Êzîdi toplumu tehdit altında...

Onlar 1915 soykırımının sessiz kurbanlarıydılar.

İsimleri ne istatistiklerde, ne kayıp bilançolarında, ne de uluslar arası kampanyalarda fazlaca duyulmadı. Kimi oryantalistler için bu gizemli küçük topluluk sadece sosyolojik bir araştırma konusu olarak renkli ve cazip görünüyordu. O kadar...

Onlardan, Êzîdiler’den söz ediyorum.

Almanya’nın Oldenburg kentinde “Mala Ezîdiyan” (Êzîdi Evi) adına yayınlanan 29 Nisan 2007 tarihli bildirideki “Yüzyıl önceki gibi Êzîdilerin varolup-olmama sorunu yine gündemde geldi” başlığını görünce içim birden cızz etti!

Telim Tolan, Sahap Dag, Dr. Eskerê Boyîk imzalarıyla yapılan ortak açıklamada son haftalarda Güney Kürdistan’da Êzîdilere karşı yürütülen düşmanca kampanyalar sonucu bu toplumun ne kadar tedirgin edildiği ve güvensiz hale geldikleri anlatılıyordu. Aynı günlerde Ali Tuku’nun “Kürd Müslümanların, Êzîdileri katletme hazırlığı” uyarısını yaparak, konuyu genişçe analiz ettiği bir makalesi yayınlandı. Tuku, Êzîdiliğin yok olma tehdidine karşı özellikle Güney Kürdistan hükümetine dinler arası eşitliği sağlayıcı anayasal ve yasal güvenceler alması yönünde kayda değer öneriler sunmaktadır.

Arapça “buyruk” demek olan “Ferman” Kürtçe’de “katliam, soykırım” anlamına geliyor. Yüzlerce yıllık Arap ve Osmanlı egemenliği altında farklı din ve halklar bu ölüm fermanlarıyla yok edildi, boyun eğdirildi. Êzîdiler şimdiye kadar 72 Ferman yaşadıklarını söylüyor ve günümüzde de 73’ncüsü ile karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar.

Güney Kürtlerinin özgürlük ve federalizm yolunda ilerledikleri bir dönemde tam tersine Êzîdi Kürt toplumunun etnik ve dinsel düşmanlığın hedefi haline gelebilmesi ve Êzîdi kurumlarının, aydınların katliam alarmı verecek noktaya gelmesi oldukça kaygı verici ve düşündürücüdür.

Geçtiğimiz hafta Şexan’da Êzîdilere yapılan saldırılarda birçok ev, işyeri ve arabalarının kundaklandığı, Êzîdilere ait kutsal mekanların tahrip edildiği haberleri basında yer aldı. Aynı günlerde Musul’da bir aracı durduran fanatik islamist gruplar, otobüsten indirdikleri 24 Êzîdi işçiyi kurşuna dizdiler. Êzîdilerle alış-veriş yapmama, onların yaptığı ve sattığı ürünleri “haram” kabul etme, Êzîdileri toplumsal alanlardan dışlamaya yönelik sistemli kampanyalardan huzursuz olan birçok aile Güneybatı Kürdistan’a göç etmekteler.


Êzîdi karşıtı kampanya ve sonuçları

Görünüşe göre Ezîdi karşıtı kampanya, 7 Nisan’da Şengal’ın Behzan köyünde 17 yaşındaki Ezîdi kızı Xatû Dua’nın Müslüman bir Arap erkeğiyle kaçmış olmasından dolayı, kendisinin taşlanarak vahşice öldürülmesi olayıyla birlikte alevlendi. İnsan hakları örgütleri, kadın kuruluşları Dua’nın katledilmesine karşı haklı olarak sesleri yükselttiler, protesto gösterileri yaptılar. Ne yazık ki bu protestolar bir biçimde çoktan beri yürütülmekte olan Êzîdi aleyhtarı kampanyayı perdelemeye yarayan bir aracı haline getirildi.

Kürd toplumunda “namus” ve “töre” adıyla kadın ve genç kızların öldürülmesi, ne yazık ki halen çok büyük bir toplumsal sorun. Güney Kürdistan’da sadece 2006 yılında 536 kadın bu tür cinayetlere kurban gitti. Sadece Amadiye kentinde bir yıl içinde kendini yakarak intihar eden kadın sayısı 136’yı buluyor. Kadınların büyük acılara neden olan bir yöntemle intihar etmeleri, onların ne derece ağır bir atmosfer altında yaşadıklarını gösteriyor. Ya da aynı anlama gelmek üzere erkekler tarafından öldürülen kadınların, yakılarak suç delillerinin yok edildiğini düşündürtüyor. Buna karşın bu olayların hiç biri Müslümanlar ve İslam karşıtı bir kampanyanın gerekçesi olmadı.

