Apê Musa: Son fıkra...






Bugün, 17 yıl önce Türk devletinin özel birimleri tarafından hazırlanan bir siyasi cinayete kurban giden rahmetli Apê Musa’yı anmak istiyorum. “Demokratik açılım”, “Kürt açılımı” tartışmalarının yoğunlaşıp da henüz hiç bir şeyin açılamadığı bugünlerde, rahmetli Musa Anter sağ olsaydı, onun ironik üslubuyla söyleyeceği çok şey olurdu diye düşünüyorum.

Musa Anter, “mağarada doğduğunu” söyleyen ama gerçek bir Kürt aristokratı ve İstanbul beyefendisiydi... Kürt aydınlarındaki genel kötümser, üzgün ya da öfkeli ciddiyetin yerine, ender biçimde humor sahibiydi. Sivri dilli bir hicivci ve gelenek hafızasını taşıyan bir aydın, –kendi deyimiyle yakın tarihin hem tanığı, hem sanığı ve tabiiki aynı zamanda davacısı!- bir yazardı o.

Onu, Kürtlerin geleceğini demokratikleşmiş bir Türkiye’nin içinde gören “Doğu’lu” Kürt aydınları geleneğinin etkin bir temsilcisi olarak değerlendiriyorum. Benim “Türkiyeci Kürtçülük” olarak tanımladığım bu çizgi, aslında örgütlenmemiş, tüzüğü programı olmamış ama Kürt hareketleri içinde güçlü politik eğilimlerden biridir. Ne dış koşulların ne de Kürtlerin iç dinamiklerinin Kürdistan’ın jeopolitiğinin değiştiremeyeceğini ve bu nedenle bağımsızlığın ancak bir ütopya olarak kalacağını düşünen, realiteci-determinist bir felsefeye sahiptiler. Belki de bu anlayışla sosyalist ve devrimci akımların Türkiye’nin kalıplarını değiştireceği ve Kürtlerin de bu değişim içinde kendilerine bir yer bulabileceği düşüncesi ile TİP’i ve ya diğer sosyalist partileri desteklediler. Ordunun Kürtlerin statüsünü engelleyen gücünü karşısında, devleti içeriden etkileyebilecek CHP gibi yapıların çözüm kapılarını aralayabileceğini düşünüyorlardı. Çok fazla güvenmeseler bile bu kanalların etkilenmesinin yararlı olacağını düşünüyorlardı.

Biraz “takiyye” gibi koksa da “Türklerle Kürtlerin birlikte omuz omuza savaşarak kurtuluş savaşı verdikleri ve devleti beraber kurdukları...”  gibi söylemler de bu çizgiye aittir.

Böyle bakınca Kürt Teali Cemiyeti’nin idam edilen başkanı Seyit Abdülkadir’in Osmanlı merkezi otoritesi ile kopuşmayan ama ondan Kürt kardeşlerini siyasal olarak tanıyıp kabul etmelerini talep eden çizgisinin tarihsel takipçileriydiler de diyebiliriz.

Geleneksel yurtsever-milliyetçi kuşağın bir ucunun da güçlü bir bağımsızlıkçılık taşıdığını vurgulamak yerinde olur. Medrese kökenlilere, taşra ve köye doğru bağımsızlıkçılık güçlenirken; şehir merkezleri ve metropollere doğru birlikçi eğilim güçlenmekteydi.

Bunun istisnası 68 devrimci dalgasının etkileriyle Kürt öğrenci gençliği üzerinde oluşmuş, ulusal kurtuluşçu radikalizm sosyalist devrimcilikle birlikte metropollerde de güçlenmiştir.

Eğilimlerin sınıf karekterleri ve dönemsel değişimleri üzerinde genişçe durulmaya ve araştırılmaya değer bir konu.

Sonuçta kimisi radikal kimisi ılımlı sol örgütlerin bünyesinde, kimisi de kendi başlarına Kürt davasının takipçiliğini yapan bu yurtsever kuşak hapislerden, sürgünlerden, kaç-göçten, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin vurgunlarından yorgun bitkin düşmüştü.

