İHTİLÂLCİ TEKSİR, İHTİYATLI DAKTİLO...



Matbaa, icadından ancak 250 yıl sonra Osmanlı'ya gelebilmiş... Bize intikali edişi ve geniş toplumsal kullanıma girmesi ise ancak 20.yüzyıl sonları olmalı.

Umarım kasaba ve küçük şehirlerdeki matbaaları, mahalli gazeteleri hatırlayanlar vardır aramızda!

1950'li 60'lı yıllarda aynı kasabanın ana caddesinde biraz varlıklı iki Avukattan biri "HALKÇI", diğeri "DEMOKRAT", iki sayfadan ibaret biri "BELDENİN SESİ", öbürü "MİLLETİN SESİ" gazetelerini çıkarır. Akşam şehir kulübünde bolca içip pişti çevirdikten sonra, sabah gazetedeki köşelerinden büyük başlıklarla birbirlerine saydırırlardı.

Yırtma yapıştırma o zamandan beri var. Büyük gazetelere çıkmış haberlerden işe yarayacak olanlar seçilip serpiştirilir. Manşetler ise genellikle ağırlamaya, teşrifata ayrılmıştır:

-"Sayın Valimiz, değerli Refikaları Hanımefendiyle Şehrimize Avdet edecekler. HOŞGELDİNİZ Diyoruz!"
-"Okulumuzun Açılışını MUHTEREM VEKİLİMİZ ŞEREFLENDİRECEKLER!"

Kasaba gazetelerinin amacı genellikle Basın-İlan Kurumu tarafından verilen ilanlardan pay almak; Sahiplerinin bağlı oldukları partilerde Milletvekili adaylığı şanslarını yükseltmekti.

Kimse kasaba gazetesini haber için okumaz, atışmaları merak eder, ilanlara falan bakar.

Ben de kıyısından köşesinden o döneme yetiştim, o dönemin matbaacılık tekniklerini, araçlarını kullanmayı öğrendim.

Haksızlık etmeyeyim; Erzurum'da matbaa ve yerel gazeteler kasaba gazeteciliğinin bir çıta üzerindeydi. Ne de olsa bölgenin merkezi kenti sayılıyordu.

Benim çalıştığım 1969-72 döneminde Erzurum'da tam 12 tane yerel gazete çıkıyordu. İçlerinden sadece bir tanesi SOLCU idi: DEVRİM! Bu yüzden de devrimci Üniversite öğrencilerinin, asistanların, öğretmenlerin uğrak yeriydi. Ben de ilk yazılarımı yayınlamaya bu gazetede başladıydım.

Gazetenin MÜRETTİPHANESİ okul dışında en çok zaman geçirdiğim yerlerden biriydi. Kendi yazılarımı kendim diziyor, sayfa dizayn edebiliyordum.

Boyum yetişmediği için ayağımın altına tahta kasalar koyduktan sonra MÜRETTİP abilerimin yanında işe başlardım. Herkesin önünde kocaman HURUFAT (harf) KASALARI olurdu. Hurufat kasası, çeşitli punto ve karakterlerde kurşundan dökülmüş harflerin kullanım sıklığına göre sıralanmış irili ufaklı gözlere yerleştirildiği kocaman bir çekmecedir. Alt gözde ESPAS denilen (Space=Boşluk) çeşitli kalınlıklarda harf ve satır aralarına konulan kurşun plakalar bulunurdu.

Bunlar KUMPAS denilen, vidayla sıkıştırılan bir aletin içine harf-harf, satır-satır TERSTEN yerleştirilerek dizilirdi. Dizilen kolonlar da bozmamaya özen göstererek,kumpastan çıkarılıp gazete sayfasının dizayn edildiği çelik kasanın üzerine bloklar halinde yerleştirilirdi.

Dizgi yanlışlarının kontrol edilmesi de dizilmesi kadar zahmetli bir işti. Mürekkep tortuları nedeniyle simsiyah olmuş dizileri yine TERSTEN okumak gerekiyordu. (Bugün bile tersten okuyabilme alışkanlığım kaybolmamış...) Yanlış harfler ÇİFT adı verilen cımbız gibi bir aletle çekilip çıkartılarak yerine doğrusu konur. Sallanan satırlar sıklaştırılır. Yazı kendine ayrılan alanı doldurmamışsa, araya boşluklar konularak ŞİŞİRİLİR!