Êzîdi toplumunun dünya çapındaki en yüksek Ruhani meclisi toplantı yaparak, önderleri aracılığıyla Dua’nın katledilmesini “vahşice bir eylem” olarak niteleyip, kınadıklarını açıkladılar. Meclis ayrıca Êzîdilerin barışçıl bir toplum olarak dinler ve halklar arasındaki kardeşliği ve eşitliği savunduğunu belirtti. Şexan olaylarına ve Musul’da 24 Êzîdinin sadece dini kimlikleri nedeniyle öldürülmüş olduğuna da dikkat çeken meclis, bunun Kürdistan’da dinler ve halklar arasındaki kardeşliği bozmaya yönelik olduğunun da altını çizdi.

Kaldı ki Êzîdi karşıtı kampanya aslında çok daha öncesine dayanıyor. Musul'a bağlı Şexan kasabasında 14 Şubat günü yaşanan olaylar, Muziri aşiretine bağlı suni müslüman bir kadının koca dayağından kaçarak içinde Êzîdilerin de yer aldığı güvenlik güçlerine sığınmasıyla başlamıştı. Kadının ailesi Müslüman bir kadının Êzîdi polislerce kaçırıldığını söyleyerek polislere saldırdı ve kadını güvenlik kuvvetlerinin elinden zorla geri aldılar. Hakkında ölüm kararı verilen kadın, kasaba meydanında dövülüp, başı taşlarla ezilerek vahşice öldürüldü. [Dua olayının aksine, manidar şekilde bu olay herhangi bir protesto kampanyasına vesile olmadı.] Muziri aşireti, kadının kaçmasında rolü olduğu iddiasıyla 2 Êzîdi genç hakkında da ölüm kararı çıkartarak Şexan Kaymakamlığı'ndan bu iki gencin kendilerine teslim edilmesini istedi. Kaymakamın bu talebi kabul etmemesi üzerine başlayan olaylar 3 gün boyunca sürdü, Şexan ve Dihok’ta Êzîdilere ait birçok işyeri, araç ve ev kundaklandı, Mîr Tahsin Bey’in evi ve Êzîdixane dahil olmak üzere kutsal mekanları tahrip edildi.

Bu olay Müslümanların, başka bir dine mensup hiç kimsenin (Peşmerge bile olsalar) görevli olarak kabullenilmediklerinin de bir göstergesi sayılabilir. Fakat daha da önemlisi Êzîdilerin nispeten çoğunlukta yaşadıkları bir kentte girişilen bu saldırıların taşıdığı provokatif niteliktir. Örneğin Mîr Tahsin Bey’in evine hemen karşı binadaki KDP bürosunun damından, ağır silahlarla ateş açılmış olması kışkırtıcılığın boyutlarını gösteriyor. Bu saldırının önemini anlatmak için Êzîdixane’nin Katoliklerde Papalık, Müslümanlarda Halife ne ise öylesi bir sembolik bir öneme sahip olduğunu belirtmek yerinde olur. Eğer Mir Tahsin Bey’in halkı sakinleştirici tutumu olmasaydı, Êzîdi halkın saldırganlara aynı biçimde karşılık vermesi halinde Şexan’daki Êzîdi peşmergelerin de dahil olacağı büyük çatışmalar yaşanabilir, bu çatışmalar büyük katliamlara neden olabilirdi.

Şexan’da yaşanan saldırıların etnik-dinsel bir boğazlaşmaya dönüşmemesine Êzîdilerin ruhani önderi Mîr Tahsin Said Bey’in halkı soğukkanlılığa çağıran tutumu kadar Kürdistan bölge başkanı Mesud Barzani’nin açıklamalarının sukuneti sağlayıcı bir rol oynadığı anlaşılıyor.

Ne ki bu her şeyin bittiği anlamına gelmiyordu. Tam da bu sırada meydana gelen Hatu Dua olayı, anti-Êzîdi kampanyanın boyutlandırılması için bir vesile oldu.

