Bugünlerdeki popüler “çözüm” tartışmalarına bir de PKK lideri Öcalan’ın “Yol haritası” açıklayacağı beklentisi eklenmiş durumda.
“İmralı” sözcüğü Kürt politik literatürüne, Türk Genelkurmayı ile “uyum” ve “işbirliği”ni ima eden bir metafor olarak girmiş bulunuyor. İmralı’dan şimdiye kadar yapılan açıklamalar genel olarak böyle bir uyumu yansıttı. Ağustos ayında deklere edilecek “yol haritası”nın aynı uyum ve işbirliği içinde olup olmayacağı bu nedenle oldukça önemlidir. 15 Ağustos tarihi Kürdistan’ın yakın tarihinde bir başkaldırı manifestosunu ifade ediyor. Öcalan’ın bu tarihi yıldönümüne denk gelen açıklaması acaba bu yeni bir manifesto mu, yoksa diğerinin gölgesini tümüyle silme anlamına mı gelecek? Ben kişisel olarak Öcalan’ın açıklayacağı bu “yol haritası”nda şimdiye dek sürdürdüğü çizgi dışına çıkarak bir sürpriz yapacağını sanmıyorum.
Kürt ulusunun siyasal statüsü konusunda TSK’nın rızası olmadan hiç bir adımın atılamayacağını, hele militarist bürokrasinin egemenlik alanlarının gittikçe daraldığı çatışmalı bir süreçte, böyle stratejik bir konuda hükümet kanadına avantaj sağlayacak ve kendi Kemalist iktidarının sonunu getirebilecek “çözüm” konseptlerine TSK’nın izin vermeyeceğine dair tezimde ısrarlıyım.
AKP iktidarının “çözüm” adına nasıl bir çerçeve önerdiği, nasıl bir planı olduğunu ise henüz bilmiyoruz. Şimdiye kadar yürüttüğü çizgiye bakılırsa, Ordunun gölgesinden çıkabildiği anda gidebileceği en fazla uzaklık, çerçevesini olabildiği kadar daraltmaya çalışacağı bir AB müktesabatından ötesi değildir.
TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün herkesin ağzına adeta bir parmak bal çaldığı, “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” ve “tarihi fırsat” söylemini ise Türk egemenliğinin tahkim edilmesi anlamında yorumlarsak, Kürt tarafı için ortada nasıl bir “fırsat” olduğu da belli değildir.
Tartışmalarda sıkça dile getirilen “mahatapsız ve müzakeresiz çözüm olmayacağı”, “PKK’nin ve Öcalan’ın sürecin dışında tutularak çözüm olmayacağı” gibi argümanların, artık Türk devletinin kanaat yansıtıcıları tarafından da dile getirilmeye başlanması dikkat çekici bir gelişmedir.
İşin özüne bakarsak, ister “çözüm”de olsun ister “çözümsüzlük”te olsun Türk devleti [moda deyimiyle] “de facto” olarak zaten PKK’yi muhatap almaktadır. Kürdistan politikasının şu veya bu biçimde evrilmesinde PKK belirleyici ve etkili bir aktör konumundadır. TC Devletinin son on yıldır odağında Öcalan’ın bulunduğu bir siyasi asimilasyon süreci işletmekte oluşu da muhataplığın bir başka boyutunu oluşturur. Bu muhataplığın şeffaf, ilkeli, özgür ve eşit bir ilişki biçiminde yürümediği, daha çok gizli kapaklı ilişkiler, şantajlar, dayatmalar, yönlendirmeler ve komploların söz konusu olduğu ise açık.
TC devletinin hayat memat meselesi olarak gördüğü, fiili savaş yürüttüğü bir ulusal mücadelenin tutsak aldığı lideriyle görüşmediği, kendisinden yararlanmaya çalışmadığı. etkileme ve yönlendirmeye çalışmadığını düşünmek herhalde saflık olur. Dağarcığında, Balkanlardan Ortadoğuya kadar onlarca ulusun direnişinin nasıl kırılabileceğine dair geniş bir deneyim, birikim barındıran Osmanlı devletinin mirasçısı bir devlet aygıtından söz ediyoruz.
Kaldı ki Öcalan TC’ye teslim edildiği andan itibaren uzlaşma ve işbirliğine açık olduğunu ilan etmiş, kendi deyimiyle “barış adına” adeta “boş bir kağıdı” imzalamıştı. Öcalan ve PKK o süreçte yalnız silahları değil, siyasal strateji ve ideolojik düzlemlerini de terk etmişlerdi. TC için eğer gerçekten “tarihi bir fırsat” tan söz edilecekse o da önderliğin tartışmasız belirleyici olduğu bir örgütün liderini ele geçirmesiydi.
