“Skani Nena”ya Selam ! / Lazca’ya Özgürlük





Bir zamanlar  Lazistan diye bir ülke vardı...
Masaldan söz etmiyorum, gerçek! Çok değil 80-90 yıl önce Ankara’da toplanan Meclis-i Mebusan’da resmi olarak, adıyla sanıyla tam 6 tane Lazistan milletvekili vardı. Peki ne oldu bu Lazistan ülkesine, neden artık Lazistan’ın vekilleri yok?
İzahatı uzun ama sonuç çok kısa;
Cumhuriyet’in yutup hazmettiği ülkelerden biridir Lazistan.
Gerçi Laz halkı, komşuları Pontuslular gibi fiziki olarak sürülüp yok edilmediler ama etnik ve kültürel olarak hemen hemen tüm varlıklarını kaybettiler.  Laz dili ve kültürü, Kemalizmin ateşiyle kaynatılan “Türkiye Türklüğü” kazanında  çorbaya karıştırılan onlarca dil ve kültürden biri oldu. TC’nin ilk haritalarında bile varlığını koruyan Lazistan haritadan silindi ve “Rize”! oluverdi. “Laz” biraz alaycı, biraz da küçümseyici etnik fıkraların sevimli bir figürü haline geldi. Özünde eski ve köklü bir dil olan Lazca ise unutulmuş, onun yerini gülünesi bir Karadeniz şivesi almıştı “Türklük çorbası”nın içinde.
Cumhuriyetin asimilasyon politikalarının ciddi olarak başarı gösterdiği örneklerden biridir bu.
Dikkat ettim de son otuz yıl içinde fıkralardaki “Laz’ın teki” bile yerini “Karadenizlinin biri” ne bıraktı, “Temel” ise hepsine baskın çıktı ve Laz ismi yazı ve söylemden hepten kayboldu.
90’lı yıllara kadar Laz diline, etnik ve kültürel varlığına ilişkin hiçbir talep, hiçbir anlatım ve hemen hicbir sahiplenme duymadık. Mutlaka analar çocuklarına Lazca ninniler söylediler, yaşlılar aralarında fısıldaştılar, düğün dernek olduğunda gençler kendi dillerince çalıp söylediler amma... Laz dili, kültürü ve tarihsel varlığı kamusal alana, hele hele siyasete hiç girmedi.
Lazların da “siyasi bir tehlike olabileceği” düşüncesini, ilk kez 1976 yılında İstanbul’da bir Siyasi Şube polisi kafama vura vura sokmuştu! Türkiye Cumhuriyeti’nde yasal olarak yayınlanan ilk Kürtçe-Türkçe dergilerden biri olan Rizgari dergisinin dağıtımcısı olarak gözaltına alınmış ve ifade veriyordum. Savunmam; her ulusun kendi ana diliyle yayın yapma hakkı olduğu, Kürtlerin de ayrı bir ulus, Kürtçenin de ayrı bir dil olduğu ve yayın hakkı bulunduğu üzerine kuruluydu.
Beni ille de “ikna” etmeye kararlı olan polis memuru elinde tuttuğu dergileri kafama vurarak şöyle bağırıyordu:
    “Oğlum siz delisiniz! Ruma ver, Ermeniye ver, hadi Kürtlere ver! E... Ne olacak? Yarın öbür gün Lazlar da kalkıp biz de isteriz derse ne olacak?”
Bu son “Lazlar da isterse ne olacak!” sözünü öyle dehşetengiz bir ifadeyle söylemişti ki, adam sanki kıyametten bahsediyordu!
Lazların da kendi dileriyle yayın yapmalarını istemelerinin neden “kıyamet alameti” gibi söylenildiği üzerine uzun uzun düşünme fırsatım oldu sonradan.  Yalnız o polis değildi, daha sonra başka bir çok sorgucudan bir çok savcıdan, askerlerden, subaylardan da duydum bu felaket öngörüsünü.
Hadi Rumlara ve Ermenilere, Lozan antlaşması nedeniyle bazı haklar vermek zorunda kalmışlardı. Kürtlerden zaten beklenir, asi millettir; vurur başına susturursun!
Ya Lazlar?
Şimdiye kadar siyasi olarak Devletin başını hiç ağrıtmamış, hiç şikayet etmemiş, hiçbir ulusal-kültürel talepte bulunmamış, asimilasyon politikasının tam bir başarıya ulaştığı varsayılan Lazlar da talep etmeye başlarsa....
