Son günlerin popüler sorularından biri şu: “Türkiye’de askeri darbe olur mu?”
Bu soruyu duyunca, doğru soru sormanın ne kadar önemli olduğuna bir kez daha ikna oluyorum. Aklıma eski bir söz geliyor:
“Ol mahiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler...” [Balıklar denizin içindedir ama deniz nedir bilmezler]
Türkiye zaten oldum olası bir askeri vesayet sistemi içindedir. Bütün siyasal ve hukuksal sistemi baştan aşağı bu askeri vesayetin kurumlaşmış biçiminden başka bir şey değildir. Militarist bürokratik oligarşi, egemenliği tartışılmaz, hikmetinden sual olunmaz bir güç olarak sınıflar üstü konumunu sürdürür. Bütün kurumlarıyla birlikte toplum, ordunun tanımladığı ideolojik siyasi çerçevelere göre hiza ve mesafe almaya alışkındır, hazırdır.
Bu nedenle bence doğru soru, “Türkiye ne zaman sivilleşecek, nasıl sivilleşecek?” olmalı.
“Sivilleşme” [Civilization] kavramı batı dillerinden naklen medeniyet, uygarlık anlamına geldiği için, işin tercümesi:
“Türkiye medenileşebilecek mi?” dir. İşte bütün mesele!...
Çocukluğumdan hatırladığım ilk siyasi manzara, sabahın alacakaranlığında, evimizin önündeki sokakta köşe başlarını tutmuş, fileli kaskları ve çevreye doğrulttukları silahlarıyla nöbet bekleyen darbeci askerlerdi. “1960 İhtilali”nden bahsediyorum. Babam Erzurum Büyük Postane’sinde telgraf memuruydu. Mors alfabesi kullanarak gelen mesajları yazıya çeviriyor veya gönderiyordu. O gece nöbetçi olmadığı halde eve gelmemişti. Bütün ev halkı, annem ve 6 kardeş merak ve endişe içinde sabaha kadar uyumamış babamızı bekliyorduk. Burnumu cama dayamış babamın yolunu gözlerken, birden bu manzarayı gördüm ve heyecanla seslendim:
“Annee! Bankanın önünde askerler var!”
Hemen radyo açıldı ve odanın içine ilk kez duyduğum ve bir daha da artık hayatımdan hiç çıkmayacak olan sözler doluştu: “İhtilal olmuş!... Askerler ihtilal yapmış!..”
Sonraki günlerde evde biz çocuklar için “susun kıpırdaşmayın” diye sıkıyönetim anlamına gelen Radyo’da “Yassıada Saati”ni dinlemek zorunda kaldık. Aklımda sadece “Olur mu böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı?” marşı kalmış. [Bu marşın orjinalini, (Tuna nehrinin “akmam”, Şanı büyük Osman Paşa’nın da “Plevne’den çıkmam!” dediği marşı) bir de 1985 yılında Diyarbakır Askeri cezaevinin hoperlöründen cop ve kalas sesleri, haykırışlar arasında yine zoraki dinlemek zorunda kalacaktım.]
1960 Darbesinde 4 yaşındaydım, şimdi 51 yaşındayım ve halen iki ay önce Türk Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı muhtıranın ne gibi sonuçlara yol açacağını tartışmaktayız.
Bu arada neler oldu?
Türkiye’deki bütün askeri darbe dönemlerini, içeriden, mağdurların arasından gözleme şansım [ya da şanssızlığım] oldu.
12 Mart 1971 cuntası döneminde, Lise 2. sınıftayken bir hafta sorguda kaldım, 1 yıl 2 ay hapis yattım. Okuldan yana dört yıl kaybım oldu. Ailem Erzurum’u terk etmek zorunda kaldı.
11 Aralık 1978 Maraş katliamından sonra ilan edilen sıkıyönetim döneminde de tutuklandım, 8 ay’da 5 ayrı cezaevini sürgün dolaştırıldım.
