derdi neydi, neden şiddete yönelirdi; neden kimi zaman böyle acımasız olurdu, sağlığında ne biz merak edep araştırdık ne de o anlattı.
Belki de ailesindeki tek üvey evlat olmasının, genç yaşında ayakları üstünde kalmak için çabalamak zorunda kalmasının öfkesi vardı...
İşte o bizim için otorite, eğilmez, bükülmez, düşmez kalkmaz olan babam, 1975'in yaz aylarında sık sık kaldırıldığı senatoryumdan, Numune hastanesine nakledildiğinde işin bu kez ciddi olduğu anlaşıldı.
Ben 16 yaşımdan beri bağımsızlığını ilan etmiş, 14 ay hapis yatmış, babama göre "kafası zehir gibi çalışan" ama dikine giden oğlu, evden ayrılıp Ankara'da kurulan Komal Yayınevi'nde çalışmaya başlamıştım.
Cezaevindeyken hiç ziyaretime gelmedi ama ağabeyimi göndermişti. Şimdi düşününce sevmemesinden değil, nasıl yüzleşeceğini bilemediğinden diye düşünürüm.
Babamın durumunun ağır olduğunu görünce yaz sonunda evde annemlerin yanında kalmaya karar verdim.
Sonra nasıl olduysa babamı taburcu ettiler ve eve getirildi. Ben tedaviden iyi sonuç alındı, biraz iyileşti ki gönderdiler diye düşünüyordum. Böylece ben de tekrar Ankara'ya yayınevine dönebilecektim.
Hastane dönüşünün ilk haftasında bir akşam üste babam, lavabodan çıkıp odanın ortasına doğru ilerlerken, birden sendeledi; o dev gibi 1.90 boyunda, kapılara zor sığan adam dizlerinin üzerine ÇÖKTÜ ve DEVRİLDİ.
Annem, ablam ve ben güçlükle babamı yerden kaldırıp yatağa yatırdık. Babam o günden sonra bir daha ayağa kalkamadı. Manevi otoritesi çoktan kırılmış olan babam artık fiziki olarak da çaresiz durumdaydı. Yemeğini yatağına getiriyorduk, zar zor doğrulabiliyordu.
İki aydan fazla bir zaman annem, ben ve ablam babama böyle baktık. Gece başında nöbet tuttuk, altını değiştirdik. Son günlerinde artık yemek yedirmek de mümkün olmuyordu. Ağzına bin bir güçlükle küçük kaşıklarla su verebiliyorduk.
Meğerse babamı iyileştiği için değil, gitsin evinde ölsün diye hastaneden yollamışlar. Ağabeylerim, annem bunu bilirlermiş ama bana söylememişler. Ailelerde nedense hep böyle herkesip bilip farkında olduğu ama "söylemeyin üzülmesin" türü bir bilgiyi birilerinden saklama adetleri vardır. Ne saçma!
İşte böyle... Babamın son anına kadar baş ucunda oldum ona baktım. Onun yanına yaklaşılmaz, sözünün üstüne söz söylenmez zamanlarını da; bir damla su içmek için başkalarının yardımına muhtaç olduğu zamanları da görmüş oldum. İnsanların bin türlü halleri var; gerçeğimiz hangisi?
Annem, "Sen cennetliksin oğlum, babana çok baktın yalnız bırakmadın" derdi. Ama ne yazık ki hak ettiğinin tersine canım anamın hastalığında yanında olamadım, kendisine son suyunu veremedim, son öpücüğü konduramadım. 2000'li yılların başlarıydı, Berlin'deydim, mültecilik de böyle bir şey işte.
Babamın DEVRİLİŞİ işte böyle oldu.
Onu toprağa verirken, mezarının başında haykırmamı tutamamıştım. Yaşım 19'du; tıbbı okuyayım, şu kansere çare bulunmasına çalışayım, kimse kanserden ölmesin diye düşündüydüm.