Musul’da yol kontrolü yaparken otobüsten indirilen 24[1] Êzîdi işçinin İslamcı fanatikler tarafından kurşuna dizilmesi, Êzîdilerin düşman hedef ilan edildiğini gösteren klasik bir “silahlı propaganda!” eylemi...

Hewler’deki otellerin çevresinde hamallık yapan Êzîdi işçilere saldırıldı ve şehri terk etmeleri istendi. Yine aynı günlerde Selahadin Üniversitesindeki Êzîdi gençlere saldırıldı ve yaralandılar. Birçok Êzîdi can korkusuyla burayı terk ederek Şexan ve Şengal’a sığındı. Oysa bir yandan da Musul’daki Üniversitelerde yuvalanmış olan İslamcı fanatiklerin saldırıları nedeniyle 700 kadar Êzîdi öğrenci öğrenimlerini bırakarak evlerine dönmek zorunda kalmışlardı. Mala Êzîdiyan’ın bildirisinde son derece dramatik olarak şu sorulmakta:
“Musul’daki Êzîdiler Kürdistan’a doğru kaçıyorlar, ya peki Kürdistan’dan nereye kaçacaklar?”



Güney Kürdistan’ın federal inşasında din, devlet, politika ve hukuk sorunları

Ne yazı ki Irak’tan her gün yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırılar, etnik çatışma haberleri gelmesi kanıksanır bir hale geldi. ABD işgali Irak’ın Sünni ve Şii Arap bölgelerini tam bir sosyal, siyasal afet bölgesi haline getirmiş durumda. Tüm bu kaosun içinde daha sakin ve huzurlu görünen Güney Kürdistan’da ise etnik-dinsel çatışma haberlerinin artmaya başlaması bu yıl Kerkük’ün siyasal statüsünün belirleneceği referandum öncesinde, özellikle Türkiye ve bölge devletlerinin bölgeyi destabilize etme çabalarının bir ürünü olarak da görülebilir.

Ne var ki özgürleşmeyi, federalizmi ve devletleşmeyi, bölgenin binlerce yıllık çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü yapısını dikkate alan demokratik bir toplumsal yapı inşa etmek olarak değil de, tek ulus ve tek dine dayalı yeni bir siyasi bir totalitarizm inşa etmek olarak tasavvur eden siyasi anlayışlar, bu tür etnik yok etme zeminini de alabildiğine beslemekteler. Farklı ulus, din ve kültürlerin, birbirinin haklarına, varlığına saygı temelinde bir arada yaşama kültürü değil de, fırsat yaratarak ötekinden kurtulma, kendisine tabi kılmaya ya da benzeşmeye zorlama anlayışı da çatışma zemini besleyen bir zihinsel yapıdır. Bu durum ilişkilerin kolaylıkla provoke edilebilmesine, yok edici bir enerjinin tetiklenmesine imkan vermektedir.

Yoksa bu tür barbarlıkları sadece “dış kışkırtma ve tertiplerle” açıklayıp, kökleri toplumların içinde duran bozuklukları göz ardı etmek, daha başkaları için zemini müsait tutmaktan başka bir anlama gelmez.

Tarihteki örneklerine baktığımızda farklı etnik ve dinsel yapıların özellikle savaş, iç çatışma ve yeni devletleşme süreçlerinde etnik arındırma, katliam tehdidi altına girdikleri görülür. Savaş, iktidarı tekelleştirmek isteyen zümreler tarafından farklı etnik, dinsel yapılardan kurtulmak için hep uygun bir fırsat olarak görülmüştür.

Devletlerin kuruluş aşamaları, genellikle dış tehditler, kuşatma teorileri vb. gerekçelerle totaliter, merkeziyetçi-monolitik bir tarzda gelişiyor. Oysa inşa süreçlerindeki her kusur, her anormallik ileride çok daha büyük problemler olarak büyüyecek, yapının çökmesine ya da dağılmasına varabilecektir. Tıpkı temeli bozuk atılan bir bina ya da çocukluk hastalıklarıyla zayıf düşmüş bir bünye gibi...

Bütün bunlar kaçınılmaz kurallar değildir, tarihten öğrenmek ve bunları değiştirmek mümkündür. Güney Kürdistan’daki devletleşmenin demokratik bir zemine oturması, demokratik inşayı esas alması, bu nedenle can alıcı bir öneme sahip.
Kürdistan, tarih boyunca köklü uygarlıkların, farklı ulus, din ve kültürlerin adeta fışkırdığı bir coğrafya üzerinde yer alıyor. Kürt ulusunun özgürleşmesi, ancak kendisiyle birlikte bütün ezilen kültürlerin de özgürleşmesiyle daha anlamlı hale gelebilir.

