Hrant Dink Vakfı “23,5 Nisan Hafıza Mekanı” projesini bu yıl hayata geçireceğini açıkladı. Agos gazetesinin Şişli’de Sebat Apartmanındaki eski çalışma ofisi Hrant Dink’i anmak ve onun temsil ettiği değerlere dikkat çekmek üzere bir “Hafıza Mekanı” dönüştürülüyor.
Vakıf, bu çalışmayı tanıtırken şunları belirtmektedir:
“Mekân, hafıza ve umudu birleştiren; bir arada yaşamın hakim olduğu bir geleceği tahayyül ederek bu yönde atılacak adımları yüreklendiren; diyaloğun önemi hakkında farkındalık yaratan; yaşayan ve sürekli olarak güncellenen bir yer olarak tasarlanıyor. Eski Agos ofisinin amatör, özverili ve imece usulü çalışma ruhuna, hakikatine ve belleğine sadık bir mekân yaratmak ve hafıza mekânının, vicdanı, diyaloğu, tefekkürü, empatiyi teşvik eden, karşılıklı anlayışı besleyen, geçmişi hatırlarken geleceğe de ışık tutan bir yer olması amaçlanıyor.”
Neden “23,5 Nisan” derseniz, bu sorunun cevabı da Hrant Dink’in 23 Nisan 1996 yılında Agos’ta yayınlanan “23,5 Nisan” başlıklı yazısında bulunuyor.
Dink, bu yazısında Bir Türkiyeli olarak 23 Nisan’ın temsil ettiği değerlere, bir Ermeni olarak da 24 Nisan’ın anlam ve önemine vurgu yapmakta ikisinin kesiştiği bir “ortak çıkışın” mümkün olduğunu inanmaktadır. Belki de ortak gelecek, yeni bir hayatı mümkün kılan bu aralıktan kendine yol bulacaktır diye düşünmektedir.
(23.5 yazısının tamamı burada https://hrantdink.org/…/…/hrant-dink-yazilari/755-23-5-nisan)
23,5 ‘a ELEŞTİRİ
Tam da burada 23 Nisan’ın temsil ettiği değerlerin reddedilmesi gerektiğine, 23 Nisan ile 24 Nisan arasında orta bir yol olamayacağına, bu uzlaştırma çabasının bir yanılsama olduğuna ilişkin itirazlarımı dile getirmeye çalışacağım.
23 Nisan’a özel bir önem verilmesi Hrant Dink’in yanılgılarından biriydi. Tıpkı ” ...ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.” yanılgısı gibi ağır bir yanılgı… Hrant Dink’in kendisi gibi gerçek bir “barış güvercini” bile organize bir devlet cinayetiyle katledildi bu ülkede.
Keza 1915 Soykırımında katledilen 1,5 milyon masum insanın “yırtıcı kuşlardan” olduğunu ve bu yüzden katledilmiş olduklarını söyleyebilir miyiz? Ya da 6/7 Eylül pogromunda darmadağın edilen insanların kaçı “şahin”di ve şehrin içlerinde güvercin tedirginliği içinde yaşadıkları halde kendilerine dokunulmuştu?
Cumhuriyet tarihi boyunca 1924 Nasturi katliamından tutun 1938 Dersim jenosidine, 1925 Şeyh Said’lerden Ağrı ve Zilan’a kadar Kürt halkına karşı yürütülen katliamları; 90’lar boyunca “faili mechul” cinayetlerinde imha edilen binlerce insanı, köyleri evleri yakılıp boşaltılan onbinlerce insanı saymamalı mıyız?
Demek ki Hrant Dink’in “… biliyorum ki bu memlekette güvercinlere dokunmazlar” tespiti hiç de doğru değildir.
Hrant Dink’i sahiplenmek esaslı bir eleştiriyi de gerektirdiği için bu yanılgının aynısının 23 Nisan konusunda ve dolayısıyla 23.5 Nisan sentezi için de geçerli olduğunu söylemeliyim. Hrant’ı sahiplenmek yanlışlar üzerinden değil doğrular üzerinden olmalı derim. Ve bu da “23.5 Nisan” kavramının özenli biçimde reddedilmesini gerekli kılıyor.
Hrant Dink, 23 Nisan [1920] hakkında ne diyordu:
“Sancılı on yıllardan çıkmış ulusun tarihinde çok önemli bir ak gündür 23 Nisan. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturunun meclis salonuna perçinlendiği gündür. Ve böyle bir günün ‘yaşam’ denilen çocuğa ve geleceğe akıtılan mirasıdır. Türk ulusunun belki de en akıllıca yaptığı öngörünün tarihidir. ‘Gelecek’ ve ‘çocuk’ ne de güzel buluşturulmuştur öyle. Ve de ne ustaca bir değerlendirmedir yıllar sonra 23 Nisan’ı sadece Türkiye ile sınırlı tutmayıp bütün dünyanın çocuklarıyla paylaşma düşüncesi. Türk çocuklarına da dünya çocuklarına da kutlu olsun.”