12 Eylül 1980 cuntasında 39 gün sorguda, 2 ay gözaltında kaldım, 9 yıl 7 ay hapiste yattım. İki kere ölümden döndüm ve sakatlandım. Tüm dişlerim döküldü. Tesadüfen ölünecek yaşlarda, tesadüfen hayatta kalmış gençlerden biriydim.
1994 yılında DEP milletvekillerinin topluca Meclis’ten cezaevine gönderildikleri ve özel savaşın tüm karanlığıyla yaşandığı dönemde de içerideydim: bir hafta sorgu, 1 yıl 7 ay da cezaevinde kaldım...
“28 şubat süreci” adı verilen 1997 müdahalesinden sonra da kendimi yine içeride buldum: Bir yıl hapis yattım...
Bu süreçlerin dışında “dışarıda” olduğum zamanların çoğunda ise çoğunlukla ya illegal koşullarda ya da aranır durumdaydım.
1999 yılından beri 7 yıldır da siyasi mülteci olarak Almanya’da yaşıyorum.
Şimdi sırf kendi özel yaşantıma bakarak sanki Türkiye’de şimdiye kadar her şey normal gidiyormuşta ve ya her şey normale dönmüşte, şimdilerde “darbe” tehlikesi baş göstermiş gibi “olur mu, olmaz mı” soruları sorulmasını yadırgıyorum. Bu askeri süreçlerin toplumun tüm kesimleri üzerinde şu veya bu biçimde derinden izler bıraktığı çok açık. Gözümü dünyaya açıp bu güne kadar gördüklerim kadarıyla bile, darbelenmiş, müdahale edilmiş, yaralanmış, örselenmiş, hiza ve mesafeye sokulmuş bir toplumsal-siyasal yapının sağlıklı olduğu söylenebilir mi?
Askeri çöplük!
Ki bundan önceleri de yaşanmış nice toplumsal felaketler var: “Takrir-i Sükun” yasalarıyla, istiklal mahkemeleriyle ortalıkta ölüm sükuneti sağlanmıştı. 1924’den başlayıp 1939’kadar Kürdistan’da aralıksız süren askeri “tedip ve tenkil harekatları”nı, on binlerce insanın öldürülüp yüz binlercesinin mecburi iskana tabi tutulduğu, Nesturi, Şeyh Said, Ağrı, Zilan, Dersim katliam ve sürgünlerini; ülkemizin boydan boya “askeri bölge” ilan edilip Jandarma ve Komando zulmü altında yaşadığını nasıl unuturuz? Acaba Kürdistan’ın şu son 90 yıl içinde, örfi idari, sıkıyönetim, olağanüstü hal, askeri harekat, operasyon dışında “normal” kaç aylık yaşantısı olmuştur?
Türk Silahlı Kuvvetleri 1983 yılından sonra yirmi yılda, 25 kez Kuzey Irak’a [Güney Kürdistan] sınır ötesi askeri operasyonlar düzenledi. Babalarının tarlası gibi bir 26.sını daha “yapalım mı, yapmayalım mı, nasıl yapalım?” diye tartışıyorlar... 1984 yılında PKK Gerillalarının başlattığı silahlı mücadele sonrasındaki 15 yıl içinde de TSK 40 bine yakın insan öldürdü, on binlerce yaralı ve sakat bıraktı. 35 bin köy yakılıp, boşaltıldı. Bir buçuk milyon Kürt büyük kentlere, yurt dışına göç etti. Kentler aşırı göç yükü altında şiştikçe şişmekte.
Bunlar sömürgeci militarizmin Kürdistan’daki varoluş biçimlerinin sadece kabaca birkaç çizgisinden ibaret. Korucu, ajan ve muhbirlerden oluşan işbirlikçi ağını; Özel Harp Dairesi’nin yürüttüğü örtülü operasyonlarla yüzlerce aydınımızı nasıl kaybettiğinin ayrıntılarına girmiyorum bile. Yüz binlerce insanın cezaevlerine girip çıktığı Kürdistan’da her ailede birkaç şehit, birkaç mahpus, birkaç mülteci var... Her ailede yangın var demektir bu.