Güneydeki federalist inşanın iç ve dış birçok sorunla karşı karşıya olduğu açık. Bu yazımda sadece konuyla bağlantısı açısından farklı din ve kültürlerin, toplum hayatına katılımı ve siyasal temsil sorunlarına değinmek durumundayım. Bir zamanlar Kürt ulusal hareketine -“sosyalist inşa”dan ötesi hiç düşünülmediği için!- çok uzak ve anlamsız gibi görünen ve burjuva demokrasilerine ait laiklik veya din devleti tartışmaları işte artık Kürtlerin de gündeminde!

TC’deki gibi Kemalist bir laisizm mi, İran ya da Suudi Arabistan’daki gibi din devletleri mi, azınlık kültür ve dinlerin oligarşisi mi, dinlerin inkar edilip yasaklanması mı yoksa yüzlerce yıllık çatışma ve değişimlerden geçerek [en ideali olmasa bile] olgunlaşmış, din ve devlet ilişkisinin kişisel temel hak ve özgürlüklere, vicdan özgürlüğüne göre tarif edildiği çağdaş bir laiklik mi?


İslâmî totalitarizmin hukuksal dayanakları
Kürdistan Federal bölge hükümetinin bir “Din İşleri Bakanlığı” var. Bu bakanlık, Kürt halkının büyük bir çoğunluğuyla Müslüman olduğundan hareketle İslamlığı resmi bir din olarak kabul ediyor. Ötekilerin varlığına ise hoşgörüyle yaklaşılacağını vaat ediyor.
Irak Anayasası “Irak devletinin resmi dininin İslâm olduğunu ve İslam’a aykırı yasa çıkartılamayacağını” belirtiyor. Kürdistan Bölge Anayasa’sında ise „Kürdistan Bölgesinin vatandaşlarının ırk, renk, cins, dil, etnik köken, din ya da ekonomik statü bakımından aralarında hiçbir ayırım olmaksızın, hakları itibariyle kanun önünde eşit” [Kısım II, madde 8, ı) ] olduğunu belirtmesine rağmen,  aynı Anayasa “Din, inanç ve dinsel vecibeleri yerine getirme özgürlüğünün, ancak Anayasa veya Federal Anayasa'nın veya federal yasaların hükümleriyle çelişmediği sürece ve genel moral standartlara ters düşmediği sürece, güvence altına alınmış“ olduğunu ifade etmektedir. [Kısım II, Madde 16] Anayasa’da varlıgı kabul edilen „Müslüman olmayan topluluklar, özel bir yasa doğrultusunda, dinsel, "ruhani" ve yasal oluşumlar kurma hakkına sahiptir. Bu oluşumlar, söz konusu topluluklara mensup insanların tüm kişisel işlerine, "Müslüman" dinsel mahkemelerinin yetki ve sorumluluk alanlarının dışında olan işlere bakma hakkına sahiptir.-„ [Bölüm 3, Madde 60: ] denmektedir. (Acaba „Müslüman dinsel mahkemelerin yetki ve sorumluluk alanlarının dışında olmayan“ ne var?)
Bütün bu dolambaçlı madde ve anlatımların hukuksal ve pratik bir tek sonucu vardır: Güney Kürdistan’da Irak’ta olduğu gibi „İslâm hukuku“ geçerlidir, şeriat mahkemeleri çalışmaktadır. Hristiyanlar, Êzîdiler, Heqqeler veya başka din veya inançların „ancak İslam hukukunun tanıdığı sınırlarda bir „özgürlüğe“ bir „hakka“ sahiptirler. Yani tıpkı yüzlerce yıldır Arap, Osmanlı ve son olarak Baas diktası altında olageldiği gibi…
Bu yüzden de Kürdistan Bölge Hükümeti Din İşleri Bakanlığı’nın açıklaması farklı din, mezhep, inanç, felsefik düşünce taşıyan insanların ancak “İslam’ın kılıcına boyun eğdikleri sürece, onun lütfettiği hoşgörüden yararlanabilirler” anlamına geliyor. Çünkü bütün Anayasal metinlerde atıfta bulunulan ve geçerliği tartışılmayan İslam hukuku, kendi dışındaki din ve inançlar için ”boyun eğme, tabi olma” şartı arıyor. Yüzlerce yıllık uygulama derken bunu kastediyorum. Müslümanların bunu son derece adil bulmaları normal. Peki ya tabi olması istenenler? Günümüzdeki İslamist radikalizmin çatışmaların temelinde de “İslam” adına siyasal ve hukuksal egemenlik bulunuyor.

