1915 soykırımını, Dünya savaşının yarattığı özel koşulların ve fırsatların yarattığı aniden gelişen bir kırım hareketi olarak değerlendirmek yanlış olur. Onu aslında Osmanlı İmparatorluğunu istikrarlı bir biçimde Türkleştirme/İslamlaştırma sürecinin tepe noktası olarak görmek gerekir. Bu tarihin hem çok öncesinde ve hem de sonrasında. Osmanlı İmparatorluğunun egemen olduğu coğrafyayı “tek ulus- tek kültür-tek dine” dayalı bir homojenleştirme zihniyet ve siyaseti süregelmiştir.Türk sosyalist hareketinin dünyaca ünlü şairi Nazım Hikmet, “Kuvay-ı Millîye Destanı” adlı manzumesinin son şiirine şöyle başlar:
“dörtnala gelip Uzakasya’dan
Akdeniz’e
bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim!…”
İyi ama, “Uzakasya’dan dörtnala gelerek, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzananlar” buralara bomboş bir araziye gelmemişlerdi ki!.. O topraklarda tarihin bilinen en eski çağlarından beri Yunan, Ermeni, Asur, Med uygarlıkları ve bu uygarlıkların mirasçısı halklar yaşıyorlardı. Peki nasıl oldu da bu çok etnikli, çok kültürlü, çok dinli bu memleket, Uzakasya’dan dörtnala gelenlerin, “bizim!” diyebilecekleri bir hale geldi?
Ve bu çok uluslu, çok kültürlü coğrafyayı “tek ulus, tek kültür” adına sahiplenmenin sosyalistler, demokratlar, liberaller tarafından bile son derece doğal ve hatta coşkulu bir biçimde karşılandığı bir ideolojik körleşme oluştu?
Soykırım olgusunun anlaşılması işte bu nedenle son derece önemli. Çünkü işgal, fetih, çöreklenme ve yerleşimci bir militer-ulus‘un, önce çok uluslu imparatorlukları yönetir hale gelmesi; sonra da 19. yüzyılın başlarından itibaren “ulusçuluk” çağının başlamasıyla da Osmanlı İmparatorluğu’nu bir Türk ulus devleti halinde yeniden organize etme çabasının bir ürünüdür soykırım.
1894-1896 yıllarında İmparatorluk sathında bir katliam kampanyası yürüten Sultan Abdülhamit’in amacı İmparatorluğu sadece islam unsurunun egemen olduğu,”gayri müslim” halkların ise etkisizleştirildiği, azaltıldığı bir yeni Osmanlılık temeline oturtmaktı. Burada “milleti-hakime” (egemen ulus) olarak Türk unsurunun belirleyici olduğunu, Türk ve Müslüman kimliğinin çoğunlukla aynı şey olarak algılandığını da belirtmek gerekiyor.
Örneğin 100. yılını andığımız, 1909 Adana (Kilikya) Katliamları, “Meşrutiyetçi ve özgürlükçü” Jön-Türk Hareketinin aslında homojenleşme çizgisinde Sultan Abdülhamit yönetiminin istikrarlı bir takipçisi olduğunu kanıtlar. 1909 Katliamları İttihat-Terakki yönetiminin daha iktidarı ele geçirdiğinin ertesi yılında Ermeni halkına karşı geleneksel pogrom siyasetini sürdürerek yürüyeceği yolu belli etmişti. Bizzat o dönem Meclis-i Mebusan’ın yaptığı araştırmalar sonucu Adana katliamlarını İttihat Terakki Cemiyeti’nin önde gelen teşkilatçılarından Dr. Mehmet Nazım’ın yerel parti önderlerini ve işbirlikçilerini şifreli mesajlarla yönlendirdiklerini ortaya koyuyordu.
Halbuki, Ermeni Ulusal hareketi Abdülhamit’in baskıcı rejimine karşı imparatorluğun diğer bütün ulusal demokratik hareketleriyle birlikte Anayasal özgürlükler adına Jön-Türk`lerle ittifak etmişlerdi.
Keza 1915 Büyük soykırımıyla da her şey bitmiş olmadı. Etnik arındırma politikası Kemalist hareket tarafından da enerjik biçimde sürdürüldü. Arta kalan Rum, Ermeni, Pontus ve Süryanilerin 1918-24 yıllarında son bir hamleyle binlerce yıllık topraklarından silinip süpürülmelerine, Batı-Ermenistan, Ege ve Pontus’un yeniden işgaline Türk resmi tarihi “Türk ulusal kurtuluş savaşı“ adını vermektedir.
Türkiye Cumhuriyet`inin bütün hükümetleri de Türkleştirme politikasını kararlı ve şiddetli bir biçimde sürdürmüşlerdir; İşte Önasya Rumlarının “Mübadele” yoluyla sürülmeleri: işte metropollerde kalan gayri-Müslim toplulukların “Varlık Vergisi” yoluyla iktisadi varlıklarına el konulması; işte Trakya pogromuyla Yahudilerin, 6-7 olayları ile özellikle İstanbul`da kalabilen Rum ve Ermenilerin kaçırılması, etnik arındırma surecinin istikrarlı biçimde devam ettiğini gösteren örneklerdir.
Fiziksel imhanın yani sıra Cumhuriyet hükümetlerinin hepsi, imparatorluk coğrafyasından kalan bütün halkları şiddetli bir asimilasyon / Türkleştirme politikasına tabi tutmuşlardır.
Kürdistan`in tekrar tekrar işgal edilmesiyle, 1925 Şeyh Said, 1927 Ağrı, 1938 Dersim direnmelerinin ardından Kurt halkının toplu katliamlara uğratılması, Bati illerine sürgün ve Mecburi iskana zorlanmaları da bu surecinin ana halkalardır.
Son otuz yıldır da şiddetli çatışmalarla süregelen Kürt ulusal demokratik mücadelesi, etnik arındırma-Türkleştirme zihniyet ve politikasının Kürtler bağlamında tam başarıya ulaşmasa bile ısrarla devam ettirildiğini göstermektedir.
TC’nin 1939 yılında Hatay Devleti’ni ilhak; 1974′de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuzeyi’ni işgal ettiğini; 1983 yılından beri de düzenli olarak Güney Kürdistan’a askeri müdahaleler yaparak burayı “arka bahçe” haline getirmeye çalıştığını da hatırda tutmakta fayda var.
Geçtiğimiz yıl Türkiye’nin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Brüksel’deki 10 Kasım Atatürk’ü Anma resepsiyonunda “Doğu’da Ermeniler, Batı’da Rumlar kalsaydı bu günkü Milli devleti kurabilir miydik?” diye sormuştu. İşte tedbirsizce de olsa ifade edilen bu samimi itiraf, “Türkiye Cumhuriyeti`nin soykırım sucunu neden kabule yanaşmadığı?”, inkarın neden milli bir politika olarak sürdürülmekte olduğunu sorularının da bir cevabıdır.
Recep Maraşlı
21.04.2009, Berlin
Yorumlar
Yorum Gönder