Sonrasında ise şu lanet sistemden kurtulmanın çaresini bulabilir miyiz diye, zaten kafamızı taktığımız siyasi çalışmalara odaklandık.
İşte babamın öldüğü yaşta ve tarihte, yani dün bunları düşündüm...
Rahmetli babam 63 yaşında ve 20 Kasım günü vefat etmişti. 1975 yılıydı ve 19 yaşındaydım. Sonraları bugünü hep merak ettim; o kadar yaşar mıyım acaba derdim, yaşarsam neler hissederim?
Çocuklar babalarını çağlar boyu yaşamışlar ve hiç ölmezlermiş gibi geliyor nedense.
İşte tam da dün babamın yaşadığı yaşın sonuna geldim. Dünden beri artık onunla kıyaslamam, neler hissetmiş olabileceğini kestirmem zor olacak. Bir gün de olsa babamdan fazla yaşamış oluyorum...
Kendimle karşılaştırdığımda çok da uzun ve kaliteli yaşamadığını görüyorum. Rahmetli son yıllarını hastalıklarla mücadele ederek geçirmişti.
Günde 2 paket birinci sigarası bitiren, karanlık basınca usul-usul demlenip, bir büyük bir de küçük kırmızı şarabı deviren eski bir akşamcıydı o. Sık sık yinelenen mide kanamaları, tüberküloz ve kronik bronşitten müzdaripti. Sonuçta akciğer kanserinden vefat etti...
Beşi erkek, biri kız, altı kardeş; bizim için baba bir otorite sembolüydü. Yanında konuşulmaz, şakalaşılmaz, oynanmaz, soru sorulmaz! Yalnız ablam, tek kız çocuğu olması nedeniyle olsa gerek biraz naz yapabilirdi ona! Aramızdaki diyaloğ onun çocuklara soru sorması, imtihan etmesi, bizim cevaplamamız biçiminde olurdu.
Kendisinden asla doğrudan doğruya bir şey sorduğumuz, istekte bulunduğumuz vaki değildi. Zavallı annem aracıydı hep:
- Anne, babama söyler misin kitaplarımız alınacak.
- Anne,babama söyler misin okul gezisine gideceğiz.
- Anne babama söyler misin ayakkabı lazım...
Tabi bu iletişim tarzı, annemin bizimle baş edemediği durumlarda tersine de dönerdi:
- Akşam babanız gelince görürsünüz; ne cevap vereceksiniz bakalım!
Erzurum Büyük Postahane'de yıllarca muhabere memuru olarak çalıştı. "Muhabere Memurluğu da ne?" derseniz; mors alfabesi kullanarak gelen telgrafları alıp göndermek. Bunun için "Maniple" denen aletin başında geçirilen saatler, yıllar...
Kendi çapında aydın denebilecek bir insandı. Dedem İdris Efendi, Narman'da Mal Müdürlüğü yapmıştı ve babamı bugünkü liselere denk gelen İdâdî mektebinde okutmuş. Hem eski hem yeni yazıyı okuyup yazardı, hatta son yıllarına kadar bile özel notlarını hep eski yazıyla aldığını bilirim.
Her sabah okula başlarken "Yaşa Padişahım Yaşaa!" nidalarıyla okula gittiklerini anlatırdı. Tabiiki o da sonradan keskin bir cumhuriyetçi ve Atatürkçü yetişmişti... Hani o ceketini bazen iç bazen dış cebinde siyasi gazeteleriyle dolaşan küçük memurlar...
Eve düzenli günlük gazete (Akşam,Milliyet, bazen Cumhuriyet), haftalık mecmualar (Ses, Hayat, Akbaba) alınır; ajanslar kaçırılmaz; sıklıkla sinemaya, pikniklere, şenliklere gidilir. Akraba, konu komşu, eş-dost ziyaretleri eksik olmaz. Siyaset konuşulur, yorumlar yapılır; sözüne değer verilen dinlenen bir adamdı...
