DAVET

Hani;

"Çağrıldığın yere erinme,
Çağrılmadığın yere görünme!" diye bir söz vardır.

Bu nedenle davet edildiğimiz yerlere çok önemli bir mazeretimiz yoksa mutlaka gitmeye çalışırız.

Ne ki davetten, davete çok fark vardır. İnsan ne için çağrıldığını bilmeli ona göre tedbirli gitmeli... İstiskale meydan vermemeli...

Örneğin:

- Bazı davetler, sırf siz kalabalık görünmeye katkı yapasınız diye yapılmıştır. Öyle ön koltuklara, orta masalara yerleşmeye çalışmamalı insan.

- Bazısı "aman çağırmasak şimdi bir sürü laf ederler" diye mecburen yapılmıştır. "Çağırmasak ayıp olur" seviyesinden bir tık aşağıdadır bu. Ki, çok sevecen karşılanmayı beklememeli.

- Bazı davetler bir diğerine nispet olsun diye "düşman çatlatmak" amacıyla yapılmıştır: "Bakın onları BİLE çağırmışlar, bizi çağırmadılar" sözündeki BİLE sizsinizdir. Eğer bunu bilerek giderseniz diğerinin, gitmezseniz davet sahibinin öfkesini kazanmak garanti.

- Bazı davetlere prestiji artırmak için çağrıldığınız da olabilir. "Onlar BİLE vardı"daki, BİLE olmak, davet sahibinin minnetini hak eder.


- Herhalde "davetlinin davetlisi", ikinci el davetli olmak epey tatsız olmalı: "Banlar da kim?" ya da "Bunları kim çağırmış?" bakışları sizi rahatsız etmezse sorun yok tabii...

Davet girişlerinin hep tedirgin edici bir yanı olmuştur. Nasıl karşılaşacağınız veya kimlerle karşılaşılacağı her zaman çok bilinmeyenli soru işaretleriyle doludur.

Bakın eşiyle birlikte salona giren şu adam, daha kapıdan adımını atar atmaz, bütün davetlilerin kendisini tanıdığı ve hürmeten ayağa kalkıp yer vermek için yarışacaklarını bekliyor gibidir; üstten ve sevecek bir gülümsemeyle , "Ben falancayım, davetinizi şereflendirdim, bani tanımadınız mı" der gibi bakınmaktadır etrafına.

Ama o ne? Hiç kimsenin kendisini umursadığı yoktur. Yüzündeki sevecen gülümseme, alaycı bir sırıtmaya dönüşürken; vücut dili "ben zaten size bakmıyordum, şimdi davet sahipleri önlerini ilikleyip koşarak yanımıza gelecek, bizi ön masalardaki ayrılan yerimize buyur edecekler" edası takınmaya geçmiştir. Gözler kendini tanımayan kalabalıktan yukarıya çevrilir, ufukta kendilerini karşılamasını umdukları birini arar umutla...

Ne yazık ki öyle bir hareketlenme de yoktur. Eşinin yüzü yıkılmıştır bile. "Ben sana demiştim gitmeyelim diye!" bakışı belli olur. Bütün gülümseme çeşitleri yüzünde donan adam, çaresizce en yakındaki kişiye nazikane kendini tanıtma hamlesi yapar. Ama nafile, o da herhangi bir davetlidir, "Buldukları boş bir yere oturmaları" öğüdüyle son umutları da yok olur.

Şimdi iki şık vardır önlerinde; ya "Aaa biz yanlış salona girmişiz.." edasıyla yüz geri dönmek ya da tanıdık hayaletlere gülücükler yollayan yüz ifadelerini bozmadan boş bir masa aranmaya koyulmak...

Şu kapının arkasındaki davetli ise, "erken gidelim ayakta kalmayalım!"gillerden. Gerçekten de en erken onlar geldi ve en ön koltuklara kuruldular. Ama "hatırlı" davetliler gelmeye başlayınca yerlerini gelenlere gönüllü- gönülsüz vere vere kapının ağzına kadar gerilediler...

Davet deyip geçmeyin. Çağrılmanın türlü biçimleri, karşılanmanın türlü biçimleri, ağırlanmanın türlü biçimleri vardır.

Hele bir de davetin dağılışı vardır ki o da başka bir yazı gerektirir!...

Yorumlar