NEDEN UTANIYORUM VE NEDEN ÖZÜR DİLİYORUM ?



(2 Nisan Berlin, 3 Nisan Hamburg, 9 Nisan Frankfurt, 10 Nisan 2016 Almelo'da "Bir Türk, Bir Kürt, Bir Ermeni 1915'i konuşuyor: 100 yılda yüzleşemediğimiz Ermeni Sorunu" başlıklı konferanslarda kullandığım alt metni paylaşıyorum.)

1915 Soykırımın üzerinden 101 yıl geçti. Büyük bir zaman gibi görünüyor. Oysa değil.

Yüzyıl olmuş ama halen geçmemiş, gelecek olan gelmemiş...

“Yüzde yüzümüz olacak mı” diye sormuştuk ama maalesef yüzde yüzümüz yine olamadı…

Böylesine büyük bir insanlık yarasını ancak adalet sağaltabilirdi. Adalet olmayınca işleyip durdu yüzyıl boyunca, yara derinleşti, inkâr ise onu kangren haline getirdi... Bugün 1915 soykırımı, güncel bir sorun gibi yakıcı biçimde gündemimizde tartışılıyorsa bu, onun toplum ve siyasetin çok derinlerine nüfuz etmesinden kaynaklanıyor.
Bugün bizim açımızdan yapılabilecek belki de en kolay şey 1915 Soykırımının planlayıcısı ve yürütücüsü olan İttihat-Terakki yönetimini ve kadrolarını lanetlemek olacaktır. Acaba Talat ve Enver'in veya benzerlerinin artık hiçbir şey hissetmeyen cesetlerini lanetlemek gerçekten yeterli mi?

Soykırımın izlerine ve sürdürülen katı inkarcılığa bakınca, yok ediciliğin maalesef bu insanların cesetleriyle birlikte toprağa gömülmediğini görürüz.

Şurası açık ki, 1915 soykırımını konuşurken aslında bugünümüzü anlamaya çalışıyor ve geleceği yeniden inşa etmenin yollarını arıyoruz. Soykırım, yarattığı büyük tahribatlarla bugün de yaşayan bir olgudur, hem de geleceğimizi ipotek altına alan bir olgu...
Utanç ve özür üzerine...

Ben "özür"ü bir siyasi hedef veya bir çözüm olarak görmüyorum. O sadece basitçe insan olmamızın gereği kendi vicdanımıza karşı olan sorumlulukla, birlikte yaşadığımız halkların yüzüne baktığımızda, miraslarını kullandığımızda dile gelen bir utancın ifadesi olarak anlamlı olabilir. Zaten başa çalar gibi söylenen, inanmadan ifade edilen; diz çöktürülmüş, burnu sürtülmüş duygusu veren, ağızdan zoraki dökülen özürlerin ne söyleyene ne de alana "yük" olmaktan öte bir faydası olacağını sanmıyorum.

İnsan dostundan, dostluğunu kazanmak istediğinden, dostluğuna önem verdiklerinden "özür" diler. "Özür" dilemeye dilimiz varmıyorsa, gönlümüz elvermiyorsa, bize acı geliyorsa bu, o halklara karşı halen dostça yaklaşmadığımızı gösterir. Eğer soykırım mağduru halklardaki kırgınlığı bir nebze olsun hafifletecekse bir değil, her gün yüzlerce kez de özür dilesek ne olur?

"Özür" bir düşmanlık veya cezalandırma değil bir barış ve dostluk bağlamıdır. Samimiyetle dile getirilen bir özürün değerli bir karşılığı olacağına inanıyorum.

Siyaseten "özür" ise ancak bir başlangıç ve sonuç olarak ifade edildiğinde bir anlam ifade edebilir.

BİRİNCİSİ; Ya yok ediciliğe dair tüm tarihsel, kültürel, siyasal-ideolojik yapı değiştirilmiş; adalet talepleri karşılanmış; yaralar büyük oranda sarılmıştır; ve tüm bu inşanın ardından özgüvenle bir "özür" ifade edilir.

Ya da İKİNCİSİ; "biz geçmişin hatalarını anladık, o yanlışların sonuçlarını ortadan kaldırmak niyetindeyiz; ama bunun için sizin de yardımınıza da ihtiyacımız var, gelin geleceği birlikte inşa edelim" diyen samimi bir davetin ifadesi olabilir.

