Diyarbekir zindanının ünlü İç Emniyet Amiri Esat Oktay Yıldıran, tutsaklara dikte ettiğinde şöyle söylerdi: “Burası cezaevi değil, buraya cezaevi demeyin! Burası bir okuldur! Burada Türk milletine layık insanlar olmayı ve Atatürkçülüğü öğreneceksiniz!”
Esat Oktay’ın ve 12 Eylül cuntasının literatüründe, bölücülerin, teröristlerin, Kürtçülerin, komünistlerin, askeri disiplin içinde, döve döve, kan revan burnu sürtülerek “adam edilmeye” çalışıldığı bir “okul” du Diyarbekir 5 No’lu zindanı. Akla gelebilecek her türlü işkence fantazisi uygulanarak herkese Türklük ve Atatürkçülüğün dayatıldığı bir okul. Tek kelime Türkçe bilmeyen köylülere, cop ve kalaslarla İstiklal Marşı’nın on kıtasının ezbere söyletilmeye çalışıldığı bir okul. İnsan insanlıktan nasıl çıkarılır, baba oğula nasıl dövdürülür, arkadaş arkadaşın işkencecisi nasıl yapılır, yerler nasıl yalatılır öğretilen bir okul...
Diyarbekir tutsakları için ise orası bir “vahşet yuvası” idi. Bu zindanın Kürt toplumunun bilincindeki imajı sömürgeciliğin bir simgesi olmasıdır. Sömürgeci merkezi otoritenin kendine vehmettiği Kürt halkını “eğitme” misyonu “cezaevi-okul” bileşeninde kendini gösterir. Yatılı Bölge Okulları’nın cezaevi tarzındaki yapılanışı ile, cezaevlerine “okul” muamelesi yapılması Kemalist bürokrasinin “halkı sopa ile eğitme” anlayışının bir ürünüdür.
Esat Oktay’ın “Okul”undan ölmeyip, sakat kalmayıp da “mezun” olanlar, derin bir fiziksel ve ruhsal travmanın etkisinde kaldılar. Cezaevinin öğrettiği tek şey Türk sömürgeci egemenlik sisteminin vicdansız, merhametsiz, adaletsiz, vahşi niteliğinden duyulan derin nefretti. Tutsaklar kendilerine zorla ezberletilen 60 tane Türk milli marşını birkaç gün içinde unuttular ama sistemin niteliğine dair edinilen fikir ise kalıcı olmuştur.
Diyarbekir 5 no’lunun yalnız içindekileri değil, tutsakların ailelerini, yakınlarını da cezaevi kapılarında, görüş kabinlerinde nasıl “eğittiği” biliniyor. Analarımız, bacılarımız çoğu zaman sıcağın alnında, kiminde çamurlar tozlar içinde kapı önlerinde itip kakılarak Türk devleti ve Atatürkçülük hakkında yeteri kadar bilinçlendiler.
Şimdi ipliği pazara çıkan bu zindanın kapatılacağı, ama “okul” haline getirileceği söyleniyor. Bürokrasinin kafasındaki “cezaevi-okul” sarmalında değişen bir şey yok demek ki. Halkın sopa ile eğitilmesinden vazgeçtik, sopasız eğiteceğiz demeye benziyor.
Diyarbakir 5 no’lu cezaevinin kapatılacağı, yıkılacağı ya da tadilat yapılarak okul haline getirileceği haberini okuyunca aklıma ilk gelen çağrışımlar bunlar oldu. Bazıları Cezaevinin yıkılması ve yerine çocuk bahçesi, park veya anıt yapılmasını da önerdiler.
Ben cezaevinin kapatılmasını ve müze haline getirilmesini savunanlardanım.
Cezaevi-okul ikilemi olabilecek en kötü değişimdir. Cezaevinin yıkılması ise, tarihi belgelerin, mekanların yok edilmesi anlamına gelecektir. Toplumumuzun hafızasında daima hatırlanması ve hatırlatılması gereken bir olgu, cezaevinin yıkılması ile “bir varmış – bir yokmuş” haline gelecektir.
