Kemalistlerin bu kadar esprili olabileceklerini ummazdım!
“Erke” adlı bir şirket, durduğu yerde enerji üreten [tanımları aynen böyle!] bir makine icat ettiklerini açıklayan bir basın toplantısı düzenledi. Bu önemli icadın bir özelliği de onun “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olmasıymış”... Bu özelliğinden olsa gerek icat, akademik dergilerde, bilimsel toplantılarda, teknik üniversitelerde falan değil de dizi dizi, kelli ferli Paşaların huzurunda bir otel lobisinde tanıtıldı. Açıkgözler icadı görüp kopya etmesinler diye olacak “icat” sadece tarif edilmiş, kimseye de gösterilmemiş! On metre gittikten sonra çöplüğe terk edilen rahmetli “millî otomobil Devrim”in hiç olmazsa elle tutulan bir tarafı vardı!
Aynı günlerde başka bir humor yüklü tavır da, Prof. Atilla Yayla’ya karşı geliştirildi. İzmir’deki bir seminerinde Atatürk’ü kastederek “bu adam!” dediği için Prof. Yayla’ya çok kızdılar. “Atatürk’e nasıl adam dersin!” diye bağrışan Atatürkçü topluluklar tarafından medya lincine uğrayan Profesör Üniversiteden çıkarıldı. Buna göre profesörün “özür dilerim Atatürk adam değildi” diyerek özeleştiri vermesi gerekiyor.
Kemalistlerin ne kadar izanlı ve eğlenceli olabileceklerinin bir örneğine de yine aynı günlerde –Prof. Mümtaz Soysal hocanın da yazarı olduğu- “Heddam” adlı bir İnternet sitesinde rastladım. Adam övünerek yazıyordu ki: “Dünyadaki bütün izm’ler kayboldu, Hitlerin, Stalin’in ideolojileri heykelleri yıkıldı, hatta Saddam Hüseyin’in heykelleri de yakın zamanda devrildi ama Atatürkçülük halen ayakta!” –Doğru söze ne denir!
İçten dışa vuran sakarlıklara eskiden de rastlanırdı, ama bu kadar sık değildi: Örneğin Kenan Evren’in 12 Eylül Anayasası’ının referandum günlerinde söylediği; “Sevgili yurttaşlarım, ‘Atatük’ün gözleri de mavi’, diyenler güya Anayasaya Hayır[1] çağrısı yapıyorlar ama aslında Atatürk hain hain onlara bakıyor” sözü unutulmazdı.
Ne var ki Kemalizmin kendisi bu sakarlıklar gibi eğlenceli değil!
Türk devletinin resmi ideolojisi, dini, inancı, söylemi olan Kemalizm başlı başına bir fenomendir. O, bir sosyal sınıfın değil, kendisini egemen sınıf yerine ikame etmiş silahlı bürokrasinin ideolojisidir. Tıpkı reklamı yapılan her neyse “ERKE” gibi gücünü kendisinden alıyor, daha doğrusu toplumsal üretim süreçlerinden gelen sosyal sınıfların güçsüzlüğünden alıyor gücünü.
Bunun nedeni gayet basittir.
“Dört nala gelip Uzak Asyadan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketi”, üzerinde yaşayan binlerce yıllık sakinlerinin elinden zorla alarak, işgal eden, çöreklenen silahlı güçler, yukarıdan aşağı bir devlet yapısı inşa etmişlerdir. Toplumsal tabanı üzerinde yükseldiğinde bile sonuçta yabancılaşma özelliği taşıyan devlet cihazı, bu durumda büsbütün kendi-kendisi için varolan ucube bir yaratık haline geldi.
Normalinde devletin/bürokrasinin, sosyal sınıflara, toplumsal üretim süreçlerindeki gelişmelere göre toplumsal tabandan yükselmesi beklenirdi. Oysa Selçuklu ve hatta daha öncesinden başlayarak Osmanlı’yla birlikte günümüze kadar bu devlet, kendi sosyal tabanını kendisi yaratmıştır. Ele geçirilen toprakları yine silahlı bürokrasinin hatırlı ailelerine Timar, Zeamet olarak dağıtarak kendisine bağımlı yeni bir aristokrasi/feodalite sınıfı yaratmıştır. Öyle ki istediğinde bunları dilenci haline getirebilir, istediğinde Paşa yapar... Devletin oluşturduğu bu sınıfların hepsi bu yüzden: Kapıkulu ve Devletludur...
İttihat-Terakki ve Kemalist Cumhuriyet dönemleri ise Devlet bürokrasinin bu kez çağa uygun biçimde kendisine bağımlı bir burjuva sınıfı yaratmaya çalıştığı bir dönemi temsil eder. Buna uygun ideolojik ve siyasal araçların yaratılması bakımından birbirinin devamı olan bu dönemde, Çok uluslu imparatorluk devleti yerine devletin artık ulus temeline dayalı olarak yeniden inşa edilmesi gündemdeydi. Emperyal sermayeye sahip olmadan emperyal hayaller peşinde koşulan İttihat-Terakki dönemi, çöküntüyü durduramadıysa da, kendisine homojen bir etnik taban sağlamak üzere, imparatorluktaki Hıristiyan halkların soykırım ve sürgünlerle yok edilmesini gerçekleştirerek Türk ulus devletinin yolunu açtı. Kemalist iktidar ise imparatorluğu ulus devlet haline getiren sürecin devamıydı. Değişik ulus, halk, kültür ve inanç toplulukları yukarıdan aşağıya şekillendirilmiş yapay bir kimlikle zorbalıkla Türkleştirilmeye çalışıldı. Asıl olarak yapılan şey yüzlerce yıllık silahlı bürokrasi iktidarının “çağdaş” araçlarla tahkim edilmesi mücadelesinden başka bir şey değildir.