Peki ama TC devleti kendisi için bu “tarihi fırsat”ı şimdiye kadar nasıl kullandı? Boş kağıdın üzerini ne ile doldurdu?
Nasıl kullandığı on yıl sonra yeniden “çözüm” tartışmaları yapılıyor olmasından bellidir; Kürt ulusal demokratik mücadelesinin o güne kadar yaratılmış iyi kötü ne kadar kurumu varsa fiili olarak tasfiye edilmesi; siyasal hedeflerin ve ideolojik zeminin ortadan kaldırılması; Askeri olarak ise bir miktar gerilla gücünün “kabul edilebilir şiddet sınırı” içinde kalmasına göz yumarak, askeri seçeneklerin sürekli canlı tutulması...Çünkü onlar “çözüm”den, Kürt ulusunun haklarını tanımayı değil, mücadeleyi ortadan kaldırmayı anlıyorlardı. Halen de bunu anlıyorlar.
Bütün bunlar unutularak konu her gündeme geldiğinde “çözümün önündeki engel PKK’dir, önce PKK’nin silahları bırakması gerekir” gibi söylemlerinin çok fazla bir anlamı yoktur. Bu vurgu Ordunun bu sorun üzerindeki politikasını göz ardı etmek anlamına geliyor. Öcalan da, Qandil’deki PKK önderliği de “silahlı mücadeleden stratejik olarak vazgeçme” doğrultusundaki kararlarını defalarca teyit etmiş bulunuyorlar. Sayısız “tek taraflı ateş-kes” kararlarına, bu kez “çatışmasızlık süreci” diye yeni bir katkı bile yaptılar.
Kuşkusuz PKK’nin uyguladığı şiddet politikasının tahribatları da konunun ayrı bir boyutudur.
Savaşın ve şiddetin yeniden başlaması TSK’nın hem iç politikadaki değişim dinamiklerini baskı altında tutmak, hem de ABD’nin Irak’a müdahalesi ve Kürdistan’ın özerkliğinin güçlenmesi karşısında askeri fırsatları canlı tutmak için başvurduğu bilinçli bir tercihtir. Şiddet ortamını kendi yaratmış, silahlı mücadeleyi yeniden kışkırtmış, alan açmış, yönlendirmiştir.
Susurluk, Şemdinli ve en son Ergenekon davalarında kısmen ortaya çıkmış olan veriler TSK’nın ve ona bağlı Özel Harp Dairesi, JİTEM ve daha pek çok legal veya illegal oluşumların bu yolda neler yaptıklarının örnekleriyle doludur. İtirafçılık şebekesi ve koruculuk sistemi de şiddet sarmalının diğer ayaklarıdır.
O halde savaş kışkırtıcılığının odağında duran TSK açısından soruyu yenilersek, ordu böyle bir ihtiyaçtan vaz mı geçti, yoksa TSK’nın İmralı konsepti açısından “bay pass” edildiği yeni bir süreç mi söz konusu? TC Cumhurbaşkanının dile getirdiği “tarihi fırsat” acaba Öcalan’la yürütülen muhataplığın bu kez “sivillerin” inisyatifine geçmiş olması mıdır?
Doğrusu siyasal tablonun değişen ve değişmeyenlerine baktığımda “fırsat” olarak tanımlanabilecek tek anlamlı şey bu olabilir diye düşünüyorum. Bu “çözüm fırsatı” zeminine Obama dönemiyle birlikte ABD’nin İran, Irak ve Kürdistan politikasının yeniden şekillenme sürecinde TC’nin eskisi gibi daha aktif roller üstlenme şansının ortaya çıkması; Kürdistan bölgesel yönetimiyle ekonomik ve siyasi işbirliğinin belirleyici hale gelmesi; AB ile uyum programları da dahildir.
Özetle şimdiye kadar sadece Genelkurmay’ın “derin yetkililerinin” dahil olduğu “İmralı süreci”ne bu kez, TSK’nın yanı sıra Türk devletinin hükümet kanadının, ABD ve AB’nin, aynı zamanda Güney Kürdistan önderliklerinin de katıldığı bir uyum süreci mi söz konusu?