Diyarbakır cezaevinin kapatılması iyi bir jesttir. Fakat onun yıkılması ya da okul haline getirilmesi ise, iyi niyetle düşünülmüş olsa bile bu jesti anlamsız hale getirir.
5 no’lu bütün kuşakların bilincine çarpması ve unutulmaması için bir İnsan Hakları müzesi haline getirilmelidir. Bu hatırlatma nefreti değil, yaşananların tekrarı gafletine düşülmemesi için bilinci uyarır. Belki Avrupa’da, özellikle de Almanya’da Nazi dönemindeki işkencehane, hapishane ve toplama kamplarının olduğu gibi muhafaza edilerek müze haline getirilmiş olduklarını görmeseydim; Diyarbekir zindanında yatmış biri olarak cezaevinin dibine dinamit konulmasını seyretmek bir mahkum için yaşanabilecek en mutlu anlarımdan biri olabilirdi.
Almanya’daki Nazi döneminin toplama kamplarının, işkencehanelerin, hapishanelerin bugün hepsi birer “anı-müze” halindedir. Bu mekanları gezmek, orada yaşayıp zulüm görenlerin acılarını hissetmenin, o atmosferi duyumsamanın insanları zorbalık karşısında hafızasını diri tutmasının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu mekanların çoğunda kendi yaşadıklarımızla yakın bağıntılar gördüm hep. Kimisinde mahkumların hücre duvarlarına kazıdıkları notlar, kimisinde koğuş kapılarına vurulan tekme ve yumruklarla oluşan çöküntüler beni zulüm görenlerin ortak duygudaşlığına taşıdı. Bu tarihsel mekanların korunarak müze haline getirilmesinin, orayı sürekli ziyaret eden halkın azalmayan ilgisiyle insan hakları ihlalleri, ırk ayrımcılığı konusunda eğitici ve uyarıcı bir işlev gördüğüne tanık oldum.
Onun için diyorum ki “aman ha, Diyarbekir cezeavi yıkılmasın, okul haline çevrilmesin!” Bütün kuşakların görüp ibret alacakları bir anı-müze haline getirilsin. Ziyarete açılan koğuşlarda, hücrelerde buralarda katledilmiş, yaşamını yitirmiş insanların anısına plaketler, biyografiler konulması onların anısını da yaşatacaktır. Bir kuşak bir zamanlar tutsak olarak yaşadıkları mekanları şimdi özgür olarak dolaşmanın buruk tadını tadacak; tutsak yakınları ya da çocuklar, yıllarca kapısında dolaştıkları yakınları ya da büyüklerin nasıl bir ortamda yaşadıklarını görme fırsatı edineceklerdi. Cezaevini uzaktan duyup korkmuş, oraya girmemek için sinmiş insanlar da merak edeceklerdir burayı. Sonuçta bunların hepsi bir “yüzleşmedir”. Hepimizin bu yüzleşmeye ihtiyacı var...
Ziyarete açılyacak koğuş ve hücreler dışında sinema ve spor salonu gibi mekanlarda Cezaevine ilişkin film ve tiyatro gösterimi, sergi ve konferanslar gibi etkinlikler düzenlenebilir. Başka bölümleri değerlendirilerek, insan hakları ihlallerine ilişkin bir dökümantasyon merkezi ve cezaevinde kalmış insanların anı olarak sakladıkları objelerin, fotoğrafların, mektup ve kartların sergilendiği alanlar haline getirilebilir. Hatta bir zamanlar koğuş duvarlarında yazdırılmış olan yazı ve resimlerin üzerlerindeki badanalar kaldırılarak dönemin izleri ortaya çıkarılabilir.
Diyarbakır 5. Nolu Askeri zindanı yapısal bir belgedir, onu yıkmak belgeyi de ortadan kaldırmak bilinçlerden kaçırmak anlamına gelir. Burada yatmış tüm tutsak arkadaşlara ve yakınlarına, bu mekanın müzeye çevrilmesi için bir kampanya yürütülmesini öneriyorum.
Recep Maraşlı
Yorumlar
Yorum Gönder