ESKİ DEFTERLER...

Eminim bir çoğunuzun defteri olmuştur...

Zorunluluktan tutulan defterleri kastetmiyorum; severek, aşk ile tutku ile tutulan defterlerden söz ediyorum.

Defterle ilk karşılaştığımda ve üzerine eğri bügrü ilk çizgimi çizdiğimde, aramızdaki ilişkinin sıra dışı, çok uzun, çok özel neredeyse saplantılı bir bağımlılık olacağını hissetmiştim.

Her yeni beyaz sayfa yeni bir heves, bir coşku demekti. Bazen yazı, bazen çizi, bazen boya, bazen içine saklanan küçük şeyler...

En gözdesi harita metod defteri: herşey için mükemmel... Resimler için çizgisiz, yazılar için dört ortalı kareli defter..

Öyküler, denemeler, şiirler yazıldı; notlar tutuldu, resimler, desenler, süsler çizildi... Bazen anlamsız karalamalar sürdü sayfalarca; bazen alıntılar kuruldu baş köşeye. Bazen gönderilmemiş mektuplar, okunmamış nutuklar; çoğunca da yaşanan, duyulan şeylerle doldu...

Yeni açılan defterler heyecanla özenle başlanan arkadaşlklar; eski defterler hatırlı, kadim dostlar...

Bir defter en iyi sırdaştır; yaprakların arasında gözyaşı da bulunur bir miktar, kan da... Sayfaları arasında ne çok şey saklanır, inanılmaz: gazete küpürleri, makale kesikleri, fotoğraflar, kart postallar, porno resimleri, çiçek ya da yaprak kuruları, pullar, pusulalar, çikolata kağıtları, artist resimleri, film parçaları, takvim yaprakları, renkli-kokulu kağıtlar, yol tarifleri, mektuplar, yolda bulduğunuz ilginç bir nesne, bazen iplikler, ilginç kumaş parçaları, hatta bozuk paralar...

Hepsi sizin için oradadır.

Kitap başkalarının eseridir; defter ise sizin...

Aynaya baktığımda o anki halimi görürüm; defterime baktığımda ise geçmişimi. Üzerine kertikler, imler koyduğum kişisel bir zaman çizelgesi.

İlk tutuklandığımda neredeyse bir sandık dolusu defterim birikmişti. İçinde yığınlarca yazılmış yazı, cizilmiş resim vardı. Kimisi yayınlanmış, kimisi birilerine okunmuş... Kimisi sadece benim bildiğim şeyler.

1972'de Polisler yalnızca kitaplarımın değil dözellikle defterlerimin başına üşüşmüş, içlerini boşaltmış, alıp götürmüşlerdi. Taa Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığına kadar gitti mi, Erzurum Emniyetinde mi kaldı bilmiyorum. Hiç biri delil olarak kullanılmadı, soruşturma ya da mahkemelerde söz konusu olmadı ama hiç biri geri de verilmedi. Geçmişe bakan aynam kırılmış; emeklerim talana ugramıştı.

İnsanların anılarının yok edilmesi bence çok büyük bir ceza...

Bu daha bir şey değilmiş; sonraki yıllarda yine böyle çok talanlara uğradım.

Cezaevindeyken ve daha sonraki yıllarda defter değil ama mektup, kart, fotoğraf, gazete küpürü, iddianame, savunma, ders ya kitap notlarını özenle saklıyordum. Çok daha çeşitlenmişlerdi. Bu sefer daha büyük yer kaplamışlardı.

Onların da büyük kısmına da 1982 tutuklanmasında el konuldu. Önce İstanbul , Sonra Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine yolculandılar. Polisler bu kez hepsini değil, işlerine yarayacağını düşündükleri şeyleri seçip almışlardı. Yine geçmişime, anılarıma, emeklerime, birikimlerime el konulmuş oldu, talana uğradım kısaca. Bunlar da ne delil olarak kullanıldılar ne geri verildiler.