Fotoğraf baskısı için KLİŞE kullanılması gerekiyordu. Klişe Erzurum'da yapılabilecek bir şey değildi; bunun için bazı yazarların ve özel haberlerin fotoları için Ankara'ya, İstanbul'a gönderilirdi. Büyük gazetelerin eski, kullanılmış klişeleri “kardeş” küçük şehir gazetelerine hibe edilmiş olurdu. Ki, bu havuzdan ilgili ilgisiz klişeler sayfaya yerleştirilir.

Diğer resim klişelerini MUŞAMBA'dan kendimiz oyardık. Bu da başlı başına bir iş, bir sanattı. Ressam Fehim İbrahimhakkıoğlu bu işte usta idi. Muşambalara resim çizip, onları baskıya uygun şekilde oyma hünerini bana o göstermişti.

Dizgi bittikten sonra sıra, dizilen sayfaların baskı makinesinin yatağına yerleştirme işi denen SAYFA BAĞLAMA’ya gelirdi sıra. Baskı makinemiz kim bilir kimin sattığı ikinci el bir ROTATİF idi. Almanya'da üretilmiş olsa gerek ki üzerinde kocaman "Heidelberg" yazardı; biz de ona büyük bir gümbürtü ile çalışması ve heybetinden dolayı "HAYDAR BEG!" derdik.

Şu matbaacılığın, gazeteciliğin en güzel “an”ı , onca emekle hazırladığınız işin, baskıdan daha çıkar çıkmaz, birbirine karışan kağıt ve mürekkep kokusunu burnuna çekerek, merak ve heyecanla eserinin nasıl göründüğüne bakmak olmalı. Hele de kendi yazınız ve resminiz varsa!

Göze çarpan yanlış yoksa her şey tamamsa, OKEY gelir ve rotatif dönmeye başlar...

Şimdi böyle bir gazetecilik, matbaacılık ancak müzelerde olabilir.

Matbaalar, gazeteler sahiplidir; paraya bakar; gücün, iktidarın denetimindedir… Bin bir hesap yapan akılların süzgecinden geçer. Herkes bir şeyler eler; geriye ne kaldıysa artık, kağıtların üzerine akar…

Sahipli ve denetimli matbaa işlerini öğrenirken; insanı yazma ve yayma konusunda özgürleştiren iki harika aletle tanıştım: DAKTİLO makinesi ve TEKSİR makinesi...

Daktilo kullanmayı hemen öğrendim çünkü mürettiplerin hiç sevmedikleri şey, yazı işlerinden gelen kargacık burgacık, bin bir türlü el yazısını çözme mecburiyetinde kalmaktı. Ama ben onları önceden daktiloya çekmişsem, okunması da dizilmesi de kolaylaşıyordu. Bir süre sonra kendi yazılarımı da evde deftere yazmak yerine, gazete bürosunda doğrudan daktiloya yazmaya başladım.

Yazarın KALEMle ilişkisiyle DAKTİLO makinesiyle ile ilişkisi birbirinden çok farklı. Kalem düşüncenin hızına göre bazen çok tembel kalabiliyor; daktiloda ise düşünceniz şahlanmış bir ata binmiş gibi dolu dizgin akabilir. Sonra daktilo makinesiyle yazma hızında bir denge kuruyorsunuz aranızda; daktilo başında düşünmek diye bir şey gelişiyor. Önceden farklı kurgulayıp da daktiloda yazarken tam tersi yerlere gidebilen o kadar yazı biliyorum ki…

Yazmayı düşünce hızına ayarlayabilen bu makine, aynı zamanda onu çoğaltma konusunda da size yol açıyor. Çok değerli bir zaman kazandırıyor. Daktilo şeridi, beyaz kağıt, kopya kağıdı ve pelür kağıt sizin yeni vazgeçilmezleriniz oluyor. Bir yazışta en az 3-4 kopya az mı? Hapishanede DDKO savunmalarını çoğaltırken bir seferinde 6 nüsha çıkarıldığını bile hatırlıyorum; tabi bunun için tuşlara çok sert vurmak gerekir ki, en son kopya da okunabilsin. Vay ki o daktilonun çektiklerine!..

İHTİLALCİ TEKSİR !

Asıl mucize ise TEKSİR ile tanışınca başlıyor!
İşte kendi matbaanız kendi elinizin altında! Mumlu kağıda daktilo makinesinde özenle yazdığınız metni, istediğiniz kadar çoğaltabilir, ciltleyebilir, dağıtabilirsiniz.