Millet devleti değil, devleti milleti yaratmıştır, ona bir “vatan” sağlamıştır. Sınıf devleti değil, devletin sınıfları olmuştur. Devlet bürokrasisinin ve asıl çekirdek olarak silahlı bürokrasinin mülkü elinde bulunduran siyasal ve sosyal bir güç olarak Türkiye’de her şeyin üzerinde olmasının sebebi hikmeti budur.
Kapitalist üretim ilişkilerinin motor gücü olan/olması gereken burjuvazi de devlet eliyle yukarıdan aşağı doğru imal edildi. Gah kırıma uğratılan Ermeni ve Rum mülk sahibi sınıflarının mal varlıklarının üleştirilmesiyle, gah devletten sağlanan teşvik ve kredilerle yaratılan bu Türk burjuvazisi ise benzerlerinin asine “devlet bağımlısı” ve icazet altında bir sınıf olmuştur. İlerleyen süreçlerde bürokrasi sosyal sınıfların kendi ayakları üzerine dikilip, kendi rasyonelleri içinde hareket etmeleri karşısında da hep rahatsızlık duymuş bunu önlemeye çalışması bu nedenledir.
Belki de aynı silahlı bürokrasi, dünyanın gidişatına göre kendi ayrıcalıklı “erke”sini elinde tutmak üzere bir sosyalist devlet bile kurabilirdi! Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın solcu gençlere kızarak “Oğlum size ne oluyor, bu memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz!” demesi bir komedi değil maalesef işin gerçeğidir! Zaten Doğu Bloğunda yaşanan da buydu: işçi sınıfı adına iktidarı bürokrasi elinde bulunduruyordu; toplumsal artı-değerin nasıl kullanılacağına da, kurumsal işleyişe, ideolojik söyleme ve sair toplumsal işleyişe dair her şeye bu bürokrasi karar veriyordu.
Bürokrasinin kendisini sosyal sınıfların yerine ikame etmesi, kendi başına bir zümre gibi hareket etmesi dünyanın birçok yerinde ve bir çok dönemde görülebilen bir olgudur. Ama burada hemen hemen 700 yıldır egemenliğini şu veya bu biçimde sürdürdüğü özgün bir biçimle karşı karşıyayız. Kemalizm işte bu bürokrasi egemenliğinin 20. yüzyıla uyarlanmış versiyonudur. Tüm çağdaşlığı bundan ibarettir.
Prof. Atilla Yayla belki farklı bir biçimde ifade etmiştir ama, Kemalizmin gerici oluşu, silahlı bürokrasinin yüzlerce yıllık iktidar geleneğini reorganize etmesinden ileri gelir. Bu zümre toplumun iç dinamikleriyle gelişmesine karşı bir pozisyon sahibidir, toplumsal gelişmenin önünde duran gerici, tutucu bir kast olma özelliği taşır. Kimi reformları –üstelik yukarıdan dayatarak- yapması, onun modernleştirici özelliğinden değil kendi zümresinin iktidarını tahkim etme refleksinden kaynaklanır. Bu reformlar toplumsal gelişmenin önünü açmak için değil, kendi oligarşik yönetimini meşrulaştırıcı, güçlendirici araçlar sağlayabilmek için gündeme gelmişlerdir.
Bütün bu özelliklerinden dolayı “Kemalizm” ya da “Atatürkçülük” adıyla bütünsel, tutarlı bir ideolojiden söz etmek doğru olmaz. Ortada bu iktidarı meşrulaştırıcı söylemlerden oluşan eklektik bir yığından söz edebiliriz. İçinde ne ararsanız bulabileceğiniz bu yığının değişmeyen tek referansı, militarist bürokrasinin toplum ve siyaset üstü rolüdür. Onun bu rolünü tanımlayan bütün anlatım ve söylemler ise aynı derece dokunulamaz kutsallar olmaktadır.
“Atatürk’ün mecburi” oluşu bundandır.
Eğer militarist bürokratik oligarşi, kendi sistematik varlığını sürdürmek için bu sembollere ve söylemlere ihtiyacı olmadığına ikna olursa, bu heykellerin boynuna ilk çelik halatı bir generalin atacağından emin olabiliriz.
Asıl olarak Kemalizmin yalnızca sembolleri, söylemlerine değil bu oligarşik yapının tarihsel, toplumsal, siyasal dayanaklarına dikkat çekmek gerekir. “Ordunun siyaset üzerindeki ağırlığının azaltılması” formülüyle çok hafifçe dile getirilen bazı şeylerin bile aslında “Atatürk’e hakaret” ten daha çok onların kulağına kar suyu kaçırması boşuna değildir.
Coğrafyamızdaki toplumsal gelişmelerin önünün açılması, asıl olarak bu gerici bürokratik kastın egemenliğinin son bulmasıyla yakından ilintilidir.
"ERKE"nin toplumsal sınıfların güçsüzlüğünden güç alarak kendini var etmesi formülü ne yazık kı espri değil...
[1] 1983, o dönem Cunta Anayasasının referandumu yapılıyordu ve Hayır oyu, beyaz zarflarda belli olsun diye Mavi renkli yapılmıştı.
Copyright © Gelawej Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2006-11-27
Yorumlar
Yorum Gönder