Kotarılmaya çalışılan projeye her gücün katılım biçimleri çok farklı olabilir. Bir dizi görüşmenin, planlamanın, diplomatik temasların, yönlendirme ve baskıların olması da mümkündür. CHP liderinin, Ordu yanlısı medyanın yaklaşımına bakıldığında bu çevrenin de en azından “oyun bozan olmamak, inisyatifi kaptırmamak” için bile olsa bu konsensusa katıldıkları görülüyor.
Sonuçta bu konsensusun çerçevesi Türk Devletini, Kürt ulusal demokratik mücadelesi karşısında rahatlatma anlayışına dayalı olarak belirlenmektedir. Kürtlerin eşit hak ve özgürlüklere sahip bir ulus olarak görülmediği; Türk devletinin üniter yapısı ve toprak bütünlüğünün korunduğu; Türklüğün bir üst kimlik olarak sahip olduğu bütün egemenlik haklarının ve ayrıcalıklarının korunduğu; Kürtlerin ise dil ve isimlerinin kabul edilmekle beraber “bireysel haklar ve kültürel kimlik” düzeyindeki düzenlemelerle sınırlı tutulduğu, uluslar arası korumanın söz konusu olmadığı bir çerçeve söz konusudur. Bu bakımdan Türk Devleti rahat görünmektedir.
Bu “çerçeve”nin Kürt ulusunun statüsünde önemli bir değişikliğe yol açmayan eski ve kalın sömürgeci zincirlerden oluştuğu açık.
Son aylardaki “çözüm” tartışmalarının boyut ve içeriğine baktığımda aslında siyasal çerçevenin aşağı yukarı tamamlandığını, tartışmaların daha çok kamuoylarını hazırlamaya dönük olarak yönlendirdiklerini söyleyebilirim. DTP üzerinden yapılan çalışmaların, Avukatların görüşmelerinin ve son olarak “Öcalan’ın yol haritasi” açıklamasını da Kürt kamuoyunu bu sürece hazırlamanın bir parçası olarak görüyorum.
Türk basınının da iyi izlendiğinde yeni bir söylem oluşturarak aynı biçimde kendi kamuoyunu psikolojik olarak hazırlamakta olduğu görülür.
Asıl sorun ve belki de pazarlık “çözüm”ün siyasal hak ve özgürlükler açısından içeriği değil, siyasal ve ideolojik olarak zaten bu düzleme çekilmiş olan PKK’nin, Kürt toplumundaki siyasi gücüyle birlikte fiili olarak da sisteme nasıl entegre edilebileceği noktasında duruyor olmalı. Daha önce “PKK’nin siyasallaşmasına izin vermeyiz” diyenler, DTP’nin zaten sistem içinde benzer bir rol oynamakta olduğu gerçeğinden hareketle, onu sistemin resmi bir parçası olarak alma hazırlığı mı yapıyorlar?
Yani sorun Kürtlere ne gibi haklar tanınacağı değil, elinde büyük bir gerilla gücü, siyasi kadroları, mahkum ve mültecileri, geniş bir kitle tabanı, belediyeleri, sivil kurumları, mali ve diplomatik olanakları ile koca bir örgütün Türk siyasi sistemi içine nasıl dahil edilebileceğidir. Ve bu yolla Kürtler için çizilen yeni çerçeveye garantör olup olamayacağıdır.
Gerek Öcalan’ın tutumu ve gerekse PKK’nin siyasal pragmatizmi ile bunun siyasi ve ideolojik olarak çok büyük bir uyum sorunu yaratmayacağı söylenebilir. Yine de bu önderliklerin iradelerinden bağımsız olarak oldukça problemli bir konudur.
Çünkü çizilen çerçeveye Kürt toplumunun nasıl bir tepki vereceği, PKK’nin fiili olarak sisteme entegre edilip edilemeyeceği, edilmesi halinde bile yaşanacak etki ve tepkilerin konusunda kimse kesin bir şey söyleyemez. Bir biçimde “PKK’nin yasallaşması” diyebileceğimiz süreç onun bir iç aktör olarak sistem için daha yıkıcı bir hale getirebilir. Ya da Türkiye ile uyum başarılı olsa bile, tıpkı Filistin’de FKÖ’nün başına gelenler, PKK’nin de başına gelebilir. Çözümün çerçevesi Kürt toplumunun vicdanı tarafından kabul edilmediği takdirde, örgütünün kitle tabanını, saygınlığını giderek kaybetmesi ve kendisinden daha radikal hareketlere kaptırması da mümkündür. Bu radikalizmin Kürt -İslamist bir çizgide gelişmesi hiç de şaşırtıcı olmaz.
