Türk Ordusu “Çözüm” istiyor mu ?





Doğrusu son bir iki aydır hararetli bir biçimde yapılan “çözüm” tartışmalarında yazılıp çizilenleri okuyunca daha çok uzun süre “Kürt sorununda çözüm” gibi herhangi bir şeyin söz konusu olmadığına ikna oldum. Sanki birkaç gün sonra “çözüm” olacak yada hiç olmazsa bazı adımlar atılacakmış gibi yapılan tartışmaların ne yazık ki altı da boş, içi de!.. Yazıların bir kısmı PKK’yi silahlı mücadeleye son vermesi, bir kısmı da AKP hükümetini görüşmeler yapması için teşvik etmeye yönelik siyasal anlamlar taşıyor o kadar. Ortada ise gerçekte ne bir “çözüm projesi”, ne bir “çözüm zemini” ne de bir “siyasi irade” bulunmuyor.

Bunlar olmaksızın ne çözülecek ki? İki de bir “yem borusu”[1] çalarak ne kazanılacak?

Dikkat çeken bir husus da “çözüm” konusunda Türk basınında kalem oynatan köşe yazarlarının, analizler yapan TV yorumcularının, akademisyenlerin –içlerinden birkaçı istisna- Kürt meselesi konusunda kaba bir cehalet içinde olmalarıdır. Ne Kürt tarihini biliyorlar, ne edebiyatını, ne de felsefesini... ne Kürt siyasetini takip ediyorlar ne de Kürt toplumunu tanıyorlar! Kürtçe zaten bilmezler, Kürtlerin yazıp çizdikleri Türkçe şeyleri de okumazlar. Bizim dünyamızdan hiçbir haberleri yok!. Ama bol bol çözümden, empatiden söz ediyorlar!...

Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” sözü tam da bu durum için söylenmiş olmalı. Alt yapısını Türk Milli Eğitim sistemi ve resmi ideolojinin yalanlarının oluşturduğu, güncel olarak ise TSK’nın resmi bildirilerinde söylenenlerin biraz altında biraz üstünde bilgilerle zaten ne gibi bir vizyonları olabilir ki?

“Yüzyıllardır beraber yaşıyoruz, kız alıp vermişiz, et ve tırnak gibi olmuşuz” dedikleri bir toplum hakkındaki bu bilgisizlikleri artık yabancılaşma ötesi bir durum!

En “baba yorumcuları” bile “kargadan başka kuş tanımaz” misali Kürt siyasetini sadece PKK’den ibaret sanıyor. Onu da hakkıyla tanısalar neyse, öpüp başımıza koymak gerek. Kürt ulusal hareketinin tarihsel, toplumsal, ideolojik kaynaklarından; PKK’yi de belirleyen siyasal dokudan bîhaberler!.. “Geç kalmış” da olsa şu anda dünyanın en geniş toplumsal tabana sahip, aktif ve etkili ulusal kurtuluş hareketlerinden biriyle karşı karşıya olduklarını göremiyorlar. Kürt ulusal hareketinin sahip olduğu direnme potansiyelleri hakkında da bir fikir sahibi değiller. Kürdistan sorununun uluslar arası karakterini görmeyip Türkiye’nin bürokrasiye takılan herhangi bir “iç meselesi” gibi algılıyorlar.

Sorunu tanımlamakta ortak hiçbir kavram ve objektif kriterleri bulunmadığı bir yerde ortak bir “çözüm” arayışı ne derece mantıklı? Tarafların ortak bir “sorun” tarifi yoksa, nasıl bir “ortak çözüm” olacak?

Evet bu böyle de, bu durumu az çok yakından bilen Kürt aydınlarının, politikacılarının bu “çözüm” tartışmalarına ortada sahici bir şey varmış gibi dahil olma biçimlerine ne demeli?

Bu nedenle, acaba gerçekten bilmediğimiz ve perde arkasında bir şeyler mi oluyor diye satır aralarını da didikleyerek okumak, gelişmeleri çok daha titiz izlemek zorunluluğu hissediyorum.

...ama üzgünüm, ortada “çözüm”ün konuşulabilirliği bakımından bile ciddi hiçbir şey göremiyorum.

Neden böyle olduğuna dair gözümüzün önünde öylece hiç değişmeden duran sadece  iki neden sayabilirim:

Birincisi; AKP hükümetinin, yani sivil siyasal iktidarın “çözüm” konusunda daha önce söylenmiş olanların ötesinde, tasarladığı, detaylandırdığı herhangi bir projesi yok... Sorunu tanımlamada yeni bir bakış açısı taşımayan bir siyasi iktidar elbette sorunun çözümünde de yeni bir yapamayacaktır. Çok basit bir örnek: Aynı meclisin çatısı altında görev yapan bir muhalefet partisi DTP lideriyle “görüşüp görüşmemeyi” bile bu kadar aşılmaz bir mesele haline getiren bir iktidar, nasıl radikal adımlar atabilir ki?

