
Yazı konuları bir hayli birikti. Hepsine ayrı bir makale yazılabilir. Ama kısa kısa da olsa değinmek farz oldu.
Önce "Kürt Açılımı":
AK Parti hükümeti "Açılım" startı vereli neredeyse bir yılı buluyor. Sivil iktidardan gelen bu değişik söylem bir çok çevrede bir heyecan ve beklenti yaratmıştı.
Ama bir yıl sonra bakıyoruz, bütün bunlar sanki uzay ötesi bir zamanda tartışılmış gibi ortada fol yok, yumurta yok! Tam tersine, yasal muhatap tartışmasıyla alay eder gibi DTP kapatılmış, bölgenin çoğu Belediye Başkanları tutuklanmış... Artık ne yol dan ne de haritadan söz eden var!
Erkenden heveslenen, kollarını sıvayan dostlar da çok yanıldılar. TC Devleti tüm kurumlarıyla, en azından militarist bürokrasisinin içinde bulunduğu büyük bir bölümüyle, kendini değiştirmeye hazır olmadıkça, Kürt sorununda "açılım" vb. söz konusu olamazdı. Değişmenin kaçınılmazlığını gören bir irade var ama asıl olarak kendilerini değiştirmenin zorluğu karşında açılımları açmaza dönüşmektedir.
TSK'nın, [militarist bürokratik oligarşinin] kesinlikle herhangi bir değişim istemediği; "Kürt sorunu"nda hükümetin kendi adına inisyatif almaya çalışsa bile ne var ki siyasi irade, öngörü ve kararlılığı bulunmadığı için de, ortaya çıkan basit engeller karşısında bile paniğe kapılıp geri çekildiği görüldü.
Kürt siyasi hareketi içinde "açılım"la ilgili abartılı tahlillerin yanlışlığı da daha iyi gözüküyor. Abartılı tahlillerden kastım; ortada somut çözüm önerileri olmadığı ve siyasi adımlar atılmadığı halde büyük umutlara kapılmak gibi; her siyasi gelişme karşısında bildik komplo teorileri kurmak da "aman tuzağa duyarlı olun!" klişe çözümleri buna dahil.
En iyi komplo tahlili yapan en iyi siyasi analist sayılmaz. Kürtlerin zaten kaybedecekleri neyi var? Sömürgeci devletlerin Kürt halkının statüsünde en küçük değişikliği bile engellemeye çalışacakları çok da orijinal bir öngörü değil, bu saatten sonra bu tartışma oldukça geri... Kürt siyaseti asıl olarak bu kadar emek, bunca enerji ve ödenen bedellerin neden kalıcı siyasi kazanımlara çevrilemediğinin cevabına yoğunlaşmalı.
Parlamentolar ve soykırım
ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonunda "soykırım tasarısı"nın kabulu ve Temsilciler Meclisi'nin gündemine gelme ihtimali; İsveç Parlamentosu'nun 1915 soykırımını Ermeni, Süryani, Rum kurbanların tümünü birden zikrederek tanıyan [ki doğrusu da budur] kararı Türkiye'de geleneksel bürokrasi tepkileriyle karşılanıyor.
Türk Devletinin inkarcı refleksleri üzerine fazla kalem oynatmaya değmez. Ne var ki bir kısım "liberal, demokrat" aydınların da katıldığı bazı söylemler üzerinde durmak gerekiyor.
"Parlamentolar tarihi olgular üzerinde kararlar almamalı, oylamayla tarihsel olaylar çözülmez" gibi klişelere bu ara rağbet fazla.
Bir kere bu parlamentolarda görüşülen karar tasarılarının hiçbiri zaten tarihi tartışmıyor. "1919 yılında Ermenilere yönelik bir soykırım oldu mu olmadı mı?" "kabul edenler? etmeyenler?" diye bir oylama yapılmıyor.
Her parlamentoda tartışılan tasarı bir takım farklılıklar içerse de özünde 1915 soykırımı mağduru toplumlarla siyasi veya insani boyutta bir dayanışmanın gerekliliğine ve bunun biçimine işaret ediyor.
Türk diplomasisi kendi toplumunu kandırmak adeti olduğu üzere parlamentolarda tarih tartışıldığı, oylandığı gibi bir manipülasyona yöneliyor. Halbuki bu tasarılara karşı çıkan üyelerin çoğu bile "1915'de yaşananları bir soykırım olarak değerlendirmediği" için değil daha çok Türkiye'nin siyasi tepkisini almanın gereksizliği, ikili ilişkilerde iyileşme sağlamayacağı vb. gibi gerekçelerle karşı çıkıyorlar.
