Kürdistan sorunu gibi, 1915 soykırımı gibi Türk resmi ideolojisinin illetli olduğu, saldırganlaştığı alanlarda, her şeye rağmen demokrat tutumlar almış –örneğin 1915’de bir soykırım olduğunu kabul eden- aydınların, Fransa Parlamentosundaki “soykırım yasası” karşısında gösterdikleri tutum, beni cidden endişelendiriyor. “Her şey buraya kadar mı” diye karamsarlığa kapılıyorum.
En son bu insanların da nihayet Türkiye’deki gürültülü milliyetçi-şovenist tezahürat karşısında düşünsel baskı altında kaldıklarını düşünerek çıkış bulabiliyorum. Tribünlerden yükselen “ölüm!” nidaları karşısında “biz de karşıyız, biz de karşıyız!” demekle mevzi aldıklarını düşünüyor olabilirler. İster inanarak, ister bir basınç altında yapsınlar her ikisi de aynı şekilde ürkütücü!
Ürkütücü, çünkü Fransa’yı “düşünce özgürlüğü konusunda çifte standartlı” olmakla suçlarken, aslında Fransa’nın kendi iç hukuku ve mantığına göre tutarlı davranmakta olduğunu bilmediklerini, ya da “es” geçtiklerini ortaya koyuyorlar. Soykırımı inkar yasasının Avrupa normlarına uymadığını söylerken, Avrupa hukukunu bilmediklerini ya da bilmezden geldiklerini göstermiş oluyorlar. Ve bunu söylerken de Türkiye’nin AB sürecinin baltalanmış olacağını da ekleyebiliyorlar.
AİHM’de birçok dava takip eden bir hukukçu, “bu yasa AİHM’den döner!” diye köşe yazısı yazabiliyor. Orhan Pamuk, “Voltaire’in ülkesine yakışmadı” diyebiliyor. Bir başkası “dünyada eşi benzeri görülmemiş bir yasa!” diyebiliyor. Ve sağdan sola herkes “çifte standart”tan bahsediyor!
Türkiye’de “Kürt halkı vardır” dediği için insanların yıllarca hapiste çürüdüğünü ve buna karşı hiçbir tavır almadığını unutan Türk aydınlarının, birden bire Fransa’daki düşünce özgürlüğü için cansiparane kavga adamı olmaları cidden duygulandırıcı! Ve bu konumlarını değiştirmeden “çifte standart”tan bahsetmeleri de ironik bir durum. Bu nedenle zaten onların tepkilerini tartışma ciddiyeti içinde bile bulmuyorum.
Sorun, bu alanda hem kendileri çile çekmiş, hem de tutarlı davranabilmiş aydınlardaki özensizlik, daha resmi tezlere kendi cephelerinden destek çıkmaları.
Düşünce özgürlüğünün tarifi ve sınırları konusunda farklı ölçütlerin bulunmasını doğal karşılıyorum. Fakat, şimdiki tartışmayı bu arkadaşların AB düşünce özgürlüğü ve hukuk normlarını “referans” aldıklarını varsayarak yapacağım. Zira bütün bu tartışmalar içinde AB’nin sahip olduğu genel hukuki normları değil, sadece Fransız parlamentosunun bu kararını “özel” bir durum sayarak eleştiri konusu yaptılar.
Doğruca söyleyeyim:
- Ermeni soykırımının inkar edilmesini cezalandıran bir yasa kabul ederek Fransız Parlamentosu çifte standartlı davranmamış, aksine çifte standartlı olabilecek bir ayrımcılığın önüne geçmiştir.
- Fransız Parlamentosu bu yasayla “tarihi konularda belirleyici bir karar mercii” gibi davranmamış, tam tersine Parlamentoların asıl işi olan hukuksal ve siyasal bir karar almıştır.
- Bu yasayla, “eşi benzeri görülmemiş özel” bir karar alınmış olmuyor, zaten yürürlükte olan ve Gayssot olarak bilinen yasaların Ermeni soykırımı için de genişletilmesine karar verilmiş oluyor.
Fransa’da, 1990 yılında çıkarılan bir yasa ile Nazilerin Yahudilere uyguladığı Holocaust’u inkar etmek suç sayılmaktadır. Gayssot Yasası olarak bilinen bu yasa, soykırımın inkar edilmesini, soykırım suçunun bir unsuru olarak değerlendiriyor. Ayrıca Gayssot yasaları “ırkçılıkla mücadele” kapsamında değerlendiriliyor ve yalnız Fransa’da değil Almanya, Avusturya, Belçika, İsviçre, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Romanya, Slovakya, Litvanya gibi birçok Avrupa ülkesinde de yürürlüktedir.