Bu, mozaiğin parçalanması, tablonun boyalarının akması, mayonezin çürümesi, puzzlenin bozulması anlamına mı gelecek?
Kemalist asker-sivil bürokrasinin yukarıdan aşağı inşa etmeye çalıştığı “Tek ulus”, “tek kültür”, “tek ideoloji”nin çökmesi kaçınılmaz. İster korksunlar, ister korkmasınlar, bu ecele fayda yok!
Fakat toplumun, hele hele bu toprakların binlerce yıllık yerleşik halk ve kültürlerinin ; günümüzün modern toplumsal ilişkileri içinde böylesi arkaik korkulara kapılmaları, egemenlerin bu “korku”larıyla korkmaları son derece anlamsız.
1993 yılında İlk Lazca dergi Ogni’yi gördüğümde o kadar çok sevinmiştim ki! Zugaşi Berepe grubunun ilk Lazca rock albümlerini büyük bir zevkle dinlemiştim. [Bu vesileyle grubun üyelerinden Kazım Koyuncu’yu rahmetle anmalıyım..]
Üzerine ölü toprağı serpilen dil ve kültürlerin yavaş yavaş kıpırdanmaya, kendilerine gelmeye başlamaları ne güzel! Kurudu bitti diye ölüme terk edilen yaşlı bir ağacın bir yerlerinden taze filizler vermeye başlaması, kim bilir ne kadar güzel çiçeklerin açacağının, ne güzel meyvelerin yetişeceğinin müjdecisi değil mi? Hiç bundan korkulur mu?
İşte yıllar sonra bir Lazca dergi daha çıktı: “Skani Nena”[Senin Sesin – Senin Dilin], Laz Kültür Derneği'nin yayın organı olarak yayın hayatına başladı. “Dilini Unutma” diyorlar. Aynı sevinçle selamlıyorum bu çıkışı. Dilerim daha uzun ömürlü, kalıcı ve etkili bir yayın olur.
 Yıllar önce Kürtçe dergileri kafama vurarak “Ya Lazlar da isterse!” diyen polisin korkusu galiba gerçek oluyor!
TRT-6’daki Kürtçe yayından sonra, Gürcüce, Lazca, Çerkezce, Zazaca radyo televizyon yayınları da talep ediliyor. İmza kampanyaları yapılıyor, toplu dilekçeler veriliyor. Bunlar çok haklı talepler, çok doğal istekler. Bu kampanyaların ulaşabildiğim hepsine katılıyorum, destekliyorum.
Bunlar kıyamet değil,  hayat emareleri!...
Çeşitli ulus, halk, etnik grup veya cemaatlerin kendi kültürlerine ilişkin haklar talep etmeleri, hele anadillerinde yayın ve eğitim hakkı istemeleri onlara “ana sütü gibi helal”dir.
Bu tür tartışmaların yapıldığı bazı e-mail guruplarında Lazca, Çerkezce, Gürcüce yayın hakkı ve eğitim istenmesine karşı, üstelik bu ulusların mensubu olan kişilerden öylesine ilginç çekince ve korkular belirtiliyor ki; buradan hareketle aslında Kemalist Cumhuriyetin ideolojik-siyasi asimilasyonunun, kültürel boyutun çok ötesinde derinlere işlediğini görmek mümkün.
Bu tartışmalar vesilesiyle gruba gönderdiğim iki yazımı aktarmak istiyorum:

Farklılıklara Saygı...
Değerli Dostlar, 
Dil, kültür, inanç, etnik kimlik ve düşünce çeşitliliğinden korkan; bunları tehlike gibi gören insanları anlayamıyorum.
Bu insanlar Tanrı'ya inanıyorlarsa şöyle sormak istiyorum: Dil, kültür ve etnik farklılıklar kötü ise tanrı niye onları yarattı?  
Bu insanlar seküler düşünceye sahipseler sormak istiyorum: Neden memleketinizin yüzlerce çeşit meyvesinden, yüzlerce tür canlısından övünüyorsunuz da, insanların çeşitliliği sizi neden ürkütüyor? 
Her dil, insan zekasının, emeğinin binlerce yıllık kollektif bir ürünüdür. Her dil, en az diğeri kadar saygıyı hakkeder. İnsan ancak diliyle kendisini ifade edebilir, özgür düşünebilir, kendisini geliştirebilir.
