FOTOĞRAF



Başka şeyler yazacaktım ama o fotoğraf içimi çok acıttı...

Hani o Kürt kimliğiyle ve Kürt halkının oylarıyla seçilmiş onlarca belediye başkanının tek sıra halinde hizaya sokulduğu, ellerinin ip niyetine plastik kelepçeyle bağlanıp, kaderlerini beklemekte oldukları fotoğraf.
Kurşuna dizilmeye götürülüyorlar veya hücereye, cezaevine atılacaklar... Farketmiyor. Kürt ulusunun yüzlerce yıllık kaderinin değişmediğini, değşmeyeceğini, kendi kendilerini idare edebileceklerini sanmamalarını, ne kadar destekler ve oy verseniz verin, hepsinin bir anda tek sıra hizaya sokulup, kurbanlık koyunlar gibi kaderlerini beklemekten kurtulamayacaklarını anlatan fotoğraf.

Bütün Kürtlere „sizin yeriniz ve kaderiniz en fazla budur, fazlasına heveslenmeyin haddinizi bilin“ diyor bu fotoğraf. Daha başka açık biçimde nasıl anlatılabilir?

Gerçekliğimizi gözümüzün içine sokan fotoğraf!
Mizansen olsun diye çekilmiş miş, kışkırtmak için, ortamı germek için basına dağıtılmış mış... Bizi mi aldatıyorsunuz, kendinizi mi? Sanki hiçbirimiz o sıralarda beklemedik... Sabahın kör vaktinde koğuşlarımızdan kan revan içinde vurula dövüle avluda sıralanmadık mı hiç! Dersim direnişinin önde gelen isimleri iple birbirine bağlanıp sürüklendiği fotoğraf bir film karesi değil hiçbir Kürt için...

Kelepçelenen yüzlere tek tek baktım. Hepsi mağrur, üzgün ve bitkinceydiler... Buruşmuş perdesülerine, uzamış sakallarına,yorgun çehrelerine ve ellerine ip niyetine bağlanmış plastik kelepçelere uzun uzun baktım. İçimi büyük bir isyan duygusu kapladı.

Türkiye henüz silahların konuşmadığı bir iç savaş yaşıyor. Türkiye bir darbenin ön günlerini veya bir cuntalar kapışmasını yaşıyor. Belki de militarist bürokrasi ile siviller arasındaki son güç denemeleri. Fakat her zaman olduğu gibi bu kapışmaların, çatışmaların, darbelerin, karşı darbelerin ilk ve istisnasız kurbanları Kürtlerdir!

27 Mayıs'ta DP muhalefeti bayram ederken, Kürt gençleri ve aydınları Harbiye nezarethanelerindeydiler. 12 mart'ta Ankara'da ilan edilen „Balyoz Harekatı“ da önce Kürtlerin başına patlamıştı... 12 Eylül'ün aslında kendilerine karşı yapıldığını söyleyenler bile tüm vahşet uygulamalarının Diyarbakır 5 no'lu da Kürtlere karşı odaklandığını bugün kendileri de itiraf ediyorlar. Asit kuyularının, yakılan köy ve kasabaların, faili meçhullerinin, sokak ortası infazların kurbanları da...

Bu fotoğraf bizim geçmiş ve gelecek kaderimizin Türk devleti, güvenlik güçleri ve politikacıları tarafından nasıl görüldüğünü anlatıyor. Oylarınızla seçip göreve getirdiğiniz insanları da aha böyle sıraya sokarız. Bu manzarada suç şahsi değil; kollektiftir, uzayıp giden bir kuyruktur... Kuyruk adeta tarihten bu yana uzanmaktadır; Şeyh Said'den, Dersim'den, Ağrı'dan, 49'lardan, DDKO'lardan, Diyarbekir Zindanından bu yana uzanan bir kuyruk. Bu manzarada Kürtlerin iradesinin ancak Türk egemenliği karşısında elleri bağlı kaderini beklemeye mahkum olduğu yazılıdır.

TC devletinden, onun hükümetlerinden, politikacılarından, kurumlarından zaten hiçbir beklentim olmadı şimdiye kadar. Ama itiraf etmeliyim ki somut bir proje sunmamasına, TSK'nın izni ve rızası olmadan bir milim bile adım atılamayacağını adım gibi bilmeme rağmen, sırf „açılım“ tartışmaların bile başlı başına bir olumluluk olacağını düşünmüştüm.

