Sevgili Hrant Dink’i, katledilişinin birinci yıldönümünde çeşitli etkinliklerle andık. Katillerinin hiçbir zaman tam olarak açığa çıkarılıp, yargılanmayacakları, ceza görmeyeceklerini bilerek “adalet” istedik.
Gözden kaçmadığı gibi artık “Hepimiz Ermeni!” de değildik.
Bu arada Hrant’ı anma yıldönümü vesilesiyle Türk basınında, köşe yazarları arasında ne kadar çok dostu, arkadaşı, seveni, takipçisi olduğunu da öğrenmiş oldum. Anma yıldönümü Türkiyeli aydınların ne kadar Ermeni dostu, ne kadar azınlık haklarına düşkün, ne kadar barışçıl çözümlerden yana olduklarını anlatmaları için de iyi bir vesile oldu. Hrant’ın katledilmesini kınama söylemi üzerinden soykırımın üzerini bile açmaya cesaret edemeden “Ermeni sorununa” barışçıl çözümler sundular. Herkesin tanığı, delili Hrant’tı. Kimsenin onun dediklerine karşı çıkacak bir hali yoktu ya!.
Bu kadar candan dost ve arkadaş arasında benim de kendisini tanıyor olmamı söylemek sanırım biraz abes kaçacak. Ama ben Hrant’ların dostuyum, dostlar acı da olsa doğru bildiklerini söylemek zorundalar. Ben de bu yüzden ölüm yıldönümünde belki abes kaçacak ama sıcağı sıcağına yazmak zorunluluğu duyuyorum.
Hrant, birçok konuda özellikle de Türkiye’nin politik iklimi bakımından oldukça naif düşünüyor ve fena halde yanılıyordu.
Kendisinin adım adım nasıl kıskaca alındığı, ya kaçmak ya hapishaneye ya da güvercin tedirginliğiyle yaşamak zorunda bırakıldığını anlattığı, şimdiden önemli bir edebi klasik hale gelen o ünlü son makalesini şöyle bitirmişti:
“...ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz..”[1]
Demek ki Hrant bilmiyordu, yanılıyordu. Alabildiğine barışçı ve dostane çözümleri savunduğu halde kendisine, bir güvercine dokundular. Onu güpegündüz ensesine bir kurşun sıkarak öldürdüler.
Bu memlekette “güvercinlere dokunulmadığı” bilgisi yanlıştır, yanılgıdır! Bunun en yakın kanıtı Hrant’ın kendisidir, onun katledilişidir. Ama böyle olmasaydı, Sevgili Hrant yaşıyor olsaydı da bu söz yine de yanlıştı, yanılgılıydı.
Belki de kendisine şöyle yazacaktım:
“Sevgili Hrant, bu ülkede güvercinlere dokunulmadığını söylemek ne kadar da yanlış! Sen ki yuvası defalarca bozulmuş bir kırlangıçsın, bunu nasıl söylersin? Soykırımda katledilen, evsiz, yurtsuz, yetim bırakılan yüz binlerce çocuğun birer yırtıcı kuş olduğunu ima etmek anlamına gelmez mi bu? Yoksa sen şu son on yıldır öldürülen yüzlerce Kürt yurtseveri ve aydınının radikal fikirlerinden ötürü mü telef edildiklerini düşünüyorsun? Sıvas’ta Madımak ötelinde çevreleri sarılıp cayır cayır yakılan Alevi aydın ve ozanlarının ezgileri ve sazlarından başka ne silahları vardı ki ellerinde? Sen hem tarihi, hem toplumsal olguları yakından takip eden güçlü bir aydınsın. Bilmiyor olabileceğini aklım almıyor, ama” bile bile lades!” neden?”
Hrant, Türk resmi politikasının “Diaspora Ermenileri radikal ve çatışmacıdır”, “Türkiye Ermenileri uyumludur” ikilemini, birçok açıdan besleyerek de yanlış yapıyordu. Soykırımı tanıması için Türkiye’ye yapılan diplomatik baskılara, Avrupa Birliği ilişkilerinde bir ölçü sayılmasına; Soykırımı inkar yasalarına karşı çıkması vb. gibi Türk dış politikasının suyuna giden tarzı da yanlıştı.