 Ama bir şey oldu... Ve bu kuşağa adeta yeniden can suyu geldi.

1984’de PKK’nin başlattığı gerilla mücadelesi, ilk yıllardaki mesafeli duruşları, kuşkulu yaklaşımları aşıp kitle desteği almaya ve istikrar kazanmaya başlayınca, Kürt toplumunun sinir uçlarında duran enteligentsiadaki karamsarlık bulutları da dağılıp, coşku yaratmaya başladı.  İlerlemiş yaşlarına rağmen bu çileli kuşağın temsilcileri, gerillanın yarattığı enerji ile yeniden canlandı ve ileri atılmaya başladılar.

PKK’nin tarzı ile, anlayışıyla, söylemleriyle pek barışık oldukları söylenemezdi. Ama Kürt gençlerinin yıllardır dağlarda vuruşuyor olması, kitle desteğinin artması, unutulmaya terkedilmiş eski kuşağı, bu hareketi Kürtlerin makus talihini değiştirebilecek tarihi fırsat olarak değerlendirmelerine yol açtı. Çoğu eski “örgütçü terbiyelerine binaen” eleştiri ve rahatsızlıklarını erteleyip bastırarak, harekete açık destek vermeye başlamışlardı.

Bunlardan biri de Musa Anter’di. Özgün kişiliği ve özellikleri nedeniyle de en renkli simalarından biri oldu.

Bazı siyasi eleştiriciler bu katılımların çoğu zaman tehdit, zorlama gibi mecburiyetler ya da mevki ve çıkar sağlama gibi etkilerle oluştuğunu da savuna gelmişlerdir. Bu tür örnekler ebette yok değildir, belki kimi zaman etkili de olmuştur. Ama ben asıl olarak medrese kökenli geleneksel Kürt yurtseverliğinin ve genel olarak Kürt enteligentsiasının gerilla hareketinin cazibesiyle hareket ettikleri düşüncesindeyim. PKK’nin bu kişileri onore edici bir tutum takınmasının, onların motive olmasında önemli bir rolü olduğu da yadsınamaz.

Musa Anter, Kürt aydınlarına karşı giderek yoğunlaşan siyasal cinayetlerden birine kurban gittiğinde 74 yaşındaydı; İstanbul’da henüz yeni faaliyete başlamış olan Kürt Enstitüsü’nün başkanlığını yapıyor ve Diyarbekir’de düzenlenen kültür festivaline katılmak amacıyla orada bulunuyordu.

Musa Anter’in kendisine kurulan tuzağa düşmesi, bu kuşağın iyimserliği, naifliği ve enerjisini gösteren de bir derstir aynı zamanda. Bu yaştaki bir insan, bu yaşına kadar yaptıkları, yürütmekte olduğu işlere karşın, gecenin bir saatinde PKK’nin küskünlerini barıştırmak gibi bir “rûspî” beklentisini geri çeviremeyecek kadar da idealistti.

Bu özellikleri o dönemde gerilla mücadelesini destekleyen hemen hem tüm eski kuşak Kürt yurtseverlerinde görmek mümkündür.

Rahmetli Apê Musa’yı, ölüme yolcu ettiğimizi bilmeden bir gün önce, Komal’dan iki arkadaşla birlikte İstanbul’daki Kürt Enstitüsü’nde ziyarete gitmiştik.