Anadili olmamasına rağmen, tahsildarlık yaparken Kürtçeyi öğrenmiş; gelen giden misafirlerle Kürtçe konuşurdu. Annem ise ana dili olmasına rağmen Kürtçeyi çok az, ancak bazı misafirler geldiğinde kullanırdı. Ama Erivan Radyosu başkaydı; o saat hiç kaçırılmaz annem olsun, babam olsun, çoğu zaman konu komşu, ev ahalisi o yarım saat pür-dikkat dinlenirdi. Kadınlar kederli kederli ağlardı.
Ailede tek okutulan kişi olması nedeniyle, Narman'daki bütün akrabalarımız için o ya "Efendi Emice" ya da "Efendi Dayı" idi. Erzurum'daki evimizde, Narman'dan hastane için gelen akrabalar hiç eksik olmazdı; babam hepsiyle tek tek ilgilenir, hastaneye götürür, tedavilerini yaptırır, ilaçlarını alırdı.
Gündüzleri dünyanın en efendi, en ağırbaşlı, anlayışlı, bilgili bu insanı; akşam olup da çilingir sofrasını kurup da hafiften demlenmeye başlayınca, o günkü ruh haline göre saatler içinde bambaşka bir insan haline gelirdi.
Ya, şen şakrak, esprili gülen-oynayan, rind bilgeye dönüşür; udunu ve tanburu tıngırdayarak şarkılar söyleyerek geceyi bitirir...
Ya da bir canavara dönüşür; nutuklar, küfürler, efelenmeler, bağırıp çağırmalar içinde gece tam bir cehenneme dönerdi. Bu öfke nöbetlerinin tek ve kaçınılmaz kurbanı ise zavallı annemdi: sataşmalar, küçümsemeler, aşağılamalarla başlayan seanslar çoğunlukla annemin dövülmesi, yüzünün göz ünün morartılması ile biterdi.
Ben bu dayakların bir bölümüne yetiştim; akşam sapa sağlam olan anneciğim bir bakardım ki sabahleyin dudağı patlamış, gözü morarmış, beddualar ederek ağlayıp durur...
Ağabeylerim biraz büyüyüp de artık annemin dövülmesine müsaade etmemeye başladıklarında şiddet onları da bulurdu: Sanat okulunda okuyan iki ağabeyimin de Erzurum'un zemheri ayazında evden kovulduklarını, bazen damlarda yatmak zorunda kaldıklarını anlatırdı annem.
Diğer iki abimin de okul başarısızlıkları nedeniyle sık sık dayak yediklerini, soba demiriyle dövüldüklerini hatırlarım ben de.
Annemin anlattığına göre ben daha kundaktayken, bir gün babamın şiddetli dayaklarından kaçıp karakola sığınmış. Beni "Bitlis'e kardeşlerimin, ailemin yanına gönderin" diye yalvarmış. Babamı karakola almışlar, araya girmiş; "bak kızım kundakta çocuğun var, yazıktır, bey efendi de bir daha yapmayacak, yuvanızı bozmayın!" diye nasihat edip geri çevirmiş.
Evin en küçüğü olarak benim aklım ermeye başladığı tarihlerde dayaklar giderek azalmış belli ki ağabeylerimin artık delikanlı olmaları nedeniyle eski şiddetini uygulayamaz hale gelmişti.
Annemin bu her zaman şiddete uğrayan, ama buna rağmen boyun eğen sessizce ağlayıp ilenmekle yetinen hali her zaman beni çok incitmiştir. Ağlayan kadınlar her zaman içimi acıtır. Bu yüzden sesini yükselten, baş eğmeyen, her sözünü korkusuzca söyleyen güçlü kadınları daha çok sever, onları kendime daha yakın hissederim.
Tabiiki babam her an kötü değildi. Küçük memur maaşıyla hepimizi okutmaya, ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalıştı. Derdi neydi, neden şiddete yönelirdi; neden kimi zaman böyle acımasız olurdu, sağlığında ne biz merak edep araştırdık ne de o anlattı.