Gözümüzü başka yer ve zamanlara kaydırdığımızda da yine militarizmin yarattığı şiddet ve yıkım manzaralarıyla karşılaşırız: 1915’de yaklaşık bir buçuk milyon Ermeni, Asuri / Süryani, Pontuslu Rum ve Ezidi Kürdün yok edildiği, binlerce yıllık yerli halkların vatansızlaştırıldığı büyük soykırım ve onun yangın yerine çevirdiği koca bir coğrafya... Geri kalan Ön Asya Rumlarının mübadele ile gönderilmesi, Hatay’ın ilhakı, 6-7 Eylül’de Özel Harp dairesi operasyonu ile Rum, Ermeni, Yahudi toplumlarının sosyo-ekonomik hayattan tasfiye edilmeleri, 1974’de Kuzey Kıbrıs’ın işgal edilmesi gibi içeriye ve dışarıya dönük yayılmacı politikalar hep devam etmiştir. Bunların ekonomik ve siyasal hayattaki bedelleri yeterince tartışılmış bile değildir.
Osmanlı’ya uzanan gelenek
Askerin siyaset ve toplum üzerindeki belirleyici egemen rolü ne 1960’la, ne 1920’lerde Kemalist iktidarla başlamış değildir. Onun varlığını İttihat-Terakki cuntasından da ötelere götürmek mümkündür.
O, herkesin iktidarın “iki dudağının arasında” olduğuna inandığı Osmanlı Sultanları bile ancak askeri yapıyla uyumlu olabildikleri takdirde ve sadece bu süreler içinde iktidar olabilmişlerdir. Yeni fetih, işgal ve ganimetlerle orduyu doyurdukları; bol bol ulufe dağıttıkları, haraç toplamalarına olanak sağladıkları sürece. Aksi takdirde sıradan Osmanlı vatandaşlarının başına gelenlerden onlar da nasiplerini almışlardır.
Örneğin bazı danışmanlarının dolduruşuna gelerek askerin avantasını kısıp, Yeniçeri Ocağını kaldırmayı planlayan 18 yaşındaki Sultan Genç Osman, hemen tahttan indirildi, bir beygire bindirilip alayla şehirde dolaştırıldıktan sonra götürüldüğü askeri kışlada Yeniçeriler tarafından tecavüz edilerek öldürüldü! [1622]
Osmanlı tarihi, askerle ters düşünce hal’edilen, boğdurulan Sultanlarla, ya da kazan kaldıran Yeniçerileri, askerleri yatıştırmak için onların önlerine atılan Vezir-i Azam kelleleriyle doludur.
Sultan Abdülaziz 1876’da Harp Okulu öğrencileri ve Donanma tarafından Dolmabahçe Sarayından alınarak tutuklanmış, bir ay sonra da kapatıldığı saray odasında dövülüp bilekleri kesilerek öldürülmüştü. [Zaman gazetesi 2005 yılında, Sultan Abdülaziz’in muhtemelen öldürülmeden az önce çekilen, hizmetçilerinin kendisiyle dalga geçerek üzerine yaslandıkları, perişan ve korkulu gözlerle bakışını gösteren bir fotoğrafını yayınladı.]
İttihad-Terakki liderlerinin 1913’de bellerinde silahlarla Bab-ı Ali’yi basıp hükümete el koymaları ise ayrı bir hikayedir. Teşkilatın silahşörü Yakup Cemil baskın sırasında önüne gelen kim varsa devirmişti.
Osmanlı Hanedanının, asker ocağıyla bu ilişkisine bakıldığında Kemalistlerin 1922’de Saltanatı lagvederek Hanedanı yurtdışına kovmasının öyle pek de büyük bir adım olmadığı görülür.
Ordunun kendisine zıt giden sivil yöneticilere bağladığı kinin bir örneği de Adnan Menderes’tir. Özel bir Mahkeme kurulup, eften püften davalarla 1961’de idama mahkum edilen “sakıt başbakan” ın, ip ve cellat parasının ailesinden istendiğini bilir miydiniz? Adamın üç oğlundan biri intihara sürüklenmiş, biri esrarengiz bir trafik kazasında ölmüş, diğeri de başka esrarengiz bir trafik kazasında yatalak kalmıştır... İhtimal ki Celal Bayar “yaş haddi”nden değil Teşkilat-ı Mahsusacılığı nedeniyle ipten kurtulmuştu.