Günümüz dünyasında artık çok dillilik egemendir. Ben 50 yaşındayım, en fazla iki dil biliyorum. Oğlum 10 yaşında ve şimdiden dört dil biliyor. İnsanlığın geleceği çok dilliliktir. Bunların içinde en tatlısı, yuvası kadar sıcak, anası kadar sevgili olan ise ana dilidir. 
Birbirimize karşı saygının ayrılmaz parçasının, birbirinin diline, kültürüne en az kendi dili ve kültürünün özgürlüğüne gösterdiği kadar saygı göstermek olduğuna inanıyorum. 
(Ali İhsan Aksamaz'ın Lazca üzerine yazdığı yazı harikaydı...) 
İçten selam ve sevgiler. 
Recep Maraşlı
Salı, 24. Şubat, 2009”

“Değerli Dostlar, 
"Farklılıklara Saygı..." başlıklı tartışma yazısını ben başlatmıştım. Ana dil - resmi dil konusunda başka kanallardan tartışmalar da yapıldı. Hepsini ilgiyle izliyorum.  
Gelen tepkilere birkaç maddede cevap vermek istiyorum:
1- Bu memlekette çok dil var. Herkes kendi dilini konuşmak isterse ne olur? Herşey karman çorman olur! Bu bölünmeye yol açar!
Yanlış!... 
Bu memlekette ne kadar dil, ne kadar lehçe varsa hepsinin konuşulması, kullanılmasını istemek çok iyi olur, karmaşaya, gerilemeye değil gelişmeye, ilerlemeye vesile olur. 
Örneğin bir arkadaş şöyle diyor: Lazlara kendi dilini kullanma hakkı verildiğinde ya diğerleri de isterse ne olur? 
Ne olacak çok iyi olur.. 
Neden? Bakınız Telefon icat edildiğinde ve ilk kullanılmaya başlandığında şöyle denseydi; biz bunu yaptık ama ya herkes isterse ne yapacağız? Eğer böyle bir korku olsaydı bugün iletişim teknolojisi ilerler miydi?  
Tersine şöyle gelişti: Madem bu telefonu kullanmak isteyen çok insan çıkacak o halde onların talebini karşılayacak şekilde üretim tesisleri kuralım, üretime geçelim.. Bu örneği yüzlerce buluş, binlerce ihtiyaç maddesi için verebiliriz. 
İnsanların kendi dillerini kullanma, geliştirme talepleri de korkunç bir şey değil hem en doğal haklarıdır hem de toplumu, ekonomiyi, kültürü geliştirici bir unsurdur. 
Yapılması gereken şey, talebi susturmak "aman istemeyelim, aman susalım" değil; bu talebi karşılamak için ne yapmalıyız, bu talebi nasıl karşılamalıyız olmalı. 
Diyelim ki Kafkas kökenli onlarca dilin araştırılması, incelenmesi, eğitiminin verilmesi için talebe göre birkaç tane Akademi, bilmem birkaç araştırma kurumu, okul, yayın kuruluşu vb açılması kötü mü olur? 
Bu araştırma kurumlarında, akademilerde öğretmenler yetişir, öğrenciler ders görür; bu aynı zamanda bir istihdamdır, bilimsel bir gelişmedir.  
Diyelim ki Kafkasya kökenli dillerden şu anda hemen hemen ancak 200 kişinin kullandığı sönmekte olan bir dil var. Bu dilin korunması talebi yanlış mıdır? Tamam sonuçta talep azdır ama hizmet de ona göre üretilir. Onun için 10 tane akademi açamazsın da bir akademinin bir bölümünü açarsın. 50 öğretmeni olmaz da hadi diyelim 2 tane öğretmeni olur. 100 öğrencisi olmaz da on tane öğrencisi olur. Onbinler saten dergisi olmaz da hadi diyelim yılda bir sayı çıkan bir dergisi olur. Bunu karşılamak mıdır korkunç olan?
Hadi canım, yapmayın! 
Bakın yüz binlerce ceşit tüketim malzemesi var. Onlarca marka TV, binlerce marka yağ, yüzlerce marka beyaz eşya vb... Hic kimsenin aklına bu kadar çeşide ne gerek var bir tek çeşit yeter! demek gelmiyor da, iş insanların ekmek-hava-su gibi doğal bir ihtiyaçları olan ana dillerini kullanma meselesine gelince, "bu kadar çeşit dil kullanmak olur mu, zararlıdır bir çeşit yeter" deniyor!..  