23 Nisan, tamamen Türk resmi-tarihi ve resmi ideolojisinin gerçekliği kendi kurgulamasıyla icat ettiği bir tarihtir.
Bir kere 23 Nisan’da kurulan kurumun adı “Türkiye Büyük Millet Meclisi” bile değildir. O doğru ismiyle: “Meclis-i Mebusan”dır. Hukuken Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki bir oluşum…
“Meclis-i Mebusan” Ankara’da toplandığında henüz “Cumhuriyet” yoktu, bu insanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun yurttaşları olarak toplanmışlardı. Bu anlamıyla Ankara Meclisi Osmanlı döneminin “ilk” meclisi değildi, en “demokratik” olanı da değildi. Hiçbir üye seçimle belirlenmemişti, hepsi atanmış delegelerden oluşuyordu. Kemalist elitin “İttahad-Terakki’nin iknici nesil kadrolarınca oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri”nin önerdiği, Mustafa Kemal Paşa’nın da onayladığı /atanmışı delegelerden oluşmuştu. Ermeni, Rum, Süryani gibi ülkenin yerli Hristiyan halkları da hiçbir biçimde temsil edilmiyordu: Oysa daha önceki Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Ermeni ve Rum toplumlarını kültürel ve siyasi olarak temsil edebilecek kişi ve siyasi parti temsilcileri vardı. Yani 1908’de açılan ikinci meclis, temsil kabiliyeti bakımından 1920’den daha demokratikti ve gerçek bir ilerlemeyi temsil ediyordu.
Mustafa Kemal’in, 1920’deki Meclis-i Mebusan’ı takdim ederken söylediği şu ünlü sözlerini hatırlayalım:
“Meclis-i alimizi teşkil eden zevat, yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız laz değildir, fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islâmiyedir, samimi bir mecmuadır. Bu mecmuayı teşkil eden bir unsur-u islâm, bizim kardeşimiz, ortak çıkarımız olan vatandaşlarımızdır. “
Birçok çevre tarafından M.Kemal’in” etnik çoğulculuğa saygısı” gibi gösterilen bu cümle açık biçimde, bu toprakların asırlardan beri en eski ve yerleşik Hristiyan halklarını dışlamaktadır. Rum ve Ermeni gibi Hristiyan halkların yokluğu üzerine, sadece “İslami unsurlardan” inşa edilen bir yurttaşlığı hedeflediğini ilan etmektedir. Ki sonradan “İslami unsur”lardan oluşan yurttaşlığın da aslında bu
unsurların Türklük içinde zoraki eritilmesi süreci olacağını hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Bu aynı zamanda Türk-İslam Sentezi demektir.
Bu söz rastgele söylenmiş değildir; tam da Osmanlı İmparatorluğunda benimsenen millet kavramına ve Millet-i Hakime tanımına uygundur. Ülkelerin, tarihi coğrafyaların, kadim medeniyetlerin yutulduğu Misak-ı Millî ile de tam bir uyum içindedir.
Şu halde 23 Nisan Meclisi, tam da M.Kemal’in herkesin gözünün içine bakarak söylediği gibi Rum ve Ermenilerin “yok” edilmesi ve “yok sayılması” üzerine –sürgün ve soykırım gibi insanlık suçlarıyla sağlanmış bir yokluk!- inşa edilmiş bir bağlamı ifade eder.
Yani Hrant’ın belirlediğinin tam tersine 24 NİSAN’la sağlanan YOKLUK, 23 Nisan’ın VARLIK nedeni olmaktadır.
Evet, “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” denmiştir ama hangi Milletin? Türk milletinin! Ve Mustafa Kemal bu milletin Anasır-ı İslamiye’den oluştuğunu söylemektedir. Önasyanın, Mezopotamya’nin en-eski ve yerleşik halkları olan Rumların ve Ermenilerin bu milletin içinde yerleri yoktur. Dolayısıyla bu söz demokrasinin değil, ulusal zulmün, halkları yok saymanın ifadesi olmaktadır.
Meclis-i Mebusan’ın yürüttüğü “Milli Mücadele”, Rumların ve Ermenilerin geri dönüşlerinin ve hak iddia etmelerinin engellenmesi temelinde değil midir? Öyleyse bu neyin “Ak Günü”dür, neyin bayramıdır? Bu günün çocuklara “mal” edilmesi onu masum bir bayram haline getirmez, tersine Çocukların Resmi Tarih için istismar edilmesi haline getirir.