1993’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın özellikle de Kürt sorununa ilişkin olarak askerin ezberini zorlayan aykırı politikaları nedeniyle, zehirlenerek öldürülmüş olduğu bugün artık çok daha açık biçimde dile getiriliyor. 2006’da Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın makam otomobilinin kapılarının nedense açılmadığı tutup boğulmaktan, son anda camların balyozla kırılmasıyla kurtulabilmesinin bugün yaşanan Cumhurbaşkanlığı-iktidar kapışmalarıyla hiç ilgisi olmadığını kim iddia edebilir?
Nerede bir komplo, suikast, darbe, entrika, gizli-kapaklı kirli işler varsa; başka adres aramağa gerek yoktur!
İttifaklar ve manipülasyonlar
Militarist bürokrasi, kendi kabul edebildiği ölçülerde ve ihtiyaca binaen her zaman sivil siyasete belli bir oyun alanı açmıştır. Bu ihtiyaçların da iç dinamiklerden çok, dış koşullara, konjonktüre bağlı olduğunu belirtmeliyim: 1946’da “çok partili siyasi hayata geçme” manevrası böyledir; Her darbe ve müdahale sonrasında “demokrasiye geçiyoruz” maskaralığı da böyledir. Demokrasiye geçmekten kastedilen şey, askeri bürokrasinin sivil siyasetin kural ve aktörlerini, sınırlarını yeniden belirlemesinden ibarettir.
Moğol-Selçuklu-Osmanlı süreçlerinden beri gelen askeri bürokrasinin sınıflar üstü, özerk konumuna başka makalelerde değinmiştim. Burada, Militarist oligarşinin, diğer toplumsal sınıflarla arasındaki güç ve iktidar mücadelelerinin zaman zaman yanıltıcı görünümler alabildiğine de dikkat çekmek istiyorum. Bürokrasinin, sosyo-ekonomik alt yapıda güçlenen sınıflar karşısında, ayrıcalıklı pozisyonunu koruyabilmek için muhalif toplumsal tabakalarla ittifaklar aramaya, onların desteğini kazanmaya çalışması dikkat edilmesi gereken bir olgudur.
Sözgelimi, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemine kadar askeri elit, mülk sahibi sınıflarla, toprak beyleri ve aristokrasiyle değişik kombinezonlara girerek siyasette egemen olagelmekteydi. Sultan Abdülhamit dönemiyle birlikte ise, Askeri bürokrasi Jön-türk ve İttihad-Terakki çizgisiyle kendisine Osmanlı toplumunun değişik muhalif sınıf ve katmanlarından ittifaklar sağlamaya çalışmıştır. Kendi iç dinamikleriyle gelişen bağımsız toplumsal hareketlerden, o anki durumuna uygun olarak yararlanmaya çalışmışlardır. Osmanlı feodal despotizmine karşı mücadele etmelerine rağmen Batıcı modernist aydınlarla, Hıristiyan halkların [Rum, Ermeni, Bulgar, Arnavut, Makedon] ya da Selanik’in [Yahudi ağırlıklı] kozmopolit burjuvazisiyle geliştirdikleri monarşist ittifaklar ya da Fransız, İngiliz ve Alman yönetimleriyle girişilen ilişkiler böyledir..
Ne ki bu durum “Ordunun ihtilalci, devrimci, değişimci rolü” üzerindeki tüm tantanalı efsanenin kaynağı olmakla kalmaz; aynı zamanda Osmanlı’dan günümüze iç dinamikleri oldukça zayıf olan ve bu yüzden de “askeri destek arzulayan” muhalif grupların, aydınların da “ordu” konusundaki felaketli yanılgılarının da kaynağını oluşturur.
