Her 24 Nisan yaklaştığında, Türk politikacılarını ve diplomasisini “soykırım humması” sarıyor. Türkiye toplumunda da giderek gelişen anma ve tanıma eğilimi, çeşitli ülkelerdeki etkinlikler ve daha da korkutucu olan resmi tanımalar, hastalık derecesinde bir rahatsızlıkla tartışılıyor. Bu ateşli nöbet, daha çok ABD Senatosu veya Başkanı’nın “Soykırımı tanıma” tartışmalarına endeksli olarak şiddetlenebiliyor ve doruk noktasına ulaşıyor.Başkan Obama’nın seçim kampanyası boyunca Ermeni soykırımını tanıma sözü vermiş olması, ABD Başkanının 24 Nisan mesajında “soykırım” sözcüğünü kullanabileceği beklentilerini artırıyor. Bu ise Bush döneminde oldukça sarsılmış olan ABD-TC ilişkilerinin Obama döneminde yeniden eski günlerine döneceğine inanan Türk diplomasisi için bir kâbus anlamına geliyor. Zira öyle olmasa bile kendi kamuoyunu aşırı derecede şartlandırmış olan Türk politikacıları için bu durum sert bir karşılık vermeyi gerektiren “düşmanca bir tutum” olarak lanse edilmiş durumda.
Buna rağmen Türk politik kamuoyunda genellikle iyimser bir hava egemen. Obama’nın 24 Nisan öncesi Türkiye’ye resmi bir ziyaret yapacak olması; ABD’nin Irak’tan kademeli çekilme programı nedeniyle Türkiye’nin desteğine daha çok ihtiyaç duyacak olması gibi varsayımlar, bu kez de “Soykırımı tanımanın kurban edilebileceği reel politik gerekçeler olarak görülüyor. Bu nedenle Obama’nın daha önceki sözlerine rağmen kuvvetli bir tanımadan kaçınacağına inanılıyor.
Belki bu kez de Beyaz Saray, Türkiye’nin kalbini kırmayacak bir formül bulabilir. Ama gerçek şu ki ABD soykırımı tanısa da tanımasa da Türkiye ile ilişkilerde stratejik bir bozulma söz konusu olmaz.
Zaten sorun da bu değil… 24 Nisan nöbeti bir dahaki yıla ertelenmiş olsa da “Soykırımın hayaleti” Türk politikasının korkulu rüyası olmaya devam edecek. Çünkü 1915 soykırımı Türkiye’nin üzerinde oturduğu büyük tarihsel bir suç… Kendisi var olduğu sürece onunla yüzleşmekten, hesaplaşmaktan eni sonu kaçınamayacağı bir tarihsel gerçeklik.
Şurası açık ki, 1915 soykırımı başka birçok konu gibi Türk resmi tarihinin tabu ve yasaklarla üstünü örttüğü bir konuydu. Oysa son 20 yıl içerisinde giderek artan biçimde bu tabu aralandı. Şimdi tarihe ait bilgiler Türk Milli Eğitiminin resmi ezberlerine rağmen, bağımsız bilgi kaynaklarının zorlamasıyla daha çok tartışılıyor. Tıpkı Kürt meselesinde olduğu gibi, TC’nin kurulduğu toprakların Ermeni, Süryani, Rum gibi en-eski ve yerli halklarının büyük bir “etnik temizlik” kurbanı olduğu olgusu da inkârdan kabule doğru politik bir evrim geçiriyor.
Bir başka deyişle bilimsel bilgi toplumun vicdanını harekete geçirdikçe, Türkiye’deki Kemalist rejim her yıl daha büyük bir cepheyle uğraşmak zorunda kalacak. Ermeni soykırımını tanıma sorunu uluslar arası diplomasinin Türkiye’nin canını sıkan bir argümanı olmaktan çoktan çıktı, ciddi bir iç tartışma olarak gündeme oturdu.
Önceki yıl Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından on binlerce kişi “Hepimiz Ermeniyiz!” diye haykırarak 90 yıl gecikmiş de olsa toplumun vicdanının harekete geçtiğini gösterdi.
Bu yıl ise şu anda imzacı sayısı yaklaşık 30 bine ulaşan “Ermeni kardeşlerimizden özür diliyoruz” başlıklı bir imza kampanyası sürüyor. Türkiye’nin sayılı akademisyen, bilim insanı ve sanatçılarının oluşturduğu bir grup girişimci tarafından hazırlanan imza metni yine çok sayıda aydın tarafından desteklendi.
Türkiye’nin ölçülerine göre olumlu bir adım olmasına rağmen imza kampanyası yine de “gerçek bir özür girişimi” olmaktan epeyce uzak. Her şeyden önce Kemalist rejimin hassasiyetine koşut olarak imza metninde “soykırım” tanımı yapmaktan özenle kaçınıldı. Onun yerine Ermeni toplumunun tarihsel hafızasına yerleşen “Büyük Felaket” metaforuna atıfta bulunularak diplomatik bir yol izlemek tercih edildi. İmza metninde ne Osmanlı Devleti, ne de onun siyasi devamı olan TC’nin siyasi sorumluluğuna hiçbir şekilde değinilmiyor. Bu tavır nesnel durumu olduğu gibi tanımlaması beklenen aydınların yine “devletin Resmi hassasiyetlerini” gözeten “Ezop Dili”ne sadık kalarak eski geleneklerini sürdürdüklerini göstermesi açısından oldukça düşündürücü.
İmza metni 1915 soykırımın Ermenilerle beraber mağduru olan Süryanileri, Pontus ve Anadolu Rumlarını, Ezidileri de “duyarlılığın dışında” tutmaya devam etti.
Uluslar arası hukukta “İnsanlığa karşı iradi olarak işlenmiş suçlar”ın başında tanımlanmış olan “Soykırım suçu”ndan muaf tutulmalarına rağmen, Resmi ideoloji yandaşları yine de bu kampanyaya sert bir tepki göstermekte gecikmedi. Karşı kampanyalar ve gösteriler düzenlendi. Her şeye rağmen AKP hükümetinin kendinden önceki hükümetlere göre daha ılımlı tepkiler verdiğini de kabul etmek gerek.
Bütün bunlar, Türkiye’nin politik sisteminin üzerine oturduğu ağır siyasi ve toplumsal suçlarla yüzleşmek için henüz kat etmesi gereken daha çok mesafe olduğunu, ama kaçınılmaz bir sürecin de ilerlemekte olduğunu gösteriyor.
Recep Maraşlı
30 Mart 2009, Berlin
Yorumlar
Yorum Gönder