Türkiye'nin İmparatorluk siyaseti



Türkiye'nin aklı başında, dış politikayı bilen, dünyadaki gelişmeleri, gidişatı iyi okuyabilen liberal demokrat aydınlarının, Türk dış politikasındaki gelişmeleri coşkulu bir iyimserlikle alkışlamalarını doğrusu anlamakta güçlük çekiyorum.
Onlara göre Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile birlikte, Türk dış politikası dünyada "küresel bir güç" olarak etkisini göstermeye başladı; hem Ortadoğu'da hem de dünyada ciddiye alınan etkili bir aktör durumuna geldi.
Demek ki ne kadar "eleştirel" ve "akılcı" görünseler de hepsinin gönlünde "güçlü bir imparatorluk Türkiye'sinin mensubu" olma hayali yatıyormuş. Osmanlı'nın yeniden canlanma düşleri onları da bayağı heyecanlandırıyor!
Örneğin, İran'la girişilen Nükleer takas anlaşmasının ardından, Türkiye'nin küresel bir sorunu çözdüğünü iddia edecek kadar öylesine uçuk yazılar yayınlandı ki "acaba başka dünyalarda mı yaşıyoruz?" diye sormadan edemedim. Bu anlaşmadan sonra Türk politikacılarının "barış kahramanı!" olarak dünyada yüksek bir prestij kazandığını bile ilan ettiler.
Oysa Lula, Erdoğan ve Ahmedi Nejat ellerini havaya kaldırıp anlaşmalarını kutlarken, bu anlaşmanın hiçbir pratik önemi olmadığını vurgularcasına; İran'a daha ileri yaptırımlar öngören ABD tasarısı üzerinde Çin ve Rusya'nın da mutabakatının sağlandığı haberi de aynı anda yayınlandı. Bu da söz konusu dış politika yorumcularının "ulusalcı" beklentileri yüzünden burunlarının ucunu dahi göremediklerini  ortaya koyuyor.
Dünya kamuoyunun (her kimse?) İran'la yapılan takas anlaşmasını büyük bir coşku ve diplomatik başarı olarak alkışladığıyla ilgili laflar ise kendi kendilerini veya okurlarını aldatmaktan başka bir şey değil. Oysa dünya basınında Türkiye'nin İran'ın manipülasyonlarına alet olma noktasındaki duruşunu eleştiren yazılar daha ağırlıkta.
AK Parti iktidarının son birkaç yıl içinde dış politika hedeflerini değerlendirirsek; komşularla "sıfır" sorun, bölgesel aktör olma ve küresel saygınlık adına attığı dramatik adımlarının çoğunun "Osmanlı imparatorluğu kompleksi" ile yapılmış başarısız girişimler olduğu görülür.
Bunlardan içi fena halde "kof" çıkan "Kürt Açılımı"nı da bir yanıyla dış politika menavrası saymak gerekiyor. Çünkü kendi "Kürt sorununu" çözemeyen bir Türkiye'nin komşularıyla -ki bu komşularından biri de "Irak Federal Kürdistan Yönetimi"dir- sıfır sorun noktasına ulaşamayacağı, bölgesel bir güç haline gelemeyeceği de açıktır. "Kürt açılımının" fiyaskoyla sonuçlanmasının sorumluluğunu kendi sömürgeci-şövenist geleneklerine değil de  yine "alavere dalavere Kürt Memet nöbete!" usulü Kürt siyasetine yükleseler de sonuç değişmiyor. Kürdistan sorunu hem iç hem dış faktör olarak daha da alevlenmiş olarak Türkiye'nin önünde durmaya devam etmektedir.
Dolayısıyla bu zaaflarıyla Türkiye, ne insan hakları alanında, ne de etnik-bölgesel çatışmaların çözümü noktasında kimseye akıl hocalığı yapacak durumda değildir!
Ermenistan ile ABD'nin zoru ile imzalanan protokoller de ölü doğmuştur. Türkiye, yine şovenist geleneklerinden ötürü Azerbaycan'ı by-pass ederek Ermenistan'la sorun çözebilecek durumda değildir. Her ikisini birlikte "idare ederim" mantığı Ermenistan'la sorun çözeyim derken Azerbaycan'ın güvenini kaybetmesine neden olmuş; Azarbaycan'ı teskin edeyim derken protokollerin gereklerini yerine getirmeyerek imzalarına sahip çıkamayan güvenilmez bir devlet konumuna düşmüştür. Dolayısıyla Ermenistan açılımı da bir fiyaskodur!
Türkiye ve Ermenistan hükümetleri arasında özel bir onu olarak görmediğim ve çok daha temel yapısal bir sorun olan, tarihsel arka plana dayalı 1915 soykırımını ise zaten bu ikili ilişkinin tartışması dışında tutuyorum.
Yunanistan ile sorunlar eskisine nazaran çok azalmış ise de bu yumuşamada, Türkiye ile sorunların AB içinde daha kolay çözülebileceğini düşünen Yunanistan'ın tutumunun belirleyici olduğunu düşünüyorum.
Buna rağmen Türkiye halen Kıbrıs'ta "işgalci" bir güç olarak bulunmaktadır. Kıbrıs'ın Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilmesi, "Annan Planı"nın çökmesi ve ılımlı Talat yönetiminin zemin kaybetmesi ile Kıbrıs'ta "sıfır" sorun ve nihai çözüm ihtimali daha da zayıflamıştır. AK Parti iktidarı "milli dış politika çıkarlarının rezerve olduğu" diğer konularda olduğu gibi Kıbrıs'ta da militarist-bürokrasinin çizdiği sınırları değiştirme iradesine sahip olmadığını burada da gösterdi. 
Aslında böyle bir niyeti olduğunu söylemek de oldukça kuşkulu. Çünkü sonuçta bu iktidar da "fetihçi" Osmanlıcı bir anlayıştan hareket ediyor ve her ne kadar "barış", "garantörlük" vb gibi uluslarası hukuk literatürünün arkasına sığınsa da açıkça işgal edip ele geçirdiği eski bir "Osmanlı toprağı" olarak gördüğü Kıbrıs'ın kuzeyinden vazgeçmek istemiyor. Bu durumda aynı zamanda uluslararası bir sorun olarak komşu olan Kıbrıs'la "sıfır sorun"  hamasi bir söylemden öte anlam ifade etmez.