Osmanlı askeri bürokrasisi ne istediğinden ve nasıl yapacağından gayet emindir. Yanılgıda olan onların sundukları biçim ve görüntülere aldananlardı.
Böylece örneğin Taşnak Partisi yöneticilerinin bir ay önce İttifak görüşmeleri yaptığı İttihad-Terakki tarafından birkaç ay sonra başı taşlarla ezilerek öldürülesiye sürgüne gönderilmeleri anlaşılabilir. En muhafazakar komutanlardan birisi olan Kazım Karabekir, Bolşevikleri avlamak için “rütbe ve mevkiye önem vermeyen halk ordusu neferi” havalarında rütbelerini sökerek sınır görüşmelerine gider ve aynı zamanda da “Anadolu halkını örgütlemeye gelen” TKP önderlerini, Mustafa Suphi’leri, Karadenizde boğdurma planları da yapmaktadır. Enver Paşa hem Alman Emperyalizmi ile birlikte “Büyük Turan” seferine çıkar, hem de Bolşevik Zinovyev’in başkanlığında toplanan Baku Doğu Halkları Kurultay’ına delege olarak katılmayı da ihmal etmez.
Ankara Valisi Tandoğan’ın “Bu memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz.” demesi boş bir laf değildir. Askeri bürokrasinin bütün ideoloji, din ve inanışların üzerindeki iktidar prensiplerinin –siyasal pragmatizmlerinin- veciz bir ifadesidir.
Militarist bürokrasinin iktidarını korumak ve kurtarmak uğruna toplumsal muhalefeti manipüle etmesinin bir örneği 1920’lerin Kemalist hareketi ve bir diğeri de 1960 darbesidir. 60’da “aydınların” desteğini almayı başaran ordu, onlar cici 1961 Anayasası ile oyalanadursunlar, sermeyadarlar sınıfıyla kendileri ayrıcalıklarını tahkim etmeye uğraşıyorlardı. Meşhur OYAK bu arada kuruluverdi. 70’lere gelindiğinde ‘68 kuşağının devrimci gençlik hareketi ve güce susamış 40 yıllık Türk sosyalistleri kendilerini Cuntacıların yedeğinde buldular: Kemalizmden yarım kalmış “anti-emperyalist kurtuluş savaşı”, 60’da kesintiye uğramış “ulusal demokratik devrim” tamamlanmayı bekliyordu. İhtilalci subaylar, devrimci gençler hazırdı. Böylece kendi ayakları üzerine gelişen devrimci sosyalist hareket, Kemalist cuntacıların manipülasyonuna uğramış oldu. Sonuçta ne olduysa oldu “Balyoz!” bütün Sol’un, demokratların başına patladı. 11 Marttaki “Devrimci Darbe”, 12 mart’ta “Karşı devrimci darbe”ye böyle dönüştü. Militarist bürokrasi toplumsal muhalefeti koç başı ve tehdit olarak kullanıp istediğini elde etmişti. Bu sayede, büyük ekonomik ayrıcalıklar sağlamış, ülkenin önde gelen tüccar, yatırımcı, işveren ve finans grubu haline gelmenin yolları açılmıştı.
O halde birkaç ay önce “Kemalist devrim” diye sırtlarını sıvazladığı gençleri “anarşist” diye darağaçlarına yollayabilir, izini sürdüğü yerde kurşuna dizebilirdi. Ne acıdır ki o gençler, darağaçlarına gönderildiklerinde, Kızıldere ve Nurhaklarda kurşuna dizildiklerinde bile Kemalist ordunun “devrimci ve değiştirici rolüne” dair yanılgılarını halen kafalarında taşıyorlardı.
12 Eylül darbesine gelinceye kadar geçen sürede olup biten “sağ-sol”, “alevi-sünni” çatışmalarının, yönlendirmelerin, provokasyonların merkezinde TSK’nın Özel Harp Dairesinin durduğu ve ortamı hazırlamaya ne kadar yardım ettiği de uzun bir bahistir. Sadece belirterek geçiyorum.