Utanç duymak için illa bizim asli fail olmamız gerekmez, çeşitli dolayımlar da bizim hangi taraftan yana duygudaşlık taşıdığımızın bir göstergesidir.

Zaman zaman öyle olaylarla karşılaşırız ki, isyan eder "insanlığımızdan utandık" deriz...

Örneğin Avukat Şerafettin Kaya ve Ruşen Arslan 1980'li yıllarda Diyarbakır 5 no'lu zindanından yattılar ve ağır işkenceler görüp, tahliye olduktan sonra yaşadıklarını kamuoyuna anlatmak amacıyla Almanya'da belgesel bir film çekildi. Karaman Yavuz'un hazırladığı belgeselin adı "Hukukçuluğumdan Utanıyorum" adını taşıyordu. Avukat Kaya ve Arslan kendileri adına utanacakları hiç bir şey yapmadıkları, kimseyi yargılamadıkları, cezalandırmadıkları, işkence falan yapmadıkları halde neden böyle bir ifade kullanma ihtiyacı hissetmişlerdi?

Evet Onları utandıran tek şey o vahşete katılan Sıkıyönetim hâkim ve savcıların kendileri gibi hukukçu kimliği taşımalarıydı...

Örneğin Kürt ulusunun dünya üzerinde halen hiçbir ulusal hak ve hukukunun tanınmamış olması aynı zamanda tüm insanlık için de utanılması gereken bir durum değil midir?

Haksızlıklardan, zulüm ve zorbalıklardan rahatsızlık, sorumluluk duymak insani şeylerdir. Gelin görün ki iş, somut bir durumun ifade edilmesi söz konusu olunca sözler boğaza düğümlenebilmektedir.
"Baba, dede, Soykırımda neredeydin?"

1915'in Soykırım olarak tanınmasında Kürt aydınları arasında genellikle fazla sorun bulunmuyor; ne var ki soykırım sürecinde ve sonrasında Kürt toplumunun, Kürt egemen sınıflarının siyasal ve fiili rolleri söz konusu olduğu zaman iş değişmektedir.

Bazı kişiler 1915 soykırımı tartışıldığında bundan ne insan olarak, ne Türk, ne de Kürt olarak utanacakları bir şey görmüyorlar. Bunun arkasında bir kabullenmeme duygusu yatıyor.

Bir dönem Kürt aydın ve politikacıları arasında "suskunluk ve geçiştirme" ile kendini gösteren "pasif inkarcılık" yavaş yavaş Türk resmi tarihçilerine benzer bir "aktif inkarcılık" haline doğru bir evrilme eğilimi gösteriyor.

Siyasal roller, toplumsal sorumluluklar gibi bam teline basan konular tartışıldığında pek çok Kürt aydını veya siyasetçisinden vasat bir tepki duyarız: "Biz neden özür dileyelim! Utanacak bir şey yapmadık ki... Esas sorumlu Türk devletidir. Bazı cahil, kandırılmış kişiler ya da işbirlikçi Kürtler soykırıma katılmış olabilir. Bunlar nedeniyle bir halk sorumlu tutulamaz."

İyi ama bir Kürdün kahramanlığıyla övünmek gerektiğinde hiç kimse "hayır o bir tek kişidir, onun kahramanlığı bütün ulusa mal edilemez!" demiyoruz. Analarımızın ne evlatlar doğurduğunu, ulusumuzun ne kahramanlar, ne bilgeler yetiştirdiğini söylüyoruz...
Bir avuç direnişçinin kahramanlığı söz konusu olduğunda "milletimiz ne kahramanlar yetiştirmiş" diye övünmek, ama insanlık suçlarına bulaşmış önemli bir kesim söz konusu olduğunda ise "bunlar ulusu bağlamaz" diye onları lanetlemekten kaçınmak... İşte Milliyetçi kendine yontuculuk böyle bir şey olsa gerek.

Toplumumuzdan sadece bir takım kişilerin bile böyle bir suça iştirak etmeleri yeterince utanç verici değil midir? Sadece seyirci kalmak bile yeterince utanılası değil midir? Komşumuz çoluğu çocuğuyla zorbalığa uğruyor; 'bunu yapan biz değiliz, sadece pencereden olanı biteni izledik; hiçbir sorumluluğumuz yok; tertemiz kaldık' diye ellerimizi yıkayabilir miyiz?

