
Bugün, Kırmızı Cuma günü hep beraber yüzyıllık bir cinayeti izledik.
Hrant Dink belki de 80 yıl sonra kıyısından köşesinden, ima ederek, gönderme yaparak değil meselenin tam ortasında, işin özüyle ilgili olarak konuşan sayılı Ermeni aydınlarından biriydi. 1915 soykırımını, Ermenilerin bu toprakların öz evladı olmasına rağmen nasıl yurtsuz ve köksüz bırakıldıklarını sorguluyordu. Öfkeli değildi, intikam istemiyordu, her şeye ragmen bir arada yaşamanın olanaklı olduğuna,olması gerektiğine inanıyordu yürekten. Ama konuşulmalıydı bunlar, irinler dökülmeli, temizlenmeli düzgün bir başlangıç olmalıydı, üstünü örterek, korku ya da nefret üzerinden değil...
Ne var ki Türkiye’nin egemenleri, köklerini kazıyarak susturdukları bu insanların, uslupları nasıl olursa olsun, konuşmalarına hiç alışık değildi. Hrant’ın ne konuştuğunu duymuyor, dinlemiyor, sadece “Şuna bak! Halen konuşuyor!” diye öfke kusuyorlardı. “Biz onları bir daha asla konuşamasınlar diye süpürmemiş miydik? “ Hrant, onların bir Nisan günü evlerinden, işyerlerinden toplayıp darağaçlarına, yol kenarlarına, uçurumlara, kör kuyulara, satırlara bıraktıkları binlerce Ermeni aydınının, sanki bütün bunlar olmamış gibi cana gelip konuşmaya başlamaları gibi korkunç geliyordu.
“Konuşuyor!.. Konuşuyor!..” diye paniğe kapılıyorlardı. Ne konuştuğu, nasıl konuştuğu hiç önemli değildi; önemli olan 90 yıl önce tamamen toprak ve hayalet haline getirdiklerine inandıkları bir milletin şimdi yeniden hayat alametleri göstermesiydi.
Ve onlar yüzyıl önce bitirdiklerini sandıkları bir cinayetin kurbanlarının hayat işaretleri göstermesinden korkarak, ölümün tamamlanmamış olduğuna hükmediyorlardı. Onu yeniden susturmaya, linç etmeye çalışmaları bundandı. Hrant’ın vuruluşu buydu yani. Yüzyıllık cinayetin devamı...
Kadim Ermenistan’ın yıkık manastırları gibi, kilometrakarelerce yatan sahipsiz mezarlar gibi, saklanmış yetim hayatlar gibi sessiz ve suskun olmalıydı. Ama olmadı, olamadı...
Bu işin nasıl sonuçlanacağı belliydi, ya susacak, ya yurt dışına kaçacak ya da öldürülecekti.
Hrant susmayı ve yurtdışına çıkmayı tercih etmedi, cinayet mahallinde kalmayı yeğledi. Ama orasınında olabildiğince aydınlık, ışıklandırılmış olmasına çalıştı. Açıklığa, şeffaflığa, samimiyete son derece önem verdi. Belki de cinayeti önleyemese bile, katillerin spot lambalarının aydınlığı altında görüneceğini düşündü. Hatta belki yine de görmezden gelinir, inkar edilir diye kendi öldürülüşünün yaklaşan ayak seslerini yazdı gazetesinde. İçi sızlayarak da olsa bu kez cinayetin önlenebileceğini umdu belki de.
Belki de bir Kırmızı Cuma günü, ölümün kendisini nerede ve nasıl bulacağını yüzlerce kez düşünmüşken, kurşunu beynindeki son parıltıları da yok ettiği o son anda “demek ki böyle olacakmış” diye düşündü. Dostlar, ışıklar ve sesler yetersizdi.
Cinayeti hepimiz gördük. Ama bunun yüzyıldır işlenen ve aynı zamanda toplumun parçası haline geldiği kolektif bir suç olduğunun da farkında mıyız?
Kökleri tarihin derinliklerinde duran siyasal, toplumsal bir linç kültürünün ölümcül atmosferinde, son vuruşun kimin elinden olduğunun bir önemi var mı?
Konuşmaya, tartışmaya, yüzleşmeye hazır mıyız?
19.Ocak.2007
Berlin
Yorumlar
Yorum Gönder