Geride birşeyler kaldığını umuyordum ama 10 yıl sonra eve döndügümde, birde baktım ki bir belge kırımının geri kalanını da bizimkiler -yani sevgili ailem- tamamlamış. Kendi başlarına ya da benim başıma iş açacağını düşündükleri bütün resimlerimi, yazılarımı, fotoğraflarımı yakmış, yırtmış ya da çöpe atmışlar...

Sil baştan...

1991'den 1994'e kadar Komal Yayınevi ve Stêrka Rizgari Dergi çalışmaları sırasında yine yığınla yazı, resim, çizim, mektup, fotoğraf, kitap taslağı, belge birikmişti. 10 yıl boyunca cezaevlerinde gönderilip alınan mektuplar, kartlar... Her biri bir tarih değerindeydi diyebilirim. Onların çoğusuna yine Polis 1994'yılındaki İstanbul Rizgari operasyonunda el koydu. İçlerinde ne var ne yok diye bakmaya zahmet bile etmeden (18 klasördü) alıp götürdüler. Emniyet müdürlüğüne soruşturmaya, oradan Devlet Güvenlik mahkemesinin emanet deposuna taşındılar. Ne delil olarak kullanıldılar ama ne de gedi verildiler...

Her duruşmada el konulan bu kişisel arşivin geri verilmesini istedim ise de hep "reddine" karar verildi...

Bu da üçüncü büyük talan yiyişim oldu.

Her seferinde yine de dipte köşede unutulan, gözden kaçan şeyler olur. Üstelik daha kıymete biniyorlar. Sürgünden soykırımdan kurtulan tek-tük tanıklar gibi. Onları özenle bir araya getiriyor, düzenliyordum. Yine bir şeyler toparlanmıştı.

1998'de Ankara Ulucanlar Cezaevinden tahliye oldum. 1999'da ceza ve tutuklama kararları çoğalınca Türkiye dışına çıkmam gerekti. Yanımda hiçbir şey götüremezdim. Geride kalanları nasıl, ne kadar çıkarabileceğimizi ancak sonradan düşünebilirdik.

Nuran ve Civan da bir yıl sonra çıkabildiler. Nuran anaç tavrıyla hep kol kanat germişti onların üzerine, gözü gibi korumuştu kalanları. Ama ne yazık ki işte o da yanında bir şey getiremezdi. Bizim kitaplar, resimler, fotoğraflar, yazılar, dosyalar paketlenip her biri bir yerlere emanet bırakıldı. Bazıları hibe edildi vb...

2000'li yıllarda bunların bır kısmını Almanya'ya getirtebildik ama yine büyük kısmı şurada burada kaldı, kayboldu. Bu da dördüncü büyük talan oldu benim için...

Demek ki Türkiye'deki 45 yıllık yaşamımın bütün izleri, hatıraları, el emeği göz nuru olan şeylerin çok büyük kısmı talana uğramış, yok edilmiş bu hesaba göre...

2000'lı yıllardan sonra bilgisaylar ve özellikle internet imdada yetişti. Yazdıklarımız, çizdiklerimiz, dosyalarımız, fotoğraflarımız, resimlerimiz yüzlerce kez kopyalanıp çoğalarak artık sadece bize ait olmasa bile devletin talanına uğrayıp yok edilemeyecek kadar çoğaltılabiliyor.

Facebook ise modern zamanların defteri gibi. Hem kendinize özel, hem dostlarınızla, arkadaşlarınızla paylaşabileceğiniz bir defter. Eğer digital bir kıyamet kopmazsa paylaşılarak çoğalıp, yaşayacaklar.

Evet, bugün ESKİ DEFTERLERİ KARIŞTIRDIM biraz. Burnumda eski defterlerimin biraz nemli biraz tozlu kokusu.

Hafıza silicilere inat belleğimizi hep canlı tutmalı derim.

Yorumlar