O dönem (1992) Komal Yayınevi’nin yeniden faaliyete geçirmiş ve heyecan verici bir çok yayın projesiyle uğraşıyorduk. Bunlardan biri de Kürtçe Alfabe idi. Kürtçe Alfabe’yi kendine has titiz çalışmasıyla değerli Mamoste Kaya Müştakhan hazırlamıştı. Alfabe’nin resim ve grafiklerini ise içlerinde Mehmet Kolçak ve Tekin Fırat gibi ressam arkadaşların bulunduğu Komel Kürt Ressamları grubu yaptı. Diğer teknik düzenlemelerini ise Komal’da çalışan arkadaşlar birlikte bitirdik. Bu projenin Kürt kurumlarının ortak bir çalışması olarak yayınlanmasını siyasal mesaj açısından önemli görmekteydik. Komal yayın kurulu bu amaçla Kürt kurumları arasında işbirliği geleneği başlatmak, hem dağıtım hem de basımının geniş bir çerçevede yapılması, aynı zamanda mali yükünün de paylaşılması için yine o günlerde yeni faaliyete başlamış olan İstanbul MKM’ye (Mezopotamya Kültür Merkezi) öneri götürdü. Başkan İbrahim Gürbüz, önerimize prensip olarak sıcak baktı, teknik ayrıntıları görüşmek üzere anlaştık.

Bu arada Kürtçe alfabeyi, gramer üzerine çalışmalar yapan hocalarımızın da görüşlerine sunmaktaydık. Gelen eleştiri ve önerilerden sonra Alfabe’nin Kürt Enstitüsünün incelemesine sunulmasını ve orada ortaklaştırılmasının daha da uygun olacağı sonucuna vardık. İşte bu amaçla neredeyse 8 aydır Enstitü’nün incelemesinde olan Kürtçe Alfabe’nin son durumunu görüşmek amacıyla İstanbul Kürt Enstitüsüne Apê Musa’nın ziyaretine gitmiştik.

Apê Musa beni çocukluğumdan beri tanır!.. Çocukluk dedimse 1972 Diyarbakır As. Tutukevi’nin 16 yaşında en genç tutuklularından biri olarak. Musa Anter ise tutukevinde, DDK0 gençliğinin ağırlıkta olduğu 20-30 yaş ortalamasına göre daha eski bir kuşağın temsilcisi olarak görünüyordu. “Kımıl”, “Brina Reş” gibi kitaplarından, İleri Yurt gibi dergilerdeki yazılarından ve Kürtçe sözlüğünden tanıyorduk. Canip Yıldırım, Tarık Ziya Ekinci, Naci Kutlay gibi ağabeylerimizden biriydi o. Naci Kutlay’la 49’lar davasından yattığı için tutukevinde olup da hapishane deneyimi bulunan ender kişilerden biriydi.  Kendisinin de anlattığına göre, her an bir sabaha karşı tutuklanma ihtimaline karşı, evde her zaman, içinde bir tutuklunun ihtiyacı olacak, havlu, terlik iç çamaşırı ve saire gibi şeylerin bulunduğu küçük bir valizi hazır bulundururmuş.

Apê Musa’nın farklı olarak daha neşeli, esprili, muzip ve hoşsohbet bir yapısı vardı. Şakalaşmayı seviyordu, ama boş konuşmuyordu da, sohbetini fıkralar ve çoğusu kendi başından geçen anektodlarla süslerken siyasal mesajlarını bu yolla aktarıyordu. Hizipleşmeler başlamış olmasına ve fraksiyonlar arasında da konuşmama derecesinde soğukluklar bulunmasına rağmen o, herkese, her gruba selam verir, hatta sataşır ve neşeli bir muhabbet ortamı yaratırdı.

Musa Anter de DDKO davası sanıklarındandı. Çoğusu Hukuk Fakültesi talebesi olan sanıklar, siyasal savunma yaparak mahkemeleri zora soktukları gibi, hukuk bilgileriyle de hakim ve savcılara zor anlar yaşatıyorlardı. Rahmetli Edip Abi [Karahan] gibi Apê Musa da duruşma sırasında yaptıkları hicivler, espriler ve alaya almalar ile DDKO duruşmalarını renklendirip, hakim ve savcılara soğuk terler döktüren kişilerin başında geliyordu.