Diaspora Ermenilerini politik olarak mahkum etmeye çalışmak Soykırım konusunda Türk devletinin elini rahatlatmaktan başka bir işe yaramaz. Ne kadar da acıdır! Eğer Türk politikasının ballandıra ballandıra soykırım değil “Tehcir!” [göç ettirme] dediği şey olmasaydı acaba bir diaspora Ermeniliği olacak mıydı? Bunlar ülkelerinde rahat rahat yaşamak dururken yurtdışına kaçıp haylazlığı seçen kişiler ve onların üç kuşak torunları mı yani? Türk devleti, Türk toplumu sorunu tam kabullenmeye çözüme hazırken bu işten çıkarı bozulup araya çomak sokanlar, halklar arası şiddeti, nefreti, düşmanlığı körükleyenler, işte onlar! Şuçlu Diaspora ayağa kalk, yoldan çekil!
Tehcirle bilmedikleri yerlere gönderilen Ermeniler, Süryaniler ve onların bilmem kaçıncı kuşak çocukları için ne büyük haksızlık! Mübadele edilen Rumlar; her isyan ve direnişten sonra ocakları dağıtılıp şuraya buraya dağıtılan Kürt aşiretleri için de öyle... Askeri darbelerin, işkence ve hapishanelerin zulmünden dışarı çıkmak zorunda kalan devrimci, demokrat veya sosyalistler de öyle değil mi? Sanki hepsi düğün dernekle seçmişlerdi göçmenliği! Hiçbiri ülkesini sevmemiş, geride kalanları özlememişlerdi ki zaten!
Bu memlekette, daha doğrusu askeri bürokratik oligarşinin Osmanlı’dan miras alıp çevresini kapattığı bu coğrafyada, farklı dil, kültür, inanç ve düşüncede olup da bunda ısrar edenler için kaç seçenek olmuştur ki; ya ölümlerden ölüm beğenirsin, ya hapse düşersin, ya da göç edersin... Acılı, öfkeli ve radikal Diaspora, böyle doğmuştur.
Diaspora ile halen memlekette kalanlar arasında büyük bir uçurum olduğu bir yanılgıdır. Aradaki sınır çok incedir. Birisi kendi içine kaçmayı seçmiştir, öbürü dışarıya, o kadar. Biri kendi iç dünyasında sürgündür, öbürü başka dünyalarda tutunmaya çalışmıştır. Siyasal bir muhalifin siyasi bir göçmen haline gelmesi an meselesi olmuştur hep. Ermeniler, Kürtler, Süryaniler, Elenler için göçmenlik hiçbir zaman keyfi bir tercih olmamıştır. Lanetli bir kader gibi ırkçı, ayrımcı, yok edici, politikaların zorunlu bir sonucu olarak var olmuştur.
“Ülkesinden ayrılmayı hic bir zaman düşünmedi” derken, siyasi diasporaya da ince bir gönderme vardı her zaman. Anma vesilesiyle de sık sık dile getirildi bu. Döne döne “ülkesini terk etmedi” vurgusu yapılmasının ardında, “sadakat” talebinin yattığına, “sadakate övgü” bulunduğunu düşünüyorum.
“Sadakat”in, Türk resmi ideolojisinin Ermeni’lerle ilişkileri tanımlarken referans aldığı temel bir kavram olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır? Ermeniler, Osmanlı devletinin “Millet-i Sadikası”dır. Ama Savaş döneminde devlet zor durumdayken, Ermeni komitalarının ve dış güçlerinin kışkırtmasıyla devlete ihanet etmişlerdir. “Tehcir” ve “istenmeyen üzücü olaylar” da bu sadakatsizliğin neticesi olmuştur. O halde bir Ermeninin ülkesine “sadık” olup olmaması temel bir ölçüttür!
Hrant bütün bunları bilmez miydi? Bildiğini biliyorum. O halde “bile bile lades!” demesi neden?