Şu ana kadar çerçevesi aşağı yukarı belli olan bu çözümün Türk devleti açısından “Kürt sorununu”nun çözüm çabası olabileceğini; ama Kürt halkı açısından ulusal hak ve özgürlüklerini elde etme sorununun kesinlikle çözümü olmayacağını belirtmeliyim.
“Çözüm”, sorunu nasıl tarif ettiğimize ve nereden baktığımıza sıkı sıkıya bağlıdır. Sorun, TC devletinin birlik ve bütünlüğü, güvenliği ise; soruna Türkiye’nin penceresinden bakılırsa çözüm farklı olur. Ama sorun Kürt ulusunun hakları ve özgürlüğü ise, soruna Kürdistan’dan bakılırsa çözüm çok daha farklı olacaktır. Benim için sorun Türkiye’nin güvenliği ve toprak bütünlüğü değil; bu coğrafyanın en eski ve yerleşik halklarından biri ve büyük bir nüfusa sahip olmasına karşın Kürt ulusunun 21. yy’ın ilk yarısında bile halen utanç verici bir statüsüzlük içinde olmasıdır. Kürt halkı da en az Fransızlar, İngilizler, Ruslar, Türkler gibi bir ulustur; bu ulusların “ulus” olarak ne gibi hak ve özgürlükleri varsa Kürtlerin de o olmalıdır. Benim anladığım “çözüm” budur.
Elbette küreselleşen dünyamızda ulusların, halkların, kültürlerin iç içe ortak yaşam alanları daha da genişlemekte ve önem kazanrmaktadır. Ama ortak yaşam alanları, iktidar biçimleri, hak ve olanaklar ancak eşit ve özgür partnerler olarak, birbirinin hak ve özgürlüklerine koşulsuz saygı göstererek adil ve barışçı biçimde düzenlenebilir.
Acaba Kürt toplumu, Kürt aydınları, siyasal örgütleri, sivil kurumları, PKK kadro ve kitlesi şu anda kotarılmaya çalışan “çözüm projesini” olduğu gibi benimseyecek mi?
Kürt toplumunun siyasal haklarına sahip çıkmaktaki reflekslerine baktığımızda, özellikle Öcalan ve PKK faktörleriyle birlikte uyum sağlayacağı söylenebilir. Ama yine de her şeyin yukarıdan aşağıya istenildiği gibi gitmeyeceğine, sessiz direnişlerle karşılaşacağına, yaptırılmak istenilenlerin tam başarıya ulaşmadı gibi tersi sonuçlara yol acabileceğini de dair güçlü veriler de mevcuttur.
Bu yazıyı daha fazla uzatmamak için sadece iki önemli örneğe değinmekle yetineceğim:
Birisi, İmralı’dan yapılan ısrarlı açıklama ve yönlendirmelere rağmen, Qandil’deki PKK önderliği Güney Kürdistan Yönetimiyle çatışmalı bir tutum içinde olmadı. Güneydeki gerilla güçlerinin KDP ve YNK ile sürekli çatışma içine girip TC’ye alan açacağı öngörü ve beklentisi doğru çıkmadı. Demek ki Öcalan’ın önderliği ve talimatlarını tartışmamakla beraber, PKK kadrolarının da örgütlerinin tavırlarını kendi realitelerine göre düzenleyen rasyonel bir tutumları söz konusudur.
İkincisi; DEHAP ve DTP gibi Kürt ulusal muhalefetinin legal sözcüsü olan partilerin, yine İmralı’dan yapılan sürekli ve ısrarlı yönlendirmeler, hatta açık müdahalelere rağmen bir türlü Türkiyelileşmediler, Türkiyelileştirilemediler. Çünkü Kürt halkı parti yöneticilerinin farklı söylem ve yönelimlerine rağmen bu partileri Kürt ulusal muhalefetinin bir adresi olarak gördü ve kitle tabanı bu yönde hareket etti. Aynı şekilde Türk halkı bu partiyi Kürt partisi olarak diskrimine etti. Bu yapılan yerel seçim sonuçları da bu imkansızlığın bir kez daha teyit edilmesi oldu.
Bu iki örnek bile Öcalan’ın saygınlığı, PKK’nin gücü ne olursa olsun “çözüm” konseptlerini olduğu gibi halka mal etmenin garanti olmadığını gösterir. Kaldı ki Kürt toplumundaki geleneksel yurtsever çizginin, aydınların, şu an için çok fazla güçlü görünmeseler bile Kürdistanlı siyasi yapıların direnme güçlerini de hesaba katmak gerekiyor.
Copyright © Gelawej Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2009-07-26
Yorumlar
Yorum Gönder