Belki de ailesindeki tek üvey evlat olmasının, genç yaşında ayakları üstünde kalmak için çabalamak zorunda kalmasının öfkesi vardı...
İşte o bizim için otorite, eğilmez, bükülmez, düşmez kalkmaz olan babam, 1975'in yaz aylarında sık sık kaldırıldığı senatoryumdan, Numune hastanesine nakledildiğinde işin bu kez ciddi olduğu anlaşıldı.
Ben 16 yaşımdan beri bağımsızlığını ilan etmiş, 14 ay hapis yatmış, babama göre "kafası zehir gibi çalışan" ama dikine giden oğlu, evden ayrılıp Ankara'da kurulan Komal Yayınevi'nde çalışmaya başlamıştım.
Cezaevindeyken hiç ziyaretime gelmedi ama ağabeyimi göndermişti. Şimdi düşününce sevmemesinden değil, nasıl yüzleşeceğini bilemediğinden diye düşünürüm.
Babamın durumunun ağır olduğunu görünce yaz sonunda evde annemlerin yanında kalmaya karar verdim.
Sonra nasıl olduysa babamı taburcu ettiler ve eve getirildi. Ben tedaviden iyi sonuç alındı, biraz iyileşti ki gönderdiler diye düşünüyordum. Böylece ben de tekrar Ankara'ya yayınevine dönebilecektim.
Hastane dönüşünün ilk haftasında bir akşam üste babam, lavabodan çıkıp odanın ortasına doğru ilerlerken, birden sendeledi; o dev gibi 1.90 boyunda, kapılara zor sığan adam dizlerinin üzerine ÇÖKTÜ ve DEVRİLDİ.
Annem, ablam ve ben güçlükle babamı yerden kaldırıp yatağa yatırdık. Babam o günden sonra bir daha ayağa kalkamadı. Manevi otoritesi çoktan kırılmış olan babam artık fiziki olarak da çaresiz durumdaydı. Yemeğini yatağına getiriyorduk, zar zor doğrulabiliyordu.
İki aydan fazla bir zaman annem, ben ve ablam babama böyle baktık. Gece başında nöbet tuttuk, altını değiştirdik. Son günlerinde artık yemek yedirmek de mümkün olmuyordu. Ağzına bin bir güçlükle küçük kaşıklarla su verebiliyorduk.
Meğerse babamı iyileştiği için değil, gitsin evinde ölsün diye hastaneden yollamışlar. Ağabeylerim, annem bunu bilirlermiş ama bana söylememişler. Ailelerde nedense hep böyle herkesip bilip farkında olduğu ama "söylemeyin üzülmesin" türü bir bilgiyi birilerinden saklama adetleri vardır. Ne saçma!
İşte böyle... Babamın son anına kadar baş ucunda oldum ona baktım. Onun yanına yaklaşılmaz, sözünün üstüne söz söylenmez zamanlarını da; bir damla su içmek için başkalarının yardımına muhtaç olduğu zamanları da görmüş oldum. İnsanların bin türlü halleri var; gerçeğimiz hangisi?
Annem, "Sen cennetliksin oğlum, babana çok baktın yalnız bırakmadın" derdi. Ama ne yazık ki hak ettiğinin tersine canım anamın hastalığında yanında olamadım, kendisine son suyunu veremedim, son öpücüğü konduramadım. 2000'li yılların başlarıydı, Berlin'deydim, mültecilik de böyle bir şey işte.
Babamın DEVRİLİŞİ işte böyle oldu.
Onu toprağa verirken, mezarının başında haykırmamı tutamamıştım. Yaşım 19'du; tıbbı okuyayım, şu kansere çare bulunmasına çalışayım, kimse kanserden ölmesin diye düşündüydüm.
Sonrasında ise şu lanet sistemden kurtulmanın çaresini bulabilir miyiz diye, zaten kafamızı taktığımız siyasi çalışmalara odaklandık.
İşte babamın öldüğü yaşta ve tarihte, yani dün bunları düşündüm...
Yorumlar
Yorum Gönder