Ben hem toplum hem birey olarak önce kendi ailelerimizden başlamak üzere etnik, kültürel, dini aidiyetlerimizden içe doğru bir sorgulama yapmamız gerektiğine inanıyorum. Siyasal biçimlenme ve düşünce dünyamızda var olabilecek ayrımcı, yok edici davranışların, ön yargıların izlerini sürmek öğretici olacaktır. Bu da samimi, sahici bir yüzleşme ile mümkün.

Bizzat kendi âilemize "Baba, dede soykırımda neredeydin?" diye sormakla başlayabiliriz...

Maalesef bunları merak edip sormak için bile epey geç kaldık. Cevapları verebilecek nesil neredeyse kalmadı. Bu bile kendi başına bir "özür" nedeni değil mi?

İnkâr mirası...

2015'İ uğurlamaya hazırlanırken, onun sembolik bir anlam kazandığı "soykırımla yüzleşme ve adalet arayışı"nın 100. yılında yeni bir başlangıç yapabilme umudunu karşılamadığını üzüntüyle görüyoruz...

Faillerin torunları ve sorumluluk yüklenmesi gereken toplumlar, kurumlar, şahsiyetler olarak utançla söyleyebileceğimiz tek şey, maalesef yine YÜZDE de YÜZÜMÜZÜN OLMADIĞI gerçeğidir...
Bunu yapabilmek neden bu kadar zor?

Benim verebildiğim en mantıklı cevap, kuşaklar boyu aktarılmış travmalar gibi aktarılmış bir suç ortaklığı gerçeği...

Ünlü tarihçi Yves Ternon, bu yıl Brüksel'de yaptığı bir konuşmada: "Kurbanların torunları yine kurban ama faillerin torunları fail değil" diye bir formülasyon kurmuştu. Bence bu önerme durumu tam izah etmiyor.

Çünkü torunlar, fail atarının fiillerine bizzat katılmamış olsalar bile, o suçla elde edilmiş maddi, manevi, siyasi, ideolojik, kültürel pek çok "kazanım"(!)ı halen kıskançlıkla sahipleniyorlar, soykırım suçuyla elde edilmiş kazançları tartışmak istemiyorlar. Suçun sonuçlarını rasyonalize edebilmek için suçu inkar ediyorlar.

Bu yüzden "sizden bir şey istemiyoruz, sadece acılarımızı tanıyın saygı gösterin!" diyen minimum sınıra dahi yaklaşmak zor geliyor.
Mesele Ararat'ın göklere uzanan haşmetli silüeti misali birkaç misli de topragın altında yatıyor...

Bütün bu verilere dayanarak tarihle yüzleşmek, aslında bugünü anlamak ve geleceği inşa etmek içindir.

Bizim "özür" dilememiz gerekmez, "özür" dileyecek bir şey yok; diyenlere sadece "geçmiş" için değil "geçmemiş" olanlar için de özür dileyecek birçok şeyin olacağını hatırlatması dileğiyle kendi adıma bazı özür ve utanç başlıkları sıralamak isterim:

- Tartışmanın kaçınılamaz hale geldiği koşullarda, içe dönük bir muhasebe yapmak gereği açıkken bu kez önümüze şöyle bir argüman çıkmaktadır: "Bu meselede Kürtlerin sorumluluğunu, özrünü tartışmak TC devletinin soykırımdaki sorumluluğunu Kürtlere yıkmak, onların eline rahatlatmak anlamına gelir" mi?

Burada unutulmaması gereken nokta, zaten dünyada, tarih bilimi alanında, bir gerçeklik olarak 1915’in bir soykırım olduğu, soykırımın nasıl gerçekleştiği, kimlerin nasıl rolleri olduğunun aşağı-yukarı netleştiğidir. Sorun TC devletinin bunu kabul etmeyişidir. Tartışılan şey soykırım şöyle mi oldu, böyle mi oldu, bilmiyoruz, araştıralım bulalım, noktasında değil gerçeklik karşısında inkarcı tutumdur.
Biz Kürt ulusal demokratik grupları olarak, toplum olarak Türkiye gibi inkarı mı, yoksa yüzleşmeyi mi tercih ediyoruz. Türkiye'nin şöyle, bizim böyle dememizle olgular değişecek, yoktan var olup-yok olacak değildir. Teşhis ve tedavi için nasıl bir tutum takındığımızdır belirleyici olan.