İkincisi; Varsayalım ki hükümetin bu yönde bazı hazırlıkları, en azından “niyeti” vardır. Ama yine de bu bir şey ifade etmez, Çünkü  “Kürt meselesi” Türkiye Cumhuriyeti’nin Millî Meselesi’dir ve sivil hükümetler asla bu konuda tek başlarına irade sahibi olamazlar. Türk Devletinin kurucu gücü, siyasi vasisi ve gerçek muktediri olan Türk Ordusu izin vermeksizin bu sorunun çözümünde herhangi bir adım atılması mümkün değildir.

Öyleyse asıl soru “TSK, Kürt sorununun çözümünü istiyor mu?” olmalı. TSK’nın “Kürt sorunu”na yaklaşımında bir değişim, bir yenilik var mı?

Israrla sürdürdükleri şiddet politikasının iflas edişini kabule yanaşmayan, kendi pratiğinin tartışılmasını da istemeyen, çizdiği çerçevenin dışına çıkılmasına asla müsamaha etmediği halde başarısızlıkların faturasını sivil siyasete kesmekten de çekinmeyen “cin gibi “ bir ordudan bahsediyoruz. Avrupa demokrasilerindeki normlara uygun davranan bir Ordudan değil, zaten siyaseti yönlendirdiği yetmiyormuş gibi, bir de begenmediği hükümeti devirmek için hergün yeni yeni darbe ve komplolar içine girmekten çekinmeyen bir ordudan bahsediyoruz.

Milletini kendi oluşturmuş, vatanını kendi yaratmış, devletini kendi kurmuş, halkını modernleştirme ve medenileştirme inancıyla onu kendi bildiği gibi yönetmeye programlanmış bir ordudan, TSK’dan bahsediyoruz!.. Sınıflar, kurumlar, ideolojiler, din ve politika üzeri bir kurum olduğuna inanan bir ordu.

Bu ordunun “Kürt sorunu”nun çözümü konusunda herhangi yeni bir açılımı var mı?

Devletin ve toplumun tümünü denetim ve vesayet altında tutan bir ordunun, kendi egemenlik sisteminin sonunu belirleyecek olan bir “millî mesele”yi sivil siyasetçilere, onların iradesine bırakması düşünülebilir mi? Hele bu sorun, meşruiyet temelleri iyice sarsıldığı halde kendilerine çok ihtiyaç duydukları siyasal-ideolojik bir manevra alanı sağlıyorsa; Hele bu sorunun çözülmesi, kendi militarist egemenlik sistemlerinin de çözülmesi anlamına geliyorsa...

Türk Ordusu ile AKP yönetimi arasında son birkaç yıldır iç iktidarı paylaşma konusunda gittikçe şiddetlenen bir mücadele yaşanmaktadır. AK Parti iktidarı, dış pazarlara açılmaya çalışan taşra ve AB ile bütünleşmek isteyen metropol burjuvazisinin desteğiyle, orta sınıfların ve köylülüğün güvenini de kazanarak Ordunun geleneksel iktidarına karşı, kontrollü, temkinli bir mücadele sürdürüyor. ABD ve AB gibi dış faktörlerin desteğinin yanı sıra, ülke içindeki birçok kesimin özellikle liberallerin de desteğini kazanmış olmasına rağmen, bu çatışma Kürdistan ve Kıbrıs gibi ulusal sorunları yine tamamen ordunun güç alanına terk ederek yapılmış bir güç mücadelesidir.

Örneğin ordunun siyasete karşı kurduğu komplolar özellikle Şemdinli’de iyiden iyiye deşifre olmasına rağmen, AKP bu alanda bir kapışmayı ne ideolojik ne de siyasi olarak göze alamadı. Ancak hükümeti doğrudan devirme çalışmaları yaptığı açığa çıkan bir cunta örgütlenmesi olan “Ergenekon” üzerinden giderek alanını genişletmeye çalışıyor. Kürdistan ve Kıbrıs bağlantılı olarak buralarda yürütülen gayrı meşru faaliyetler ve insanlık suçları ister istemez ortaya döküldüğü halde bunlar mümkün mertebe by-pass edilerek, bir pazarlık havasında sürdürülüyor bu dava da.

Hal böyleyken, açık bir darbe yapma ve yönetime el koyma koşulları da oldukça zayıflayan, ama kurumsal olarak geleneksel siyasi iktidar gücünü halen koruyan Türk ordusunun, tarihinde siviller karşısında düştüğü bu en zor durumda, onlara “Kürt sorununu ordusuz çözmek” gibi bir hediye verebileceğini kim düşünüyorsa onlar TC devletini, Kemalist bürokrasiyi  hiç tanımıyorlar demektir. Tersine hem Kürdistan hem de Kıbrıs konuları sivil iktidarın ümüğünü sıkmak için çok daha provakatif bir kullanım değeri kazanmış durumdadır.

Öyleyse TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün telaffuz ettiği “tarihi fırsat” söyleminin maddi temeli nedir merak ediyorum. Türk ordusu herhangi bir “çözüm” için angaje olmadan “tarihi bir fırsat” tan söz edilebilir mi?