Hrant Dink’in bu “bile bile lades!”, yaklaşımı naifce bir beklentiden kaynaklanıyordu bana göre. O, Türk egemen politikasının eğilip bükülmez tabuları karşısında bazı konularda “bile bile lades” diyerek onları aşmayı, toplumdaki insanların “o büyük çoğunluğun” yüreğine, kafasına, en önemlisi de vicdanına ulaşarak oralara küçük soru işaretleri takmayı umuyordu.
Bu yolun denenmiş olması, bir örnek oluşturması bakımından önemlidir, siyasi bir tercihtir sonuçta.
Ama gelin görün ki, yanılgılı, yanlış olduğu bile bile söylenmiş olan bu veya buna benzer birçok saptamayı Ermeni sorununu çözümünün anahtarı politik bir anlayış olarak sunmak, dahası bunu, Hrant’ın katledilişi ve popülaritesi üzerinden kolaylıkla kabul edilecek bir reçete gibi sunmaya çalışmak olacak iş değildir.
Yanılgılardan, yanlışlardan asla bir çözüm çıkmaz, çıkmamıştır da.
Bugün görülebildiği kadarıyla Türk liberal ve ya demokrat aydınları, Türk devleti ve toplumundaki “Soykırım” açmazını Hrant Dink üzerinden aşmaya çalışıyorlar. Bir kısım aydın Dink’in katlini ve çizgisini bu sorunun pozitif biçimlerde yeniden ele alınması için bir imkan olarak değerlendirmeye çalışırken, bir kesim ise Hrant Dink’in tutumunu “Örnek alınması gereken Ermeni duruşu” olarak sunmaya çalışıyor. Kemalist gelenekten gelme bir dolu aydının böyle bir çizgi oluşturmaya ve Hrant’ı asıl değerlerinden indirgeyerek “ülkesine sadık Ermeni aydını” ikonu haline getirmeye çalışmaları boşuna değildir.
Biraz birbirine karışan bu yaklaşımlardan ilkinde olumlu bir arayış ve derinleştirilmesi gereken bir çaba görmek mümkün. Fakat “alternatif Ermeni tutumu” olarak geliştirmeye çalışılan sunuş esas olarak TC’yi soykırım sıkıştırmaları karşısında rahatlatma çabasıdır bana göre.
“Giydirmeler...”
Kurbanla celladı eşitleyen, mazlumla zalimi eş değer ölçülerle yargılayarak, bunun üzerine kurulu barışçıl çözüm ve adalet söylevlerinden, nasihatlerden, akıl vermelerden, parmak sallamalardan, gına geldi artık.
20 Ocak’ta Berlin’de Hrant Dink’i Anma toplantısında konuşma yapan gazeteci Aydın Engin’in tavrı en son tanık olduğum canlı örneklerden biri oldu. Aynı toplantıda Berlin’deki Ermeni cemaati adına bir mesaj veren Prof.Dr. Geraryr Koçeryan’ın 24 Nisan’ı Anma Toplantılarında Türk ve Kürtlerden pek az kişiyi yanlarında gördükleri serzenişine karşı şöyle bir cevap verdi:
“Sayın Koçeryan’ın bu eleştirisi karşısında burada sizin huzurunuzda gelecek 24 Nisan anmasında yanlarında olacağımı ve bundan da büyük onur duyacağımı ilan ediyorum” dedi ve ardından parmak sallayıp ünlü “ammaaa!” nidasını kurduktan sonra şöyle devam etti “24 Nisan’ı halklar arasında nefret değil kardeşlik aracı yapmak şartıyla!”...
Özcesi Berlin’deki Ermeni cemaatini 24 nisan’ı halklar arasında kin ve düşmanlık gütme vesilesi olarak kullanmaktan “sabıkalı” sayarak, kendi bedeniyle 24 nisan’ı şereflendirme karşılığında onların bu sapkınlıktan uzak durmaları şartını pazarlık etmiş oldu. Başka türlü anlaşılabilir mi bilmiyorum, ben böyle anladım.