Örneğin ABD Başkanı Obama da, Dışişleri Bakanı Clinton da defalarca "soykırım" tanımı yaptılar. Ama bunun Türkiye'nin tepkisini çekecek bir karar haline gelmesine de sıcak bakmıyorlar.
Örneğin bir Parlamento'nun 24 nisan'ı "1915 soykırımının mağdurlarıyla dayanışma ve anma günü" olarak tanıması tarihi tartışmak değildir.
Türk Dışişleri, "Parlamentolar tarih tartışma yeri değildir" der ama onların şu 23 Nisan "Ulusal Egemenlik Çocuk Bayramı"nın uluslararasılaştırılması çabalarına baktığımızda, "Tür ulusal egemenliğinin simgesi olarak Ankara'da bir Meclis açılmış olması"nın dünya çocukları için neden "bayram" olması gerektiğinin izahı gerçekten komik olmaktadır.
Ve tabii TBMM'nin 23 Nisan gibi 29 Ekim, 19 Mayıs, 10 Kasım gibi günlere verdiği siyasi anlamlara karşılık onların gerçek tarihsel değerleri olup olmadığını tartışmalarında yarar var.
Parlamentolar akademik anlamda tarih tartışılan yerler almayabilir ama özellikle TBMM'nin tarih dersine çok iyi çalışmasında fayda var.
100 bin Kaçak Ermeni işçi meselesi...
TC Başbakanı Erdoğan'ın çeşitli ülke parlamentoları gündemindeki tasarılara karşılık, Eğer öyle olursa biz de "100 bin Kaçak Ermeni işçiyi memleketlerine gönderebiliriz" tehdit ve şantajı bazı cilaların dökülmesine yaradı.
"Allah söyletti...!" diye bir laf vardır. Yapmacık, içtenliksiz, gösterişli birçok hitabetin arka planındaki kafa yapısı bir iki cümleyle yıkılıverir işte böyle.
TC Başbakanı bu sözünü, "ben vatandaşımız Ermeniler için demedim, kaçak çalışan Ermeni işçiler için söyledim" diye düzeltmeye çalıştıysa da, buna "özrü kabahatinden büyük" denir.
Zaman zaman şimdiye dek gelen TC Başbakanlarından farklı bir duyarlılıkla konuştuğuna tanık olduğumuz Erdoğan için bu bir "gaf" mı, yoksa zaten onun gerçekliği mi bu?
Ben Başbakan'ın bu sözünün katıksız bir ırkçılık, İttihatçı-Kemalist gelenek izi taşıdığı halde bunun bilincinde olmadan "samimi" olarak konuştuğu inancındayım.
Neresinden bakarsanız düzeltilemeyecek bir söz.
Almanya başbakanı söz gelimi daha direkt bir konuyla ilgili, diyelim Türkiye'nin Kıbrıs konusundaki tutumundan dolayı Almanya'daki kaçak Türk işçilerini geri gönderebileceğini söylese acaba Türk hariciyesi nasıl bir tepki verirdi?
Bir kere konuyla alakasız iki ögeyi birbirine karşı siyasi şantaj olarak kullanmak ahlaki olabilir mi? Türkiye'de ekmeğinin peşinde koşan göçmen Ermeni işçilerin Avrupa parlamentolarındaki tasarılardan ne sorumluluğu varki birini öbürüne karşı şantaj olarak kullanacaksın? Ola ki Mantık bu tasarıların arkasında olduğu varsayılan Ermenistan hükümetini de bu yolla caydıracağını düşünmektir.
Böylece Başbakan söz konusu ülke Parlamentolarını Ermenistan hükümeti veya diaspora tarafından yönlendirilen ve şantajla boyun eğdirilecek yapılar olarak gördüğünü söylemiş olmaktadır. Burada bu ülkelerin parlamentolarına, temsil ettiklere toplumlara ağır bir hakaret yönelttiğinin farkında değildir.
Buradan çıkarılacak başka bir anlam da şudur; her devletin kendi vatandaşı olsun olmasın ulusuyla akrabalık bağı taşıyan herkese hükmetme hakkı ve gücü vardır, olmalıdır. Ermenistan da Diasporadaki Ermenileri denetimine almalıdır, yoksa onun çezasını çeker!
