Kürtlerin ne istediğine dair bir yazı...


2006’nın bu son yazısını, her birini başlı başına bir makale konusu yapmak istemediğim ama başka bir konu içinde geçerken değinmeye de kıyamadığım bazı söylemlere ayırmak istedim.

İlki şu, “Kürtler ne istediğini bilmiyor”, “Kürtlerin çoğunluğu bağımsızlık istemiyor”, “Her Kürdün gönlünde bağımsızlık yatar ama...” diye başlayan genellemeler... Ya da “Kürtler birlik olmalı”, “Kürtler şöyle yapmalı, böyle yapmalı, şöyle yapmamalı” gibi emir kipiyle nasihat karışımı söylemler...

Bir defa böyle içinde çok çeşitli sınıf ve tabakaları, çıkar gruplarını, din, mezhep ve inanışları, etnik farklılıkları, cinsiyetleri, siyasi görüşleri barındıran, kimine göre 40 milyon kimine göre en az 25 milyonluk ve henüz ulusal bilinçlenme konusunda da çalkantılar yaşayan komplike bir toplumu, sanki tek bir iradi kişilikmiş gibi ele alarak ona bir takım yüklemler yapmak hiç doğru değil. Hatta anlamsız...

Ne istediğini gayet iyi bilen Kürtler var: örneğin tanıyıp izleyebildiğim yüzlerce Kürt aktivisti bence ne istediklerini gayet iyi biliyorlar, dile getiriyorlar, gereğini de yapmaya çalışıyorlar. Eh ne istediğini bilmeyen, gah böyle, gah şöyle kararsızlık geçiren Kürtler de tanıyorum. Bu da normal... Bir ulusun içindeki değişik sınıf ve tabakaların, “ulusun çıkarını” değişik bir algı açısından ele alıp dile getirmelerinden daha doğal ne olabilir ki. Bütün bir toplumun tek ses, tek düşünce taşıyacağını düşünmek, dahası öyle olmasını bekleyerek yakınmak totaliter bir yaklaşım değil mi?

Anormal olan, Kürt toplumundan çok değişik seslerin, istemlerin yükselmesi, birbirine zıt “ulusal” programların bulunması ya da ulusallığı reddeden akımların  bulunması değil; bir yandan demokrasi şiarına sarılmak ama öbür yandan yekpare istemlere reflesklere ve düşüncelere sahip bir toplum düşlemektir.

Kendi görüşünü tüm topluma mal ederek dile getirmeye çalışanlar da benzer bir yanlışın içindeler: Kimi “Kürt ulusunun çoğunluğunun bağımsızlık istemediğine” kefil oluyor, kimisi de “Her Kürdün gönlünde bağımsızlık yattığına” gayet emin... Şöyle düşünüyor insan: Kürt halkının karşısına ne zaman böyle bir özgür seçim sandığı geldi ki, çoğunluğunun bağımsızlık istemediğini böyle güvenle söyleyebiliyorsunuz? Ençok yolunda giden federasyonlar içinde bile uluslar özgür tercihlerini belirtme zamanı geldiklerinde bağımsızlığı tercih ediyorlar. Böyle bir an geldiğinde Kürt toplumunun çoğunluk eğilimi ne olur bilemeyiz; ama şimdi bu eşitsiz ve zorbalık koşullarında sanki halkın özgür iradesini yansıtacak ölçütler varmış gibi "Kürtlerin çoğunluğu bağımsızlık istemiyorlar ya da istiyorlar" demek nasıl mümkün olabilir aklım almıyor. Ya da gerçekten "her Kürdün gönlünde bağımsızlık yatsaydı" acaba böyle büyük bir nüfusa ve toplumsal dinamizme sahip bir ulus 21.yy'la siyasal statüsü bile belirsiz bir halde girer miydi?

Bu söylemler, “Yüzde doksan dokuzu müslüman Türkiye...” gibi siyaset yalanlarından farksız.  Kendi görüşlerini “halk böyle istiyor ya da halk şunu istemiyor” gibi bir yüklem yaparak inandırıcı mı oluyorlar? Hayır, “halk adına konuşma, millet adına konuşma ya da toplumu çok iyi tanıma” iddiası gibi politikacı alışkanlıklarını, komplekslerini gösteriyorlar sadece.

Oysa lafları böyle yuvarlamadan “kendi adına ve kendisi için” ne düşündüğünü söylese, "Ben bağımsızlık falan istemiyorum, benim için kimliğimin kabülü yeterlidir" ya da "bağımsızlık istiyorum" vb. gibi kendi istemlerini somutlasa; öbür düşünceleri de yine topluma mal ederek değil, somut olarak kimi, kimleri kastediyorsa açıkça eleştirse çok daha olumlu bir işlev yerine getirecek.  Zaten bu tablodan toplumdaki genel eğilimler, farklılıklar da kendini ortaya koymuş olacak.

Örneğin ben “Kürtlerin yüzde 99’unun” ne istediğini bilmiyorum ve emin değilim. Ama kendimden eminim: Kürtler de dünyadaki bütün uluslar gibi –ulus olarak- özgür ve bağımsız yaşama hakkına sahiptir. Kişi olarak gücüm ve yeteneğim yettiği kadar bu özgürlüğü savunacağım, destekleyeceğim. Böyle yapmakla büyük bir özveri, tarihi bir misyon yerine getirdiğimi falan değil, kendi duygu ve düşüncelerim açısından daha rahat, uyumlu ve mutlu olacağımı düşünüyorum.