Ermeni diasporasının 24 Nisan’ı Türk düşmanlığı vesilesi için kullandığı lafı Türk devletinin resmi tezidir. Aydın Engin, Türkiye’de yayınlanan tek Türkçe Ermenice gazetenin yazarı, Hrant Dink’in can yoldaşı, arkadaşı, Berlin’de yaşayan sürgün çocuklarına önce ne kadar çok ve özverili bir Ermeni dostu olduğunu anlattıktan sonra diasporaya “Halklar arasında kin ve düşmanlık yaratmama şartı” dikte edebilme cesareti gösterdi. Salondaki sosyalist dinleyiciler de bu ince “giydirmeyi” hararetle alkışladılar. Neyseki sorular kısmında Aydın Engin’e gerekli sorular ve protestolar yöneltildi.
24 Nisan için kılını kıpırdatmamış bir siyasi gelenek [TKP’yi ve Cumhuriyet ekibini kastediyorum] ve o geleneğin zihni temsilcilerinden biri, hazır bu cemaatle çok nadir bir araya gelinebildiği anlardan birini değerlendirerek, onlara karşı “özür” borcunu dillendireceğine, parmak sallayarak onları “24 nisan’da halklar arası nefreti körüklemekle” suçlayabiliyor. Ve kendisinin bu tavrının “egemen ulusun temsilcisi olarak konuşma” olduğunu hatırlatan kimseleri de anlamazlıktan gelebiliyor.
Kürt hareketinin organize ettiği gazetelerin köşelerine kurulup bize her vesileyle parmak sallayanları çok gördüğümüz için, Ermeni gazetesindeki bu “Türk kafalı” komiserlerin tavrı çok tanıdık geliyor tabiki. Ama insan yine de hem Türkler hem, sosyalistler, hem de aydınlar adına utanıyor bu yaklaşımdan.
7 yıldır Berlin’deki 24 Nisan anmalarına katılmaya çalışıyorum. Bu sessiz, kendi halinde, bilgili, sevgi dolu ama aynı zamanda acılı küçük cemaatin 24 Nisanlar da nasıl da halklar arası düşmanlıklar sergilediklerini hatırlamaya çalışıyorum. Yüreğini açmaya, paylaşmaya açık, ama acılarıyla oynanmasını da istemedikleri için bu içine kapanık toplum ödünç kiliselerde ölüleri için ayinler düzenliyor, Türk büyükelçiliği önünde uyarı nöbetleri tutuluyor, bulunabilen yerlerde de akademisyen ya da politikacıların katıldığı konferanslar veriliyor. Bu mu? Mütevazı derneklerinde, bir Türk ya da Kürdü aralarında gördüklerinde gösterdikleri aşırı ihtimamı, 24 Nisan kurbanlarının ruhuna evlerde pişirilen helvanın bu candan davranışlar içinde nasılda boğazımızda düğüm düğüm olduğunu unutabilir miyim?
Ve çoğunun soykırımın izleriyle anıları daha yeni, bu yaşlı mütedeyyin insanların biraz tedirgin, biraz ihtiyatlı, biraz umutlu bakışlarla içlerini açmaya, sanki suçlu kendileriymiş gibi sizi rahatlatmaya çalışan sözler seçmeye uğraşmaları unutulabilir mi?
Ve Hrant’ın dostluğuna sığınmış birileri gözlerinin içine bakarak bu insanları “hadi bakın Ermeni milliyetçiliğine de nasıl giydirdim!” edasıyla, soykırımcıların resmi tezlerini nasıl tekrarlayabiliyor? Ararat filmindeki o ünlü söz takılıyor aklıma: “Bizden bu kadar nefret etme hakkını kendilerinde nereden buluyorlar?”
.
Neden ”azınlık” ?
Sorunları konuşulurken kullanılan dil dikkatsiz, seçilen terimler özensiz, onları besleyen tarih bilgisi ise sığ olunca, nekadar iyi niyetli olunursu olunsun, sonuçta yanlışları, yanılgıları üreten ve hatta üzerlerini sıkı sıkı örten bir örtü haline geliyorlar.
Sadece birkaç örnek vermek istiyorum, hani şu “Azınlık”, “hoşgörü”, “tahammül”, “kültürel zenginlik” gibi oldukça pozitif görünen kavramlar hakkında.