Teksirle okul gazetemiz AYNA’yı ortaokulda, AYDINLIK ve ÇABA’yı lisede çıkarmıştık. Yalnız yazı değil resim de çizilebiliyor mumlu kağıda; sonradan türünü FANZİN olduğunu öğrendiğim yayın türü TEKSİR makinesiyle gelişti.

Doğaldır ki, taşınması, elde edilmesi, kullanımı oldukça pratik ve ekonomik olan TEKSİR, devrimci, yasa-dışı, aykırı fikirlerin çoğaltılıp dağıtılmasına olanak vermesiyle de harika bir aletti.

MATBAALAR sizinse TEKSİRLER bizimdir.

Dönemin nice ihtilalci bildirileri, parti manifestoları, dernek açıklamaları Teksir sayesinde geniş kesimlere ulaşabildi. Elden ele, cepten cebe, çantadan çantaya taşınıp durdu. Gecekondu mahallesinde de, bürolarda da, öğrenci evinde de kalabiliyordu teksir. Hem yaşam şartları bakımından proleter, hem yaydığı düşünceler bakımından devrimci…

1970’li yılların tümü, 1980’li yılların ise ilk birkaç yılı DEVRİMCİ TEKSİR’in altın yıllarıydı. Nice bildiriler, bültenler, dergiler çıkarıldı bu sayede. Örgütün ne kadar varlıklı olabildiği yayınından belli olur: Matbaa işleriniz varsa tuzunuz kuru, yoksa teksir…

Yoksulların, emekçilerin, işçilerin, işsizlerin, öğrencilerin matbaası. Ezilenlerin, demokrasi-sosyalizm, sınıf mücadelesi, ulusal kurtuluş savaşı verenlerin, ötekileştirilenlerin sesi… Kısaca iktidar sahibi olmayan, mali gücü, yasal korunağı bulunmayanların yayın aracı. Teksir’in sınıf karakteri birçok örgütten daha belirgindi desek şaka yapmış olmayız.

Hatta bir de GERİLLA TEKSİRİ diye, mürekkepsiz, sadece renkli ispirto ile çalışabilen daha portatif tipler çıkmıştı.

Bundandır ki cunta dönemleri operasyonları yapıldığında YAKALANAN SUÇ ALETLERİ(!) masa üzerinde teşhir edildiğinde, BABA TEKSİR mutlaka kitapların, bildirilerin ve ya silahların yanında vakurca yerini almış olurdu!..

Şimdi hurufat kasaları gibi teksir makineleri de daktilolar da MÜZELİK oldu. Bir zamanlar en çok tükettiğimiz şey KAĞIT’tı. Geçenlerde en son aldığım bir top kağıdın en az bir yıllık olduğunu fark ettim. Yani bırakalım daktiloyu, teksiri, kağıt bile MÜZELİK olmak üzere. Her şey EKRANLARIN üzerinden kayıp gidiyor

Gerçi iç geçiren nostaljik bir göz atma gibi oldu ama bu günkü durumdan hiç de şikayetçi değilim. Computer çağının tekniklerine, internet yayıncılığına da ilk adepte olanlardan biriyim desem abartmış olmam. Pek çok Web sayfasının masterliğini yaptım. Birkaç forum yönettim. Gelawej 15 yılını doldurdu. İlk önceleri bunlar için de asgari bir deneyim ve bilgi birikimi gerekiyordu. Şimdi artık her şey daha kolay. Arka plandaki HTML kodlarını, şifreleri bilmenize bile gerek yok.

Artık SOSYAL MEDYA çağındayız. Herkes YAZAR, herkes kendi yazdığının YAYINCISI…
Böylesi daha da iyi.

Bir zamanlar 5 yılda çıkardığımız ve ancak birkaç bin kişiye ulaştırabildiğimiz DERGİ yazılarının tümünü, şimdi sadece 1 haftada onbinlerce kişiye ulaştırabiliyoruz. Üstelik olumlu-olumsuz tepkileri anında alabilme şansımız da var. Tabiiki bu ancak internet ve akıllı telefon kullanıcılarıyla sınırlı bir veri. Bunun dışında daha büyük bir alan bulunduğu kuşkusuz.

Düşünelim bakalım: şimdi hangi sosyal medya platformu daha DEMOKRATİK hatta DEVRİMCİ?

Facebook mu, Twitter mı, Instangram mı, Google+ mı, bloglar mı, Whats-up mı?

Yorumlar