“Kurtuluş Savaşı” denilen şey 1915 soykırımından hayatta kalmış Ermenilerin 1918-1922 boyunca Artvin, Kars,Ardahan bölgelerinde de kırılması; Ege ve Karadeniz kıyılarındaki Pontos Rum halkının ve Ege’deki Rumların kırılmasıydı. Hiçbir emperyalist güçle savaşılmamıştı; doğuda Ermeni ve batıdaki zayıf Yunan direnişlerini karşı yürütülen askeri harekâtlar söz konusuydu. Bunlar iddia edilenin aksine hiçbir emperyalist güç tarafından da desteklenmiyor, korunmuyorlardı. Eğer bugünkü Türkiye’de kimse tarihle gerçek bir yüzleşme yaşamıyor derseniz, işte Türk resmi tarihçilerinin temeldeki insanlık suçlarını örtbas etmek üzere uydurdukları fiyakalı günlerin –momentlerin- sorgulanmaması, sunuldukları gibi kabul edilmesi başta gelmektedir derim.
Kemalist hareketin “Meclis-i Mebusan” çatısı altında yürüttüğü süreç “Kurtuluş Savaşı” değil, imparatorluk bakiyesi çok uluslu, çok kültürlü bu toplumdan “tek ulus ve tek dine” dayılı bir “Türk ulus devleti” çıkarma çabasından ibarettir. Sürgün edilen Ermenilerin yeniden vatanlarına dönmelerini, Rumluk ve Ermeniliğin kurulmasını engellemeyi hedeflediklerini, “Kurtuluş Savaşı”nın asıl odaklandığı meselenin bu olduğu bütün resmi belgelerde mevcuttur.
Kısaca “yeni yönetim” 1915 soykırımının mirasını kıskançlıkla korumakta ve onun üzerine yükselmektedir. Biri diğerinin doğal ve organik devamıdır.
Yüz binlerce Rum, Ermeni, Asuri-Süryani çocuğunun yok edilmesi, öksüz bırakılması üzerine Türk UlusalEgemenliği’nin kurulması… Ve burada Hrant Dink’in katledilmesine giden nefret sürecinin, bir Ermeni yetimi olan Hatun Sebilciyan’ın, gözünü kırpmadan sivilleri bombalayan Modern Türk Kadını’nın ikonası Sabiha Gökçen haline getirilmesini ortaya çıkarıp tartıştırmasıyla tetiklendiğini hatırlatmak yerinde olur. “Bir bebekten bir katil yaratan sistem”in kökü kuşkusuz çok eskilere gider…
Mustafa Kemal’in henüz o gün dile getirmediği bir başka gerçek daha vardır: Anasır-ı İslamiye içindeki Kürt, Laz, Çerkez halkları da ister zorla ister kolaylıkla Türklüğe Asimile etme hesabı vardır. Son yüzyıldır çekilen siyasal, toplumsal, ulusal sorunların temelinde bu gerçeklerin yattığını nasıl unutabiliriz?
Bence 1920 Ankara Meclisi’nin hiçbir açıdan pozitif ve “ileri” bir konumu yoktur. Bu meclis’in kuruluşundan 3 yıl sonra “Cumhuriyet” ilan etmiş olmasının konumuz bağlamında bir önemi yoktur ama bu “Cumhuriyet”in asla demokratik olmadığını, Kemalist Bonapartizmin (Militarist-Bürokratik oligarşinin) egemenliğini organize ettiğini belirtmemiz gerekiyor.
23 Nisan’ın 24 Nisan ile tek bağdaşabilir yanı ancak 24 Nisan kurbanlarının mezarları, toplumsal yıkıntıları üzerine nasıl inkarcı, sömürgeci, asimilasyoncu bir yönetim kurulduğunu anlatmak üzere “İnsanlık suçları” bölümünde yer almasıdır.
Hrant Dink’in ismini ve temsil ettiği değerleri geleceğe taşıyacaksak, bu, Türk sömürgeci resmi tarihinin kendini meşrulaştırmak üzere ürettiği kirli Referanslara dayanmayı reddetmekle mümkündür.
Dilerim ki Dink’in hatıralarını koruyan ve Türkiye’deki yüzleşme faaliyetinin en önemli kurumlarından biri olan Hrant Dink Vakfı, bu yanlış tercihini değiştirsin. Bu isimlendirmenin yüzleşme çabalarına uzun vadede fayda değil zarar vereceği düşüncesindeyim.
Yorumlar
Yorum Gönder