Bu kadar çok dilde eğitim, basın yayın, kültürel faaliyet olursa ne olur? deniyor. Ne olacak çok güzel olur.
Hem bu talebi karşılamak için bilimsel, kültürel hizmet üretimi artar kalitelenir; hem yalnız kültürel olarak değil ekonomik olarak da gelişmeye katkısı olur, hem de insanların çok önemli bir talebi karşılandığı için çok daha mutlu, uyumlu, üretici olurlar...

2- Ortak dil konuşmazsak , herkes kendi dilini konuşursa birbirimizi nasıl anlayacağız?
Hem ortak dil kullanmaya devam edeceğiz hem de çeviri yapacağız. Bu kadar basit!
İnsanların, yalnız Türkiye'de değil tüm dünyada ortak bir dil geliştirmeleri de bir ihtiyaçtır. Zaten gelişiyor da. Bu yüzden artık dünyamızda çok dillik geçerlidir dedim. Örneğin İngilizce dünyanın her yerinde geçerlidir ve asgariden alış veriş yapmanız, seyahat etmeniz için mutlaka işinize yarar. Ama İngilizce bütün insanların ne ana dilidir, ne de resmi dilidir. Yaygın kullanılan başka diller de böyle bir işleve sahip olabilir.
Kaldıkı fark etmeksizin zaten birçok alanda insanlığın ortak dili oluşmaktadır: Örneğin teknolojik terimler dünyanın hengi ucuna gitseniz aynıdır. Tıp terimleri böyledir. 
Bir de daha basit ala daha yaygın işaret dili vardır: Örneğin trafik işaretleri. Binlerce şekilden oluşan bu trafik dili dünyanın her yerinde aynı anlama gelir ve anlaşılır. 
Ortak dil kullanmak da bir ihtiyaçtır ve bu talebe karşılık gelen bir üretim de vardır. Ama insanların kendi ana dillerini, özgün kültürlerini, korumak ve geliştirmek talepleri de aynı derece saygı değerdir ve bu talep de çok rahat biçimde karşılanabilir. Böyle olunca ne dünya batar, ne insanlık yok olur. Tersine daha renkli, daha yaşanası, barışçı bir dünyaya sahip oluruz. 
Diğer yandan, 
"Çeviri" diye bir şey var.. Diller birbirlerine çevrilebiliyor. Bu da dünyanın en önemli kültürel sektörlerinden biridir. Bugün ortalama Türk okuyucusu Rusça'dan başka dilden bir şey yazmamış birinin (sözgelimi Dostoyevski'nin) eserini neredeyse ezbere biliyorsa bu, çeviri sayesindedir.
Önemli olan birbirimizi dinlemek istiyor muyuz? Birbirimizi anlamak istiyor muyuz?
Eğer birbirimizi dinlemek ve anlamak istiyorsak, öbür dilde yapılan konuşmayı, yazıyı kendi dildiğimiz dile çevirtir ya da bu bizim sürekli bir ihtiyaç ise o dili öğreniriz olur biter. 
Bugün Avrupa Parlamentosunda 19 ayrı dil konuşuluyor. Türkiye kabul edilirse buna Türkçe de eklenecek. Hicbir kimseye de illa şu dili konuşacaksın diye bir dayatma yoktur. Siz hangi dilden konuşuyorsanız dinleyiciler, kulaklıklarında o dilin çeviri kısmını ayarlayıp sizi dinler ve anlarlar. Çünkü kullanılan bütün diller birbirine anında çevrilir. Bu bir kaos, korkunç bir şey felaket değil, bugünün koşullarında neredeyse çocuk oyuncağıdır. Aynı şey başka Parlamentolarda, Belediye meclislerinde, toplantılarda vb. neden olmasın? 
Düşünün bilgisayar üreten firmalar, "Tek dil" diye tuttursalardı bu ürün tüm dünyada bu kadar yaygınlaşır ve gelişir miydi? Ama bilgisayar adını bile bilmediğiniz dillere göre kendini ayarlayabilir, özelleştirilebilir dil özelliklerine sahiptir. Bu özelliği çatışma doğurmadığı gibi insanlığı birbirine daha çok yaklaştırmıştır. Aynı şey toplumsal hayatın tüm alanları icin de mümkündür.