Ortadoğu'da başarılı olan Türkiye değil İran diplomasisidir
Liberal yazarlar tarafından da çok parlatılan Ortadoğu atılımlarına gelince; kendi kitle tabanında oldukça alkış alsa da İran ve Filistin konusunda takındığı tutum Türkiye'nin değil ancak İran'ın diplomasisinin başarı hanesine yazılabilir.
İran, ABD'nin "Nükleer silah" gerekçesi ile kendisine karşı yürüttüğü diplomatik ablukayı Türkiye sayesinde kırabilmektedir. Türkiye, ABD ile İran arasında arabuluculuk pozisyonuna yükselerek "inisyatif" alacağını düşünürken, tam tersine İran'ın yedeğine düşmüştür.
Siyasi bir tercih olarak İran'la saf tutmak Türkiye'nin ulusal çıkarları açısından olumlu mudur değil midir; ayrı bir konudur ama Türkiye'nin en azından İran konusunda kendi geleneksel ittifaklarıyla çelişen bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu çelişmenin basit bir fikir ayrılığı, tutum farklılığı olarak kalamayacağı, çoğu yorumcunun "eksen kayması" adını verdiği biçimde Türkiye'nin geleneksel ittifaklarından çıkması sonucu verebileceği öngörülebilir. Bir devlet olarak varlığını uluslararası güç dengelerinde kendisini çok iyi pazarlamasına borçlu olan TC'nin geleneksel ittifaklarını değiştirmeye kalkmasına izin verilmeyeceği, bunun ciddi sonuçları olacağı bir sır değildir. Bu da Türk diplomasisinin İran konusunda sorun çözmek bir yana, kendi başına yeni sorunlar çıkarmakta olduğunu gösterir.