Bugüne kadar Kürtler üzerinde fazlaca durulmamasının nedeni, Kürtlerin TC'nin vesayeti ve sorumluluğu altında, onun bir parçası olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyordu. Kürt ulusal hareketi kendi ayakları üzerine durdukça, kişilik ve kimlik kazandıkça soykırım konusuna da kendi cevabının, kendi çözüm programının olması zorunluluğu kaçınılmaz olur.

Bu nedenle bu güne kadar olabildiği kadar açık ve cesur bir tartışmadan, yüzleşmeden, çeşitli bahanelere sığınarak kaçınmış olmaktan utanç duyuyor ve özür diliyorum.

- Tarihimizi yeniden sorgularken, "Lozan'da uluslararası güçler sadece bize haksızlık yaptı; Kürdistan'ı dört parçaya bölüp sömürgeleştirdi, devletsiz bıraktı, sadece Kürt halkı mağdur edildi" dedik; Batı Ermenistan ve Kilikya'nın haritadan silindiğini; Ermeni ulusunun binlerce yıllık ana vatanından soykırım ve sürgünle kazınıp atıldığını, büyük bir ulusal zulme uğramış olduklarını görmezden geldik. Bu toprakların en eski ve yerleşik halklarından Asuri-Süryani-Keldani-Nasturi halkının ise adından bile söz edilmediğini, onların da sürgün ve soykırıma uğradığını, bölünüp parçalanarak devletsiz bırakıldıklarını ağzımıza almadık. Özünde Rum ve Ermeni halkının anavatanından sökülüp atılma mücadelesi olan "Türk kurtuluş Savaşı"nda omuz omuza çarpışmış olmakla, Cumhuriyet'in "kurucu ortağı" olmakla övündük.

Lozan'da yalnızca Kürtler değil; Ermeniler, Rumlar, Asuri-Süryaniler, Lazlar ve daha pek çok etnik, kültürel ve din-inanç grupları da haksızlığa uğratılmıştı.

Bizi yok etmeye çalışan, inkar eden "resmi tarihi" sorgularken bizim de diğer mağdurlara gözümüzü ve gönlümüzü kapamış olmamızdan; yeni bir "inkâr tarihi" yazma eğiliminden dolayı utanıyor ve özür diliyorum.

- Kürt halkının anti-sömürgeci ulusal demokratik mücadelesinin ideolojik-politik inşa sürecinde ve siyasal tarihimizi yazarken, tarihin dönüm noktasındaki bu kara lekeyi, bu kanlı çukuru görmezden gelerek neyi inşa ettiğimizi düşününce utanıyor, özrün de az geleceğini anlıyorum.

Ne yazık ki Kürt ulusal kurtuluş partilerinin, kurumlarının programlarında 1915 Jenosidi hiç yer almamış; kınanmamış ve tahlil edilmemiştir. Bu programlara bakarsanız feodal toplum, kapitalist tolum, dünya dengeleri hatta sosyalizm tahlilleri vardır ama aynı topraklarda yaşayan Ermeniler, Rumlar, Süryaniler nasıl olup da yok olmuşlardır bulamazsınız. Buna karşılık Türk ulusal kurtuluş savaşına katılmaktan, emperyalizme karşı omuz omuza dövüşmekten, cumhuriyetin kurucu ortağı olmaktan bol bol övünüldüğü görülür. [90'lı yılların sonlarına doğru sadece Rızgari ve Kawa hareketlerinin programatik yaklaşım göstermelerini bir istisna olarak sayıyorum]

-Soykırım’da "Kurtardık" denilenlerin hepsi ganimet gibi paylaşılan küçük çocuklar, genç kızlardı. Anasız, babasız, bu öksüz ve yetimlerin çoğusu birçoğumuzun annesi, anneannesi, ninesi, halası, teyzesidir… Akrabalarımızdır, komşularımızdır. Yani bu hikaye aslında yok saydığımız, acısını hiç hissetmediğimiz bir parçamızın da hikayesidir.

-Dillerini, inançlarını, kültürlerini, aileden gelen kimliklerini bir daha edinmeleri mümkün değildi. Kaçıp kurtulmaları, geri dönmeleri, sığınmaları mümkün değildi. Müslümanlaştırılıyorlar, Türkleştiriliyorlar, Kürtleştiriliyorlardı. Hayatları kurtarıldığı için minnet duymalıyız belki de, ama yaşadıkları gerçekten de hayat mıydı? Bugün "kimliksizleştirilmek istemiyoruz" diye feryat ederken, ailelerimiz içinde kimliksizleşenleri göz ardı ettiğimiz, onların yaşadıkları acıyı hiç anlamadığımız, hiç umursamadığımız Ermeni, Süryani kadınlarından, ninelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız için utanıyor, özür diliyorum.