Sonuçta ya İslam egemenliğini kabul ederek, onun hukuk hoşgörüsü içinde yaşayacaksın. Eğer kendine ait bir hukuksal alan istersen, bu otoriteyi parçalayacağı için, topraklarından çıkarılmaya çalışılacaksın, “kılıcı” (seyfo’yu) ya da “ferman”ı yiyeceksin! Êzîdi toplumunun karşı sarşıya olduğu tehdidin hukuksal arka planı budur.

Kürdistan’da yalnızca İslam dini ve mezhepleri yok; Asuri, Süryani, Keldani toplumlarınca değişik kiliselerde temsil edilen köklü bir Doğu Hıristiyanlığı; binlerce yıldır Kürtlerin en eski ve otantik inancı olarak Êzîdilik ve çok fazla bilinmeyen Heqqeler var. En eski din, inanç ve kültürlerin yatağı olan bu bölgede, modern dünyanın yansımaları olarak Ateistleri, farklı felsefi inançlara sahip insanların varlığını da görmek gerekiyor.

Kürdistan çok dinli bir ülke olmasına, birçok felsefi inanç ve kültürü barındırmasına rağmen Kürdistan Din İşleri Bakanlığı’nın sadece “İslam dinini” resmen kabul etmesi, diğerlerini görmezden gelmesi böylesi önemli bir handikaptır. Bütün yurttaşlar arasında gerçek bir hak eşitliği olabilmesi için kamusal alanın ve siyasetin seküler bir anlayışla yeniden oluşturulması gerekir.


Êzîdi kurumları ve aydınlarının verdiği alarm işaretlerine karşı duyarsızlık ve Yapmamız gerekenler

Kürd aydınlarının, basın organlarının son yaşanan olaylar karşısında oldukça tutuk ve alttan alan bir yaklaşım sergilemeleri ise endişe verici. Demokratik toplumsal ilişkilerin inşası, halklar, kültürler, inançlar arasında kalıcı güven ilişkilerinin yaratılması uzun zaman istiyor, yıkılması ise bir anlıktır. Eşitsizlik ve hak ihlalleri karşısında tereddüt göstermek, haksızlığa uğrayan gruplar içinde derin kırılganlıklara neden olabilmektedir. Egemen kültürün, baskın etnik ya da dinsel öğelerin bakış açılarını kabullenmek;hatta bunun farkında bile olmamak, öteki için böyle bir duyarlılık taşımamak kendi elimizle sivil toplumun önüne barikatlar dikmek demektir. Örneğin Êzîdi toplum örgütlerinin bu kadar önemli bir konuda yaptıkları acil alarm çağrıları karşısında bugüne kadar sadece Kek Osman Aydın, “Kendimi de kınıyorum” başlıklı bir yazı ile tepki verdi. Geri kalan suskunluktan Kürd politik parti ve sivil toplum örgütlerinin, aydınlarının, ortada bir sorun görmedikleri, kafa ve gönüllerinin rahat olduğu sonucunu mı çıkarmak gerekiyor?

Bu duyarsızlığa bakınca zaman zaman Êzîdilerin kültür ve geleneklerine ilişkin basın organlarında yer verilen yazılar, bana, 60’lı yıllarda “populist” (halkçı) aydınların evlerinin bir köşesinde “Şark köşesi” yapmaları kadar yapay bir yaklaşımı hatırlatıyor. Duvara asılan bir kilim sayesinde insanlar, “doğuyla”, “halkla” ilişkilerini tanımlamış, kendi içlerini rahatlatmış, dışarıya da kanıtlamış sanıyorlardı. Sıra ulusların hak ve özgürlüklerini savunmaya gelince ortada görünmüyorlardı.

“Dış tehditleri”, “düşman kuşatmasını” gerekçe göstererek içe dönük eleştiriyi askıya almak, haksızlık ve anormalliklere “normaldir daha yenidir” diyerek kulak kapamak, yapılan her şeyi hayırhah bir tutumla rasyonelleştirmek, örneğini “Sosyalist Anavatanın savunulması” adı altında SSCB’de bürokratik bir diktatörlüğünün inşa edilmesi ve uluslararası sosyalist hareketin içten çürümesine katkı yapılmasında gördüğümüz gibi faturası ağır bir öngörüsüzlük olacaktır.