O fotoğraf ve o fotoğrafın anlattığı gerçeklik iyimser umutlar beslemeye bile hakkımız olmadığını hatırlatıyor. Bir tokat gibi iniyor yüzümüze: 

Aldanmayın ve gevşemeyin!

Çok uzun yıllar önce, galiba gençlik yıllarımda Sabahattin Ali'nin bir hikayesinden okumuştum. Hangi kitap ve hangi öykü olduğu şimdi aklımda değil, ama anlatılan şey hep aklımdadır:

Mahkum, Cezaevi müdürünün ya da savcısının odasına çağrılmıştır. Her zamankinden farklı olarak kendisine ayakta durması değil de koltuğu oturması söylenmiş, buyur edilmiştir. Savcı kendisine gönül alıcı sözler söylemektedir, onun aslında ne kadar iyi biri olduğundan, bu günlerin geçeceğinden, haksızlığın giderileceğinden bahsetmektedir. Mahkum, bu davranış karşısında belki de gerçeklerin nihayet anlaşıldığını sanmış, umutlanmaya başlamıştır. Birkaç iyi güzel sözden sonra, müdür ya da savcı kendisine bir de sigara ikram etmez mi tütün tabakasından! Mahkum yılların eziyetinden sonra bu iltifat karşısında son derece duygulanmış ve teşekkürler ederek uzatılan sigarayı da almıştır. Savcı çakmağını çıkarmış sigarayı yakmaya bile uzanmıştır. Mahkum bütün iyi duygular benliğini kaplamış olarak, eliyle sigarasını duldalayıp, yüzünü çakmağa doğru uzatır. Ama tam da yüzünü öyle uzatmışken küfürlerle beraber öyle korkunç bir tokat yer ki suratına: "Ulan!.. Sen kendini ne sanıyorsun!"

Bu fotoğraf tam da bunun gibi bir tokattı sanki!

Patrik Barthelemeos son yıllarda duyduğum en doğru betimlemeyi yaptı kendi cemaatiyle ilgili olarak: „Kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyorum!“ dedi.

Başta TC Dışişleri bakanı olmak üzere bürokratlar hep bir ağızdan itiraz ettiler, kızdılar; hatta nankörlük olduğunu, ihanet olduğunu söyleyen bir yığın yaraz çizer de çıktı... Çok değil 557 yıl önce Rumların başkenti olan Constantinopol'de Türklerin işgali üzerinden sayısız kırımlar, göç ettirmeler, etnik tasfiyeler geçirdikten sonra şehrin yerli nüfusu olan Rumların sayıları şimdi 3-4 bine düşmüş ve kendi öz yurtlarında sığıntı konumuna getirilmişler... Gerçeğin bu yüzü değil de dile getirilmesi bayları rahatsız etmektedir.

Ne ki sözün kendisi de, içeriği de dosdoğrudur. Ve ekleyelim: Kürtler de bu çarmıha gerilidir.

Bu fotoğrafa bakınca başka şeyler de düşündüm tabi. Onuruyla oynanan bir halk var burada. Açık bir aşağılama var. Ve „acaba“ dedim, "halkımız için Öcalan'ın hücresinin boyutlarından daha mı az önemsiz bu manzara"?

Aynı günlerde internette başka iç parçalayıcı görüntüler de yayınlandı. Öldürülen iki gerillanın cesedi hayvan leşi gibi yerlerde sürüklenerek götürülüyor ve bir kahraman mehmetçik de cesetlerden birinin kafasına tekme sallamaktan kendisini alamıyor!

Birileri bu görüntülerin halkı tahrik etmek için özellikle piyasaya sürüldüğünü söylüyorlar. Kürtlerin bunlara kanıp tahrik olmaması için uyarıyorlar. (Star ve Taraf'daki yazarlarda okudum.) Telaşlanmayın! İşin görüntüsünü değil de, gerçeğini hergün yaşamış ve yaşamakta olan insanlar eğer buna isyan etmiyorlarsa, fotoğraflarına, videolarına da aldırış etmezler...

Zaten bu görüntülerden biraz olsun ders çıkarabilmiş olsaydık, hem hizaya sokulup hem de uslu durmamız için nasihat dinler halde olur muyduk?

Recep Maraşlı






Yorumlar