Orada hiç unutmadığım anektodlardan biri Kürtçeyle ilgiliydi:

DDKO iddianamesini yazan Savcılar, Kürt diye bir ulusun olmadığını öne sürerken, Kürtçe diye bir dil olmadığını, “Kürtçe denilen şeyin Farsça ile karışmış bozuk bir Türk lehçe”si olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu resmi ideoloji yalanına “bilimsel” bir süs bulmak için de Savcı, Musa Anter’in hazırladığı 1963 tarihli Kürtçe-Türkçe Sözlük üzerine araştırma yaptığını, bu sözlükte yer 12 bin sözcükten, 3080’inin Türkçe, 2000’nini Arapça, 1030’nun Farsça, 1240’ının Zend, yani eski Farsça, 370 Pehlevi, 120 Ermeni ve 100 tanesinin de Keldani.. olduğunu “yalnız 30 kelime Kürtçe vokabüler” olduğunu iddia ederek Kürtçe’yi küçümsemeye çalışıyordu.

Musa Anter’in duruşma anında verdiği ve salonu kahkahaya boğan cevabı unutulmaz:

“Savcı Bey, bir tavuğun bile 30 çeşit gıdaklaması vardır. Siz nasıl koskoca bir halkın dilinin 30 kelime olduğunu söylersiniz!..

Kararın açıklandığı duruşmada ise kişilerin aldığı cezaların bitip, “...DDKO’ların temelli kapatılmasına...” maddesi okunurken yine arka sıralardan oturduğu yerden laf atar:

“-Yine kurarız!...”

Apê Musa ile bir önceki yıl (1991) maceralı bir eylem arkadaşlığımız olmuştu. Kürdistan’da kitlesel Newroz kutlamalarına karşı özel tim ateş açarak müdahale etmiş, bir çok kişinin ölümüne yol açmıştı. Çok sayıda yaralı, tutuklu vardı ve operasyonlar tüm şiddetiyle sürmekteydi. Köy yakma ve boşaltma haberleri gelmeye başlamıştı. Bu gelişmeleri protesto etmek üzere Özgür Ülke gazetesinin girişimiyle bir grup aydın açlık grevi eylemi yaptık. Rahmetli Musa Anter, Feqi Hüseyin, İsmail Beşikçi, Serhat Bucak, Bilgesu Erenus, Abdurrahman Dürre, İbrahim Gürbüz, Ramazan Ülek, Sırrı Öztürk , ben ve belki şimdi adını anımsayamadığım başka kişiler de bu eyleme katıldık. Eylemin son günü Cağaloğlu’nda o günkü Hürriyet gazetesinin önünde topluca bir basın açıklaması yaparak dağılacaktık. Polis basın açıklamasını engellemek istedi, buna rağmen açıklama yapıldı. Dağıldıktan sonra izleyicilerden birileri bütün eylemcilere birer Karanfil ikram ediyor veya gögüslerine takmaya çalışıyordu. Bana ikram edilen karanfili ise saygı gereği kendisinde çiçek olmayan başka bir büyüğüme vermiştim. Kimdi hatırlamıyorum. Duyanlar anlattılar, ileride duran polis ekip otosundan yapılan anonsta “elinde karanfil tutan herkesi toplayın!” diye emirler veriliyormuş. Meğerse bu çiçek ikram etme hadisesi, polisin kalabalık içinde eylemcileri kolaylıkla alabilmesi için bulduğu bir cinlikten ibaretmiş.

O sayede gözaltına alınmaktan kurtulmuş oldum. Apê Musa ve İsmail Beşikçi’nin de aralarında olduğu diğer kişiler ise gözaltına alındılar, geceyi karakolda geçirdiler. Ertesi gün gazetede yeniden buluştuk. Bu olayı anlattım ve bayağı gülüştük.

Musa Anter, “Bağımsız Kürdistan” düşüncesine ciddi olarak karşıydı. Bizi iflah olmaz bağımsızlıkçıklardan saydığı için olacak, her gördüğünde yarı şaka yarı ciddi mutlaka takılırdı. “Oğlum bağımsızlık, bağımsızlık diyorsunuz. Bağımsız Kürdistan’ı ne yapacaksınız? Biz ahmak mıyız, niye Türkiye’nin en güzel yerlerini, İstanbul’u, İzmir’i, Antalya’yı Türklere bırakıp kendimizi bu Allahın dağlarına hapsedelim? Zaten buraları bizim sayemizde almadılar mı? Biz zaten “kardeş” değil miyiz? Hepsine ortağız!..”