Güney’in etkin siyasal güçleri olan PDK ve YNK’nin tavrı, demokratik bir devlet mi yoksa egemen sınıfların eğilimleri içinde tipik bir “Ortadoğu diktatörlüğü”ne razı mı olunacağı noktasında belirleyici bir öneme sahip.  Bu da eleştiriyi, toplumsal muhalefeti, aydın inisyatifini cok daha önemli hale getirmektedir.

Êzîdilerin kendi anavatanlarında, kültür ve tarihinin, dilinin oluşmasına tarihsel katkılarının olduğu bir toplumda dışlanmaya çalışılmaları, kendi devletlerinin inşa edildiği bir süreçte kendilerini katliam tehdidi altında bulunmaları tarihsel bir haksızlıktır.

Êzîdiliğin hem Irak ve hem de Kürdistan Bölge Anayasasında, İslamlık, ve Hıristiyanlıkla beraber resmen tanınan dinler arasında sayılması, yasama ve yürütme organlarında, toplumun her düzeyinde temsilde adaletten faydalanmaları, toplum olarak varlıklarının Anayasal güvence altına alınmasının bütün Kürt örgütleri ve aydınları tarafından savunulması ve takipçisi olunması gerekiyor.

Keza Asuri/Süryani, Keldani gibi Hiristiyan toplumların kültürel -bölgesel özerklikler, kantonal ve ya başka tür federatif modellerle sürece katılmalarını; Kerkük ve benzer kentlerin çok dilli, çok kültürlü yapılarının korunmasını savunmak da en başta bizlere düşer.

“Hoşgörü” ve “tahammül” gibi lütfedici kavramlarla değil, ötekilerinin eşit haklarını kabul ve varlığına saygı temelinde yaklaşmak, birbirlerinin düşmanı ve tehdit unsuru olarak değil, tamamlayıcı ve denetleyici unsuru olarak algılamak, demokratik bir inşa için vazgeçilmez ilkelerdir. Böylesine çok inançlı, çok dinli, çök kültürlü bir yapı değil de tekil bir unsurun egemenliği öngörüldüğü bir yapı, her zaman için homojenleştirmeyi, tek-tipleştirme yetkisini, ötekilerinden kurtulma ve arınma yedeğini içinde barındırır.

Aydınların, bilim insanlarının, sanatçıların, insan hakları savunucularının, sivil toplum örgütlerinin -kendimize ilişkin olarak da- değiştirmemiz gereken şeyler olduğunu düşünüyorum.

Kalıcı olan toplumumuzda her din ve inanışın, her dil, etnik grup ve kültürün medeniyetimizin bir parçası olduğu; farklılıklardan korkma ve arınma değil, farklılıklara saygı ve sahip çıkmanın erdemine dayalı bir kültür oluşmasına çalışılmasıdır.

Kullanılan dili, mantaliteyi, algı ve anlatımı tümüyle yeniden köklü biçimde sorgulamak gerektiği inancındayım. Özellikle şu “azınlık-çoğunluk” terminolojisinden başlayarak, “hoşgörü” ve “tahammül” gibi lütfedici büyüklük gösterilerinde bulunmadan, “Gayrı Müslim” diyerek her şeyi İslam’a göre hizalama alışkanlığından vazgeçerek, “zenginliğimiz” adıyla mülkleştirerek egemenliği başka biçimde tarif etmeden, eşit haklara saygıyı esas alan temelli bir değişikliğe ihtiyaç var.

Evet, toplumumuzu, ülkemizi, tarihimizi çok iyi tanımadığımız için sağı solu kırıp dökerek, egemen dil ve kültürü her gün yeniden inşa ederek bizler de farkında olmadan [tıpkı doğayı olduğu gibi] toplumsal, tarihsel dokumuzu da tahrip ediyor, çöle çeviriyoruz. Farklılıkların yok edilmesine katkı yapmış oluyoruz.

Ülkesini terk etmek zorunda kalacak her Êzîdi ile birlikte demokratik toplum ve uygarlaşma beklentilerimizden o denli uzaklaşacağımızı unutmamayı diliyorum.

Recep Maraşlı


05.05.2007

Yorumlar