Bir kesim büyük bir hevesle “Kürtlerin” duygu ve düşüncelerine tercüman olmaya girişirken, bazı başkaları da –ki bunlar ağırlıklı olarak ideolog, teoriysen, akademisyen veya akîl adamlardır- durmadan “Kürtler böyle  yapmalıdır, şöyle yapmamalıdır, veya zorundadır, gerekir” gibi emir kipiyle veya nasihatla karışık yönergeler sunmaktalar.

Emredici, hükmedici veya daha yumuşatırsak, eğitici, yol gösterici bu siyaset dilini terk etmenin zamanı çoktan geçmedi mi? Her şeyi bilen, gören ve bunu topluma benimsetmekle de kendini görevli sayan –ki buna “seçilmiş”! bile diyebiliriz- bir siyaset sınıfının buyurgan dilidir bu. Bilimsel bilgiye, deneyime, öngörü sahibi olmaya dayandığı ima edildiğinde bile bir seçkinler sınıfı söylemi olmaktan kurtulamıyor. Bu dil sadece basit bir biçim sorunu değil, bir anlayışı, bir muhtevayı yansıtmakta.

Bu, politikanın ancak “seçkin” ya da “öncü” kadrolarca üretileceği ve topluma dışarıdan [daha da çok “yukarıdan”!] empoze edileceği bir anlayışa dayanır. Bu kadrolar kitlelere yol gösterme, onları uyandırma, bilinçlendirme, örgütleme ve -nihayet!- yönetip yönlendirme ile kendilerini görevlendirmişlerdir. İster ayetlerle, ister sloganlarla, ister bilimsel alıntılarla ama mutlaka öğretici, buyurgan ve otoriter bir tonla “Kürtlere” ne yapmaları, ne yapmamaları gerektiğini söyleyen bu siyaset eliti, aslında bu anlayışın demokrasi açısından büyük bir sorun olduğunun da farkında mı? “Tek şef, tek parti, tek ideoloji” oligarşilerinin buradan ürediği, Şefliğe dayalı monolitik örgütlenmelerin buradan yükseldiği görülebiliyor mu?

“Nereden biliyorsun?” diyeceksiniz. Basitçe, “kendimden biliyorum da ondan” diyeceğim. Ben de bunları çok söyledim, yazdım ve yaptım... Ve halen reflekslere sinmiş bu anlayışın şurada burada, hiç beklemediğim bir anda ortaya çıkabildiğini gözlüyorum.

Kürdistan toplumu içinde ve onun adına, en az otuz yıl örgütlü  siyaset hayatında vardığım bir gözlem bu. Ne yazık ki başka toplumlarda ve başka mekanlarda da aynı şeylerin yaşanıp, çoktan tahlilleri yapıldığını, bize özgü bir şey de olmadığını epey geç öğrendiğim bir tanı. İçindeyken de kısmen fark edilip, rahatsız olunan ama tam olarak kavramlaştırılamayan şey, siyasetin bu yabancılaşması olmalı. Ortaçağın radikal din büyükleri... burjuvazinin jakoben seçkinleri...  ve işçi sınıfının öncü kadroları... aslında bu siyaset sınıfının zaman ve mekanlara göre değişen türevlerinden başka bir şey değil.

Böyle toplumlar, uluslar, dinler, toplumsal kategoriler adına konuşan, onlar adına en iyisinin ne olduğuna karar veren, onlar adına yöneten, hükmeden bir siyaset sınıfı [bürokrasi] acaba gerçekten gerekli mi, kaçınılmaz bir zorunluluk mu?

Halen yaşadıklarına göre bir ihtiyaca karşılık veriyorlar veya kendi varlık koşullarını sürdürecek müdahalelerle yaşamlarının maddi zeminini yaratıyorlar demektir.

Ama bence bu bir zorunluluk veya kader değil.

Esasen bu seçkinci aracı siyaset sınıfının toplumların demokratikleşmesi bakımından yol tıkayıcı olduklarını düşünüyorum. Onun için bireylerin irade devri yapmadan doğrudan politikaya dahil olmalarını; her çıkar grubu, toplumsal tabaka veya farklılığının hem birlikte örgütlü, hem bağımsız bireyler olarak  kendi kendini yönetmeye ehil ve talip olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun mutlak olmayan sayısız biçim ve yöntemlerinin var olduğuna inanıyorum ve bulunabilir.

Böyle büyük kütleler adına saptamalar yapan, onlar adına iyisine kötüsüne karar veren, daha çok da buyurmaya, direktif vermeye, öğretmeye hevesli söylemlerle karşılaşınca da “işte beni yönetmeye meraklı ve kendini yetkili gören bir siyaset seçkini daha!” diyorum.

2000’li yıllar için Politikacılığın bir “meslek” ve “vatan kurtarıcılığı” olmaktan çıkmasını dilemek acaba gerçek bir ütopya mı?

Mutlu yıllar...

28.Aralık.2006
Recep Maraşlı

Yorumlar