Sol kitlenin çok sevdiği “Dörtnala gelip Uzak asyadan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim!” diye başlayan ünlü bir şiir vardır. Nazım’ın “bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” özlemine katılmamak elbette mümkün değil. Ne var ki pek de sorgulanmadan kabul edilen bu “bizim memleket!” tasviri oldukça sorunludur.
Kimdir bu memleketin sahipleri? Cevabı kendi içindedir; “Uzak Asyadan dörtnala gelmiş olanların tabiiki? İyi de “Uzak asyadan dörtnala gelenler, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzandıklarında” bomboş bir araziye girmediler ki! Tarihin bilinen en eski ve köklü medeniyetleri kurulmuştu orada: Elen, Asur, Urartu, Med, Babil ve daha niceleri. Ve onların mirasçısı halklar yaşamaktaydı bu coğrafyada: Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler...
Sonra ne oldu?
Kısrakların nalları toprağın bağrını deştikçe, mızrakların ucu medeniyetlerin zırhlarını deldikçe, ezile, dağıtıla, bu yerli halklar, en baba demokrat açısından bile “kendilerine hoşgörü ve tahammül gösterilmesi gerektiği” lütfu bahşedilen “Azınlıklar” haline dönüştüler.
Şimdi bu “Azınlıklar” iki de bir şımardıkları, emperyalistlerin, yabancı güçlerin oyuncağı haline gelen burjuvazilere sahip oldukları halde, “bizim kültürel zenginliğimizdir” diyerek mal envanteri babından sahiplenilmesi de doğal olarak bir alicenaplık haline geliyor.
Yerli halkların ve kültürlerin neden ve nasıl yok edilerek “azaltıldıklarını” es geçerek, onları “yabancı varlıklar” tertibinden “Azınlıklar” olarak kategorize etmenin demokratlıkla bir ilgisi olabilir mi? “Azınlık” kavramının sevilmesinin nedeni, Demokrasiyi “Azınlığın çoğunluğu tabi olması” olarak basitleştiren bir mantığa sahip olmalarındandır.
Sanki bir kusurları varmış gibi onlar için “hoşgörü” talep etmenin, sanki birilerinin sırtında yükmüşler gibi “tahammül” istemenin, “zenginliğimiz” diyerek mal-mülk gibi envantere geçirmelerin özünde ne kadar inciti olduğunu görmeyecek kadar hodbin olup, bunu büyük alicanaplıklar sanmanın neresi demokratlık?
Hiçbir konuda egemen ulusla eşit olmamış, eşit işlem görmemiş bu halklar nedense “milliyetçilik” söz konusu olduğunda ezen ulusla eşit muamele görebilmektedir! Hiçbir şeyiniz eşit değil, ama milliyetçilikleriiniz eşit! Irkçılığın kan batağında nefret saçan aygıtlarıyla öteki halkların üzerine çullanan zihniyetle, eşit haklar ve adalet talep eden milliyetçiliği dengeli laflarla azarlayarak demokrat olunabilir mi?
Bıktık artık, sıtkımız sıyrıldı bu içeriksiz, samimiyetsiz barış nutuklarından! Adaletsiz barış olur mu? Adaletsiz barış talebi, haksızlığa boyun eğme talebi değil midir?
İşkence odasına girip de elinde elektrik manyetosuyla bar bar bağırıp sorular soran polisle, acıdan öfkeden çığlık atan insana “canım ne bağırıp çağırıyorsunuz, adam gibi oturup konuşun!” demekten ne farkı var bu eşitlemeci yaklaşımın?
İri yarı bir adamın yumruklarıyla kan revan içinde bırakılan bir çocuğun can havliyle savurduğu tekmeler de “şiddet karşıtları”mızın aynı derecede tepkisini çekebilmektedir.
Düpedüz şoven söylemleri burada anmaya bile gerek yok. Ama bu konularda çok demokrat olduğunu sananların bile –hatta belki yanılgıları besledikleri, derinlere gidilmesinin önünü kestikleri için öncelikle onların- köklü bir zihniyet değişikliğine ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum.
Copyright © Gelawej Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2008-01-21
Yorumlar
Yorum Gönder