Bugün de ordu, AK Parti iktidarının temsil ettiği sosyal sınıflar ve küresel sermaye karşısında oyunun kurallarını kendisi belirlemek ve ayrıcalıklarını korumak adına, daha önce itip kaktığı toplumsal sınıfların desteğini aramaya çalışmaktadır. Laiklik, anti-emperyalizm, yabancı düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, milliyetçi bağnazlık gibi saldan soldan ne bulabildiyse kendisine payanda yapmaya çalışmakta. Çeşitli provokasyon, kışkırtma, komplo ve manipülasyonlarla kitle tabanı yaratmaya uğraşmakta.
İşin kötüsü başka örneklerinin aksine Türkiye’deki militarist bürokrasi kendisine kolayca kitle tabanı bulabilmektedir.
Aklı başında olmadığı, hafızasını kaybettiği için yediği bunca kazığa rağmen toplumsal muhalefetin birçok öğesi [birçok sendika, kimi modernist / laik aydınlar, Aleviler, kadın örgütleri] Genelkurmayın çaldığı İsrafil düdüğüne toplanmak için yarışabiliyorlar. Öyle ki her gün kendilerine bir araba küfür ve hakaret yağdırdıkları Kürt ulusal muhalefetinin kimi temsilcileri bile onlara ilan-ı aşk edebilmektedirler.[PKK lideri veya DTP Eş başkanının Kemalizm methiyeleri gibi...]
Bir yandan son derece bağnaz, ırkçı, gerici bir söylem yürütürken Paşaların aynı zamanda AB veya ABD’ye laf dokundurmalarından mest olup, “Paşalar sonunda uyandı, bizim dediğimize geldiler!” diye sevinen “ulusal solcu”ları görünce, asker sopasının bu toplumun sırtından daha uzun süre niye inmeyeceğini idrak edebiliyoruz.
Yine geldik “Türkiye’de darbe olur mu” sorusuna.
‘80’li yıllarda Diyarbekir 5 No’lu Zindanında yatanlar bilirler; bütün tavan ve bütün pencere camları boydan boya Türk bayrağı boyalı, duvarlarda at nalı gibi harflerle karış yazılmış Atatürkçü sloganlar, duvar yazıları vardır. Yüzünüzü nereye çevirirseniz karşınıza çıkar. En sık yazılanlardan biri de: “Kardeşimdir, kardeşimdir alnı secdeye gelen!” sözüdür. Sayıları bir hayli olan küçük yaştaki tutsaklar “Çocuk Koğuşu”nda bir araya toplanmış, başlarına da İslamcı hava korsanları eğitmen verilerek onlara dini eğitim yaptırılırdı. Ramazanda oruç tutmaya, namaz kılmaya zorlanırlardı. Koşu yaptırıldıktan sonra tek sıra yanaşık düzen içeri alınan çocuklara “birbirinizin kıçına sürtündünüz, cenabet oldunuz!” diye gusül abdesti almaya gönderilirlerdi. Cezaevi komutanının koğuşlarda “sünnet” muayenesi yaptırıp, sünnetsiz çıkan kafir ve Ermenileri sünnet düğünü ile ödüllendirmek istediği günlerdi bunlar. Müslüman kardeşliğini bizim “komünist kafalarımıza” kazımak isteyen o askeri kafa , bugün Genelkurmay sitesinde “küçük çocuklara ilahi okutuluyor” örneği vererek “Laiklik elden gidiyor” diye toplumsal destek istiyor...
“Darbe olacak mı olmayacak mı” sorusu Türkiye gerçekliğini anlamamış olanların sorabilecekleri naifçe bir sorudur. Eğer, kurallarını askerlerin koyduğu, aktörlerini askerlerin belirlediği sivil siyasete ayrılmış daracık alandaki kısa paslaşmaları “demokrasi” saymıyorsak; askeri vesayet altındaki bu sistemde sorulması gereken doğru soru: “Türkiye sivilleşebilecek mi?” ya da “Nasıl medenileşecek?” olmalıydı.
Recep Maraşlı
20.06.2007
Yorumlar
Yorum Gönder