Mesele birbirine saygı göstermek, eşit kabul etmek ise, bu tür taleplerin çözümü o kadar çok ve kolaydır ki. Barış içinde birlikte yaşamanın yüzlerce çeşit yolu bulunur. 
Bunlar çok mu korkunç, felaket şeyler? 
Tabii ki değil. 
3- Bazıları da "Ben Çerkezim, Lazım ama Türk toplumuna, Türk devletine ayıp olmasın diye kendi dilimi konuşmuyorum, bunu talep etmiyorum." diye yazmışlar. 
“Özrü kabahatinden büyük” diye bu olmalı. 
Doğrusu asıl bu yanlış. "Aslını inkar eden haramzadedir" diye bir laf vardır. Kimse hiçbir yerde sığıntı ya da ikinci sınıf insan olmayı içselleştirmemelidir.
Bakın bugün Almanya’da milyonlarca Türkiyeli göçmen işçi var. Almanya'da Türkçe eğitim veren okullar var. Türk nüfusunun yoğun olduğu yerlerde resmi işlemlerde mutlaka Türkçe açıklamalar yapılır veya tercüman bulundurulur. Ayrıca her insanın böyle bir hakkı da vardır. Bu yazarların düşüncesine göre Türkler Almanya'da Almanya'ya Almanlara ayıp olmasın diye Türkçe konuşmamalı, ya da kendilerinin, çoluk çocuklarının bu konudaki ihtiyaçlarını talep etmemeli midir? 
Yapmayın canım...
Sırf Berlin'de 60 tane cami var. Şöyle bir mantıkla bakarsanız ne olur, "burası Hıristiyan memleketi, buraya gelmişiniz, buranın ekmeğini suyunu kullanıyorsanız, ille haç çıkaracaksınız ve domuz eti yiyeceksiniz!" Böyle şey olur mu. Elbette isteyen Hıristiyanlığı da seçebilir ama göçmen gittiği yerde bile kendi dilini, dinini, kültürünü kullanmak geliştirmek hakkı en doğal hakkıdır insanın. 
Kaldı ki Kafkasya'dan göç eden halklar artık çoğu neredeyse yüzlerce yıldır bu topraklarda yaşıyorlar. Halen bu "misafir"  ve "yabancı" mantığı nereden çıkıyor? Örneğin İstanbul'un yerlisi kim, yabancısı kim? 
Asıl kendi kimliğini ifade etmekten çekinmek, aslını inkar etmek ve bununla övünmek yanlıştır. 
Kendi dilinizi, kültürünüzü, kimliğinizi ifade ettiğinizde bu Türklere hakaret değildir. Tersine kendinizi diğer ulusal ve kültürel kimliklerle aynı derecede saygıya layık, eşit ilişkide görmek daha doğru, uygar bir ilişki biçimidir.
 4- Ha... birileri farklılıkları kullanarak siyasal çatışmalar yaratabilir mi?
Evet mümkündür. Ve zaten yapılmaktadır da.
Ama bundan kaçınmanın yolu farklılıkları bastırmaya, yok saymaya, ezmeye çalışmak değildir. Tersine böylesi durumlar adaletsizliğe uğrayan taraflar arasında çatışma çıkarılmasına daha uygundur.  Eğer Adalet ve özgürlük varsa bu tür farklılıkların kışkırtılması çok zordur. 
Üstelik birileri eğer sizi siyasal olarak karıştırmaya niyetlenmişse ve gücü buna yetiyorsa, o kadar değişik biçimler bulur ki şaşar kalırsınız. Bir futbol maçından bile bir kan gölü yaratabilirler. Ama bundan kaçınmanın yolu, futbol kulüplerini teke indirmek ve sahaları kapatmak değildir herhalde?...
 Sonuç;
Farklılıkların ifadesi ve bunların ihtiyaçlarının talep edilmesi bir felaket değildir. Korkuyla biçimlenmiş kafa yapılarını bir yana bırakılım. İnsanların farklı lezzetlerde peynir yemek için bile binlerce üretim biçimi, istihdam oluşturdukları bir dünyada; bununla kıyaslanmayacak derecede temel bir ihtiyaç olan dil ve kültür alanındaki ihtiyaçların karşılanamayacağı, kaosa yol açacağını, kötülüklere yol açacağını sanmak saçmalıktan başka bir şey değildir.
Biraz uzun oldu. Affola.
Selam ve saygılar.
Recep Maraşlı
Donnerstag, 26. Februar, 2009”


Yorumlar