En son olarak TC ordusu Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un basın brifinginde söylediği “açılım”lardan başka bir şey yok elimizde. “TSK elinden geleni askeri olarak yapıyor, siyasetçilerin de çözüm için bir şeyler yapmaları gerekir” lafı, -özür dilerim ama- argo tabiriyle bir “geyik muhabbeti”nden başka bir anlam taşımıyor. 

Sorunun yeni bir tanımı ve analiz yok Başbuğ’un konuşmalarında. TSK yönetiminin halen “dağdakilerin teslim olması”, “teröristlerin yok edilmesi”, “terörün kökü kazınıncaya kadar mücadele” gibi bildik şeyler ve tehditlerden başka bir çözümü yok. Eh tabi kendisinin “entelektüel” görünme merakının ürünü olarak araya kattığı –ki Kenan Evren ne kadar “ressam” ve sanatçıysa, Başbuğ da o kadar entelektüeldir!- soslardan büyük anlamlar çıkarmaya çalışanların yaranmacılığını ciddiye almaya gerek yok herhalde.

Kürdistan sorununun barışçı çözümü yolundaki başlıca engel TSK’dır. PKK’nin tek taraflı ateş-kes ilan etmesi, hatta silahlı mücadeleyi bırakıp tamamen barışçıl siyasi yöntemler kullanması bile sorunu çözmez. Çünkü gerilla mücadelesini belirleyen olgu TC’nin askeri varlığıdır. Uzun bir süreçten beri de bu mücadeleyi önemli oranda kendi alanına çekerek manipüle etmeyi başarmaktadır.

PKK’nin, kendisinden daha deneyimli kadrolara, siyasal olarak daha köklü yapılara sahip olmalarına rağmen diğer bir dizi Kürt örgütünün arasından öne fırlaması, geniş bir kitle desteği bulmasının nedeni, sömürgeciliğin askeri zorbalığına karşı gerilla savaşı örgütlemiş olmasıdır. Türk ordusunun sömürgeci zorbalığı olduğu sürece onun karşısında bir gerilla hareketi de Kürt toplumundan her zaman destek görecektir. Ama PKK olarak ama başka bir yapıyla...

Diğer yandan TSK, bu sorunun “düşük yoğunluklu savaş” konsepti içinde tutulmasından yararlanmaktadır. Çünkü bu savaş ortamına hem iç politikadaki siyasi pozisyonunu kaybetmemek, hem de özellikle Güney Kürdistan’a yönelik askeri müdahale opsiyonlarını açık tutmak için şiddetle ihtiyacı vardır. Bu yüzden PKK silahlı mücadeleyi istemese bile TSK onları kışkırtmaya, manipüle etmeye çalışmaktan geri durmayacaktır. Elinde tuttuğu bir takım siyasi ve istihbari mekanizmalarla çatışmaların istediği düzeylerde sürmesi için çaba harcayacaktır. Örneğin birkaç yıl önce Şemdinli’de suçüstü yakalan TSK tam olarak burada ihtiyaç duyduğu bir kışkırtma tezgahlamaktaydı. Bu pratiği sadece o gün ve o yerle mi sınırlıydı?

Daha kavramsal bir ifade ile militarist bürokratik oligarşi, Türkiye’deki her türlü demokratikleşme eğiliminin önünde de temel bir engel teşkil eder. Konuları buradan konuşmaya başlamadan, PKK’ye çağrılar yapmak hiçbir şey söylememek anlamına gelir.

Aslında “demokrasi” ve “barışçıl çözüm” e gerçekten niyetli olan herkesin bildiği bir gerçektir bu. Türk siyasetinin “Hacıyatmaz”ı olan Demirel, ordu karşısındaki tutumuna ilişkin bir zamanlar öyle demişti: “Üzerinden aşamadığınız engelin –tıpkı dağ gibi- çevresinden dolaşacaksınız.” Demirel gerçekten de Ordunun çevresinden dolaştı ama her defasında da kendisini kaçınılmaz olarak onun kuyruğunda buldu.

Türk Ordusu “Kürt sorunu”nun savaş ve şiddet ortamının yok olacağı biçimde çözülmesini istemez, istemiyor da. Öncelikle bu konunun “çözülmesi” gerekiyor.

İster ”Kürt sorunu”nun çözümü, ister Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda olsun TSK ile açık bir siyasi hesaplaşmaya girişip onu aşmadan, çevresinden dolaşmaya kalkanlar kendilerini eni sonu TSK’nın kuyruğunda bulurlar. “Çözüm” tartışmalarını Türk militarist bürokrasisi, Kemalist oligarşik egemenlik ekseninden ayrı olarak ele almak bütün taraflar için olanaksızdır.

Recep Maraşlı



[1] Kıtlık ve savaş zamanlarında orduda yemleri kesilen atları biraz olsun canlandırabilmek için karşılığı olmadığı halde “Yem borusu” çalınır. Şartlı refleksle boru sesinden sonra yem geleceğini sanan atlar umutlanır ve biraz daha enerji harcarlar. “Yem borusu çalmak” deyimi de siyaset diline de yaklaşık bu anlamıyla geçmiştir.

Yorumlar