Türkiye'nin diş politika ittifakları anti-Kürt ilke üzerine inşa edilmiştir
Türkiye, Irak operasyonu sırasında ABD ile işbirliğinde ayak sürümesinin kendisine epey pahalıya mal olduğunu bilmektedir. Bunun önlemez sonuçlarından birisi Federal Kürdistan'ın somut siyasal ve hukuki bir varlık olarak ortaya çıkmasıydı. Türkiye şimdi ise ABD'nin Irak'ta boşaltacağı yerleri doldurma hesabındadır. ABD'nin kendine bırakacağı teşaronluk işleri karşılığında Federal Kürdistan'ın önünü kesmenin yanı sıra olabilirse Kerkük'ün statüsünde söz sahibi olmayı ummaktadır. Eğer bunu bir biçimde başarabilirse Kıbrıs'ta olduğu gibi müdahale etme şansı doğacağını, Irak merkezi hükümetiyle iyi ilişkiler geliştirerek, PKK bahanesiyle eskiden olduğu gibi bölgeye sürekli askeri operasyonlar düzenleme; kalıcı karakollar veya üsler bulundurabilme olanağını bulacağını düşünmektedir.
Federe Kürdistan yönetimini tanıyan bir çizgiye geri dönülmesi olumlu bir işaret olarak görülse bile, özünde bu, çatışmaya girişmenin çok daha kötü sonuçlara yol açabileceği endişesiyle, diplomatik, siyasal ve ekonomik kuşatma altına almanın daha akılcı olacağı düşüncesine dayanmaktadır. Kuzey ve Güney'deki siyasi yapıları birbirileri aleyhine kullanma, kışkırtma politikası son 10 yıldır başarılı olamadıysa da Türkiye bu opsiyonlardan vazgeçmiş değildir. Halen bir iç çatışma yaratma, kışkırtma girişimlerini sürdürmektedir.
Doğruyu kabul etmek gerekirse Türkiye'nin çatışmalı eski sorunlarını hallederek canciğer dost haline geldiği bir komşusu varsa o da Suriye'dir. Ne var ki iki ülke arasındaki bu yeni bahar havasının PKK'nin dışlanması üzerine inşa edilmiş "anti-Kürt" dostluk ittifakı olduğuna kuşku yoktur. Bu dostluğun ne kadar içtenlikli olduğu ise tartışmalı! Suriye, İran kadar olmasa bile uğradığı tecriti Türkiye sayesinde hafifletmeye çalışıyor.
Türkiye, İran, Suriye ve İrak merkezi yönetimiyle girişilen işbirliğini "Kürdistan Üzerindeki Sömürgeci Devletler Topluluğu" olarak adlandırmak yanlış olmaz. Ne var ki bu işbirliği içinde ne insan hakları, ne demokrasi, ne özgürlük ve nede ulusların kendi kaderlerine tayın hakkına saygının zerresi bile bulunmamaktadır. İçeride "demokrasi" havariliği yapan bir iktidarın Ortadoğu'nun diktatoryal yönetimleriyle  gerici bir çeper oluşturmaya çalışması Türkiye'nin standartlarına aykırı bir durum değil.