İsmail Beşikçi’nin Ziya Gökalp’le kıyaslanmasını da ilk kez Musa Anter’den işittim. Ama o her ikisini aynılaştırarak değil, Beşikçi’yi pozitif değerlendiren bir kıyaslama yaparak bahsederdi.

“Biz Kürtler, Ziya Gökalp’i Türklere verdik ama onlardan İsmail Beşikçi’yi aldık. Gökalp’le Beşikçi’yi kıyaslarsan biz daha kârlıyız!”...

O günkü konuşmamızda da eskilerden biraz yad ettikten sonra bize Komal’ın hazırladığı Alfabe’nin, Kürt Enstitüsü tarafından onaylandığı müjdesini verdi. Bu güzel haberle birlikte, Alfabe’nin aynı zamanda Kürt Enstitüsü’nün ve Komal’ın ortak yayını olarak basılmasıyla ilgili bir protokol hazırlayıp imzaladık. Bu yazının bizdeki aslı 1994 yılında Komal ve Stêrka Rizgarî’ye yapılan operasyonlarda el konulan evraklarımız arasındaydı.

[Belki rahmetli Musa Anter'in İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı olarak önsüzünü yazacağı bu ortak Kürtçe Alfabe projesi, bu suikastten sonra yoğunlaşan saldırılar, kurumların çalışamaması, Komal'a yapılan operasyonlar, tutuklanmamız gibi nedenlerle gerçekleşemedi.]

Apê Musa, Diyarbakır’da düzenlenen Kültür ve Sanat Festivaline katılmak üzere bir davet aldığını ve oraya gideceğini belirtiyordu. Kitaplarını imzalayacak, okurlarıyla sohbet edecekti. Çok sevinçli ve heyecanlıydı. Hatta uçak biletlerini bile gösterdi. Sohbetimiz yine bugünlerdeki gibi o zamanlarda da popüler olan “ateş-kes”, “siyasi çözüm” gibi konulara yoğunlaşmıştı. Devletin bu sorunu çözebilmesi için bir çok değişiklik yapması gerektiği yolundaki değerlendirmeler karşısında Apê Musa, görüşünü her zamanki muzip gülüşü eşliğinde bir fıkrada özetledi:

Bir kadın çocuğunu doktora götürmüş. Doktor, “Çocuğun neyi var?” diye sormuş; Kadın cevap vermiş;
“-Bu yaşa geldi ama halen konuşamıyor”,
“-Ee başka?”,
“-Efendim yürüyemiyor!”,
“-Başka?”,
“-Gözleri şaşıdır ve iyi göremiyor!”,
“-Çok yazık başka?”,
“-Efendim çişini de tutamıyor, altına kaçırıyor!”
Doktor bir kadının gençliğine güzelliğine, bir de çocuğa bakmış, şöyle demiş;
“-Hanım hanım, bu çocuk ümitsiz vak’a! Tedaviyle falan düzelmez. Sen en iyisi arka odaya gel, biz yeni bir tane yapalım!”

Devletin düzeltilemezliği ve toplumsal-siyasal sözleşmenin yeni baştan yaratılması gerektiği düşüncesi Musa Anter’in temsil ettiği çizginin vardığı  “Kürtlerle Türkler birlikte yeni bir devlet kursunlar!...” mealindeki radikal noktaya da işaret eder. Bu sohbet ve şakalaşmalarla, uğurlayıp ayrıldığımız Musa Anter’in bir iki gün sonra Diyarbakır’da bir suikasta kurban gittiği haberiyle sarsıldık.

Kendisinden duyduğum en son fıkra ve siyasal çözümleme 17 yıl sonra halen güncelliğini koruyor.

Toprağı bol olsun, nur içinde yatsın!


Recep Maraşlı


17 Eylül 2009

Yorumlar