AB içinde de hiçbir kurum ve hukuksal platformda bu yasaların düşünce özgürlüğüyle, çeliştiği eleştirisi yapılmadı. Aksine bu tip önlemlerin, AB içinde giderek yaygın bir önlem haline gelmesi söz konusu.
Örneğin Almanya Parlamentosu da 2005 yılında Ermeni soykırımını farklı bir tarzla da olsa kabul eden bir yasayı onayladı. Gayssot yasalarının geçerli olduğu bu ülkede, soykırımının inkarının 1915’e uygulanması özel bir yasa çıkarılarak değil ama Yüksek Mahkeme’nin içtihadıyla farklı bir yolla çözüldü. Mart ayında “Berlin’de Büyük Talat Paşa Harakatı” adıyla Kızılelma Koalisyonu bir gövde gösterisi düzenlemek isteyince, Temyiz Mahkemesi bu yürüyüşün ancak soykırımı inkar eden pankartlar taşınmaması, konuşmalar yapılmaması koşuluyla serbest bıraktı.
İsviçre’de 1915’le ilgili özel bir yasa bulunmamasına rağmen burada hukuki içtihad yoluyla Gayssot yasaları 1915 için de uygulanmaktadır. Perinçek hakkında yapılan uygulamanın hukuki dayanağı buydu.
Fransa’nın 1915 Soykırımını parlamentoda resmen tanımasından sonra Gayssot yasalarının Ermeni soykırımı için de genişletilmesi doğal hukuki bir süreçtir. Tersine, ortada hem 1915 soykırımın resmen tanınması, hem de Holocaust’un inkarını suç sayan yasa bulundukça, bunun Ermeni soykırımı için de uygulanmaması çifte standart ve ayrımcılık olurdu. Bu iki olguyu da kabul eden ülkeler, kendi sistemlerine uygun olarak bir biçimde bu sorunu çözmek zorundalar.
Yaklaşık 16 yıldır yürürlükte olan Gayssot hakkında bu yasaların Avrupa düşünce özgürlüğü kriterleriyle çeliştiği yönünde, ne resmi olarak Türkiye’den, ne de bugünkü aydınlarımızdan şimdiye kadar herhangi bir eleştiri gelmedi. Ta ki, bu yasanın Ermeni soykırımı ile ilgili olarak da kullanılmasına kadar. Buradan anlamamız gereken şey, yanlış olanın bu yasaların değil, Ermeni soykırımının tanınması olduğu mudur?
O halde asıl çifte standart ve tutarsızlık, bir yandan bu yasaların olduğu AB’yi düşünce özgürlüğü için referans kabul ederken, bir yandan da 1915’de bir soykırım yaşandığına ikna olduğu halde bu ülkelerdeki yasaların Ermeni soykırımı için uygulanmasını eleştiriyor olmaktır. Hem 1915 soykırımını tanıyan, hem de Fransa’daki yasaya karşı çıkan aydınlarımızın içine düştükleri bu tutarsızlığı çözmeleri gerekmiyor mu?
Gayssot yasalarının da “düşünce özgürlüğünü” sınırladığını, Holocaust’u inkar etmenin de bir düşünce olduğu, Nazi’lerin de düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak mümkündür. O zaman bir tutarlılıktan bahsedilebilir. Tabi, “Gayssot yasalarını eleştirmek neden Ermeni soykırımı olduğu zaman gündeminize girdi?” sorusuna da ahlaki bir cevap bulabilmek şartıyla...
1915 soykırımının tarihe ve tarihçilere bırakılması, parlamentoların bu yöndeki kararlar almasının sorunun çözülmesine yardımcı olmayacağı görüşüne de katılmıyorum.