Türkiye-İsrail ittifakının dağılması Kürdistan'ın statükosunu değiştirebilir
İsrail ve Arap ülkeleriyle aynı derecede "iyi ilişkileri" olduğu var sayılan ve Batı'nın bir parçası sayıldığı için "güvenilir" olması edası da taşıyan TC'nin, Filistin-İsrail sorununun barışçıl çözümü konusunda "arabulucu" bir devlet olma iddiası ise iki yıl içinde dramatik bir biçimde çöktü! Filistin sorununda 60 yıldır çatışmaların dışında kalmayı başaran TC diplomasisi, bırakalım "arabulucu" olmayı çatışmanın taraflarından biri haline gelmiştir.
Üstelik Arap ulusçuları tarafından da pek sevilmeyen ve Türkiye'nin batılı müttefikleri tarafından tıpkı PKK gibi "terörist" örgütler arasında sayılan Hamas'ı destekler bir pozisyondadır. Buradaki İran'ın bölge politikasını güçlendirmektedir.
Bu baş döndürücü dış politika başarılarının zirvesi ise istikrarlı bir gericilik barikatı olan Türkiye-İsrail paktının çökmesi oldu denebilir. Başbakan Erdoğan'ın kendi İslami seçmen  tabanında ve Arap kamuoyunda sempati toplamasına neden olan "one minüt" çıkışı, bir popülizm gösterisi olmaktan çıkıp adım adım Türkiye-İsrail paktının çökmesine doğru bükülmüş bulunuyor.
Yine Türk basınının akıllı-uslu yorumcularına bakılırsa bu ilişkinin bozulmasından İsrail zararlı çıkacaktır. Oysa kendileri de çok iyi bilmektedirler ki bu ittifaktan en çok nasiplenen daha çok Türkiye'nin kendisi olmuştur. Türkiye'nin bütün darbe yönetimleri, ayyuka çıkan insan hakları ihlalleri, uyguladığı devlet terörü, karşılaştığı hemen tüm uluslararası  sorunlarda, TC'nin yalnız kaldığı bütün anlarda İsrail tarafından kayıtsız şartsız desteklenmişti.
Her 24 nisan'da ABD'deki soykırım yasa tasarısının engellenmesindeki lobi desteği diğerlerinin yanında devede kulak kalır.
Bunu en yakından bilenlerden biri de Kürtlerdir. Kürdistan'ın özellikle Türkiye bağlamındaki statükosunun en sağlam bölgesel ortağı Kürtlerle hiçbir sorunu olmamasına rağmen İsrail olageldi. Eğer Türkiye ile İsrail arasındaki tarihsel ittifak bozulduysa, elbette bunun önemli sonuçları olacaktır. Bunun doğrudan sonuçlarından biri Kuzey Kürdistan'ın statüsünün artık daha kırılgan hale gelmesi olabilir.
30 yıldır askeri ve siyasi destekleriyle savaştıkları ve PKK lideri Öcalan'ı Kenya'da korsanlıkla tutuklayıp getirme konusundaki işbirliğinden dolayı daha düne kadar övgüler düzdükleri İsrail'in, hemen anında PKK ile ortak hareket ettiğini söylemeye başlamaları Türk politikacılarının siyasal ahlaklarının bir göstergesi.
Sonuçta AK Parti iktidarı, bir yanda içeride militarist-bürokrasinin siyasal iktidar üzerindeki gücünü sınırlamaya çalışırken; dış politikada ise tam tersine Osmanlı edasına bürünmüş İttihatçı genetikleriyle gah ulusalcı, gah İslamcı bir eksene oturma çabası gösteriyor olması önemli bir çelişki. İşin anlaşılmaz tarafı ise bu çabalarının ABD-AB bloku tarafından bir "avantaj" olarak kabul edilip kendi pozisyonlarını çok daha güçlendireceğini sanmalarıdır. Sistemin "ılımlı İslam" modeline ihtiyacı olduğu bir vakıadır; ama sonuçta herhangi bir "modelin" kural koymaya çalışmasını da kabullenmeyeceği açıktır.
20. yüzyılın başlarında İttihatçı Enver Paşa'nın Turan Kahramanı olma macerası gibi; 21 yüzyılın başlarında Erdoğan'ın da Pan-İslamist yeni  Osmanlıcı hayalleri de, imparatorluğun yeniden dizayn edilmesiyle sonuçlanabilir.
Türk dış politikasının yapacağı kritik hatalar Kürt ulusal demokratik mücadelesinin lehine statüko değişikliklerine yol açabilir. Irak'taki tarihsel koşullara benzer bir durum Kuzey Kürdistan'da da ortaya çıkabilir. Tabii ki eğer Kürt politik örgütleri, akımları Kemalist ya da Yeni Osmanlıcı ya da Türk-İslam politikalarına güc vermeyi bırakıp bağımsız, özgürlükçü siyasal adımları atma yeteneği gösterebilirlerse...
Beri yandan Türkiye'nin aslında  800 yıllık bir imparatorluğun devamı olduğu unutulmamalı. Çıkarları ve bekası konusunda çok hassas ve birikimli olan "derin devlet aklı"nın bir biçimde inisyatifin elinden çıkmasına izin vermeyebileceğini de hesaba katmak gerekiyor.

Recep Maraşlı










Copyright © Gelawej Tüm hakları saklıdır.

Yayınlanma:: 2010-06-02

Yorumlar