- Yıllarca zorla dahil edildikleri aileler içinde, kimlikleri, kişilikleri, dilleri,inançları, akrabaları yok edilmiş halde, adeta ağızsız dilsiz halde yaşamak zorunda bırakılmış bu kadınların, kendi hiç edilmişlikleri üzerine bize yaşam kurmuş Ermeni kadınlarının bu trajedisinin farkına varmadan "kadın hakları" ve "ulusal sorun"lar üzerine ettiğimiz koca laflardan; bizim için canlı ceset olarak yaşayan bu kadınların hiçleştirilmelerinin farkına bile varmadan yürüttüğümüz ben-merkezci yaklaşımlarımızdan utanıyor; her aklıma geldiğinde binlerce kez özür diliyorum bu kadınlardan!

- Yıllarca yaptıkları evlerde oturduk; kurdukları çarşıları, dükkanları, işyerlerini kullandık; değirmenlerini döndürdük; çeşmelerinden su içtik; hamamlarında yıkandık... Bağlarını viran ettik. Yıkık kiliseler, manastırları vardı: kiminde hayvanlarımızı bağladık; kimine otlarımızı doldurduk; talan ettiğimiz evlerin taşlarından yeni evler yaptık. Bu yapıların sahipleri nerede; bu kiliselerin cemaatine; bu okulların öğrencilerine ne oldu diye merak etmedik. Tüm bu emekleri, değerleri üretenlere hiçbir minnetimiz olması gerekmez miydi? Öylece umarsız davranmamızdan ve bunları sorgulamamış olmamızdan ne kadar çok utanıyorum şimdi ve özür diliyorum.

- Bir zamanlar kahvehanelerde, evlerde toplaşan insanlar; ki çoğu akrabamız ya da komşularımızdı- ellerinde haritalar, evlerin temellerini; yıkıntıları eşeleyip durdular. Define çıkacak ve herkes zengin olacaktı! Arının nasıl bal yaptığını merak eden bir zekamız; yoksulluğun geri kalmışlığın nedenini sorgulayan bir merakımız vardı. Ama bu insanlar neyin "definesini" arıyor; niye bazı insanlar eşyalarını gömüp de ortadan kaybolmuşlar diye sorgulamaya gelince dumura uğrayan sorgulayıcılığımızdan utanıyor ve özür diliyorum.

- Soykırım mağduru halkların vatanlarının, ülkelerinin isimlerini, Batı Ermenistan'ı, Pontus'u, Kilikya'yı, Beth-Nahrin'i, bizim de kendi haritalarımızdan silmiş olmamızdan; Onların birçoğunu kurup yaşattıkları kentlerin, kasabaların, yerleşim yerlerinin isimlerini bizim de unutmamızdan; tarihsel ve kültürel varlıklarını isimsizleştirmek ve anonimleştirmekten, "Bu da Kürt'tür", "burası da Kürdistan'dır" diye soykırımla yok edilmiş halkların, müziğinden yemeğine, mimarisinden sanatına varoluş ve hatta anılarını yok sayarak üzerine "kendi" etiketimizi yapıştırmamızdan utanıyor ve özür diliyorum.

- Soykırım meselesine "aman bize bulaşmasın!" diye mesafeli duranlar bunun aynı zamanda ömürleri boyunca ağızsız dilsiz yaşamak zorunda bırakılmış annelerimizin, ninelerimizin, akrabalarımızın meselesi olduğunu görselerdi daha iyi empati kurabilirlerdi diye düşünüyorum. Sonuçta öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki ya faillerin ya kurbanların ya da her ikisinin birden çocuklarıyız. Buna gözlerini kapayan sadece kendine gece yapar...
Geçmişle, tarihsel toplumsal sorumluluklarla yüzleşip onda gerçekten utanılacak şeyler bulan ama bir türlü özür dilemeye dili varmayanlara şunu söyleyebilirim:
Gerçekten de acıtmıyor...

Recep Maraşlı
Berlin, Nisan 2016

Yorumlar