Demekki Türk devleti Yurtdışındaki Türk vatandaşlarını veya vatandaşlıklarını bırakmış bile olsalar akrabalarını Türkiye Devletinin çıkarlarını savunmakla mükellef görmektedir. Böyle olduğu içindir ki, örneğin İsveç Parlamentosunda bu ülkedeki toplumun haklarını temsil etmek için seçilmiş olan "Türkiye" kökenli vekillerden Türk devletinin maaşlı diplomati gibi davranmalarını bekleyebilmektedirler.
Başbakan korumasız ve güçsüz durumdaki insanların mağduriyetlerini tehdit ve şantaj konusu yaparak, insani duygular bakımından oldukça ilkel bir profil sergilemiştir. Kabaca fotograflarsak, eline geçirdiği bıçağı küçük bir çoçuğun boğazına dayararak, kendi istekleri yerine gelmezse onun kafasını koparacağı tehdidini yapan bir şiddet eylemcisinden farkı yoktur bunun.
TC Başbakanının aklında da Ermeni sorunu söz konusu olduğunda bütün bürokrasinin kafasının arka planındaki yer etmiş bulunan "en son çözüm = tehcir" denklemi bulunduğu bu vesileyle bir kez daha ortaya çıkmış oluyor. Abdülhamit'ten, İttihat-Terakki'ye; Kemalist kuruluştan CHP rejimine; Demokrat Parti'den AK Parti'ye Ermeni meselesi söz konusu olduğunda akıllardaki nihai çözümün "tehcir"e tekabül etmesi bir rastlantı olmasa gerek. Politik dönemler, zamanlar, iktidarlar değişsede bu konudaki tarihsel tutarlılık dikkat çekici.
Bu sözün TC vatandaşı Ermeniler için değil, Ermenistan'dan gelen kaçak Ermeni işçiler söylendiğinde durum değişmiş olmuyor: Eğer sorun "kaçak işçiler" sorunuysa, neden bütün kaçak göçmen işçiler arasında sadece Ermeni olanlar geri gönderilmekle tehdit ediliyorlar? Bu açık bir "ırk ayrımcılığı" değil de nedir? Burada sorun onların "kaçak işçi" olmaları değil Ermeni olmalarıdır. Kaçak işçi oldukları için değil "Ermeni" oldukları için şantaj veya gönderilme tehdidi altında tutulmuş oluyorlar.
Gazeteler Ermenistan'lı göçmen işçi sayısının 100 bin değil ancak 10 bin civarında olabileceğini yazdılar. Devletin en üst düzey yetkilisinin sayı verirken düştüğü bu özensizlik bile aslında ürkütücü. Türk argosundan karşılığı olan bir aşağılama içeriyor bu kayıtsızlık; "tohumuna para mı verdim... ha yüz bin ha onbin!.." Soykırımın utancını değl de yüzbin eksik yüzbin fazla tartışması yapan bir anlayış için rakamların ne ciddiyeti olabilir ki. Hele Ermeniyse...
Tabi bu arada "kaçak göçmen işçilere" bilerek göz yumduklarını, istedikleri anda onları sınırdışı edebilyecek bilgi ve olanağa sahip oldukları itiraf eden -hatta bununla övünen- bir devlet ciddiyeti de ortaya dökülmekte.
Bütün dünyada "kaçak göçmen işçi"ler bir olgudur. Kapitalizmin yüzyıllardır yedeklediği bir iş gücü sistemidir. Bunlara "göz yumulması" da bir lütuf değil, ucuz işgücü sağlamanın yanı sıra, sendikalı-sigortalı çalışan işçileri daha ucuza çalışmaya hazır bu işçilerle baskı altında tutmaya yaradığı da bilinir.
Ayrıca sosyal güvencesiz, sendikasız, düşük ücretli işgücü "kaçak işçiler" sadece göcmenlerden oluşmaz. Tersine belki de büyük bölümü o ülkenin kendi vatandaşlarından oluşur. Kaçak göçmen Ermeni işçilerinin sayısını bilen devletin bunları da bildiğine kuşku yok. Acaba Başbakan onları da başka siyasi olaylar vesilesiyle bir yedek şantaj malzemesi olarak aklının bir kenarında tutuyor mu? Ne dersiniz?
Recep Maraşlı
Yorumlar
Yorum Gönder