Soykırım, insanlığa karşı işlenmiş en ciddi suçtur. Yüksek düzeyde bir şiddettir. Tarihsel boyut, olgunun değişik veçhelerinden sadece bir parçasıdır. Şimdi burada tarihteki herhangi bir olaydan değil, sonuçları üzerinde siyasi fayda sağlanmaya devam edilen siyasal bir suç’tan bahsediyoruz. Bu suçun hukuki bir tanımlaması vardır. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarda zamanaşımı olmaması uluslar arası kabul gören bir ilkedir. “1915’i tarihe, tarihçilere bırakalım” savı, özünde soykırım suçu için zamanaşımı talep etmek anlamını taşıyor. Bu TC’nin resmi tezidir. Olguyu sadece tarih meselesi olarak kabul etmekle, TC’nin zamanaşımı tezi desteklenmiş olur.
Ben kişisel olarak, “inkar etmenin” soykırım suçunun bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Suç delillerini karartmak, gizlemek ceza hukukunda her zaman suçun unsuru olarak kabul edilir. Soykırım, asıl olarak sonuçları düşünülerek tasarlanan, işlenen bir suçtur. Örneğin, bir halkı topyekün imha etmekle onun bütün ülkesine, maddi ve kültürel varlığına el konulmakta ve sahiplenilmektedir. İnkar, bu sonucun meşrulaştırılmasına, kabul ettirilmesine, sonuçlarının devam ettirilmesine yarar. Bu nedenle inkarın dayanakları ve biçimleri daha soykırım planıyla birlikte tasarlanmıştır.
Ayrıca soruna esas olarak soykırım kurbanı olan toplumlar açısından bakmak gerekiyor; "inkar"ın yüksek düzeyde bir soykırım tehdidini (şiddet kullanarak siyasal sonuç alma yöntemi) içerdiğini de gözardı etmemek gerek. Soykırım kurbanlarının aşağılanması, çöküntüye uğratılması, sonraki kuşaklar üzerinde de soykırım psikolojisinin sürdürücü bir ögesi olarak yıkıcı bir etki yaratır. En hafifyle kurbanlara yapılmış manevi bir saldırıdır.
Türkiye’nin resmi politikasının yalan ve inkara dayalı olması nedensiz değildir. “Kürt diye bir ulus yoktur, Kürdistan diye bir ülke yoktur”, “Türkiye’de yaşayan herkes Türktür”, “1915’de soykırım olmamıştır, buralar dünya kurulalı beri Türklerin öz yurdudur” vs. TC’nin resmi politika yalanlarıdır ve olguların inkarına dayanır. Buradaki inkar’ın herhangi bir düşünce egzersizi olmadığı, bir diktatörlüğün üzerinde yükseldiği ideolojik dayanak noktaları olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.
Dünyanın değişik parlamentolarında gündeme gelen bu tür yasaların, Ermenilerle Türkler arasındaki soykırım ve diğer sorunların çözümüne yardımcı olamayacağı, taraflardaki karşı uçları güçlendirip, gerginliği artıracağı, “üçüncü” ülkelerin bu tür karışmalar yapmaması gerektiği görüşleri de oldukça tutarsızdır.
Örneğin, bir cinayetin katille mağdur arasında bir sorun olduğu başkalarının karışmaması gerektiğini söylemek gibi bir şeydir bu. O halde, bu aydınlarımız neden AB kriterlerinden, dünya insanlık ailesinden bahsederler? Neden Türkiye’de işkence ve haksız yargılamalara karşı AİHM’e başvururlar? Neden uluslar arası sözleşmelere referans yaparlar? Soykırım sadece, Ermeni ve Türk hükümetini ilgilendiren bir sorundur diye tarif etmek hangi entellektüelin işi olabilir? Kusura bakılmasın ama bu düşünce tarzı, evde kocasından her gün dayak yediği halde, kadının komşu evine sığınmasını bile, “karı koca arasına girmeyin” diyerek ayıplayan bir kaliteye sahip ancak...
Sonuç olarak;
Parlamentoların, Soykırımı inkar eden yasalar çıkararak, gerçekte soykırım suçuyla ve onun sonuçlarından faydalanan rejimlerle mücadele edebileceği düşünülebilir mi? Bunun çok daha köklü yaptırım ve değişimlere ihtiyaç duyduğu açıktır. Hele düşünce, tartışma ve bilim özgürlüğünü sınırlayacak önlemlerle bu mümkün değildir. Bu anlayışa uygun bir biçimde, en azından, soykırım kurbanlarının ırkçı sataşma ve saldırganlıklar karşısında cılız da olsa bir yasal sığınağa sahip olmaları, manevi bir desteğe sahip olmaları ise az şey değildir.
14.10.2006
Yorumlar
Yorum Gönder