
Bu öfkeli kalabalıkların yarattığı çağrışımlar karşısında Türkiye’deki Rum, Ermeni, Süryani, Musevi, Alevi, Ezidi toplumlarının bugünlerde nasıl da huzursuz olabileceklerini, bu gerginliğin faturasının yine kendi başlarına patlayabileceği endişesi yaşayacaklarını düşünüyorum.
Bugünlerde Müslüman topluluklar arasında kitlesel şiddet boyutuyla tırmanan gösterilere baktığımda, bunun İslam Peygamberinin karikatürlerinin yapılmasından kaynaklanan doğal bir öfke olduğunu kabul etmek çok güç. Pompalanan neden bu olsa da karikatürün sadece bir çıkış noktası yapıldığına, asıl etkenlerin ise çok farklı olduğuna inanıyorum. Hele kitle teröründen ürkerek, düşünce ve ifade özgürlüğünü din dogmalarına feda eden söylemlerden özellikle kaçınmak gerektiğini düşünüyorum.
İnsanlar din ve inançlarından dolayı ayrımcılığa uğramamalı, eziyet görmemeli, ibadetlerini özgürce yapabilmeli. İnançlarını ifade edebilmeli, bir diğerinin sınırını geçmemek üzere inandığı gibi yaşayabilmeli... Sosyal ve siyasal düzen insanların din, inanç ve düşüncelerine saygı göstermeli; hele ortak yaşam alanlarında bir diğerinin hassasiyetini dikkate almak bir uygarlık ölçüsü olarak kabul edilmeli... Bunlar tamam.
Karikatürleştirme konusuna gelince; bu somut olayda yapılan şey, bir sanatçının, editörün kendi düşüncesini ifade etmesinden ibarettir. Saçma, yanlış, hatta saygısız olarak kabul edilebilir ya da eleştirel bir bakış olarak da görülebilir. İnanç sahibi Müslümanların bu tür bir karikatürleştirmeden büyük ölçüde rahatsız oldukları ortada. Bu durumda ne yapmalı? Düşünce ve ifade özgürlüğünden doğacak sakıncaların en iyi telafi biçimi yine düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Din ve inançlarına saygısızlık edildiğini, aşağılandıklarını düşünen insanların rahatsızlıklarını dile getirmeleri, protestolarda bulunmaları da aynı biçimde doğaldır. Böylece karşılıklı bir demokratik denge kurulması mümkün olabilir.
Sonuçta bu bir basın olayıdır; bir kamu hizmeti, siyasi bir icraat, bir mahkeme kararı veya sosyal bir uygulama değildir. Bir basın-yayın kurumunun okur ilişkisi içinde bile çözülebilecek durumdur. Nitekim söz konusu Danimarka gazetesi Müslüman kitlenin duygularının incinmiş olmasından duyduğu üzüntüyü dile getirmiş ve özür dilemiştir.
Bu tür sorunların yasayla nasıl çözülebileceği konusuna gelince: Herhangi bir dinin kutsal saydığı şeylere başka din, inanç ve felsefe mensuplarınca nasıl saygı gösterileceği konusu öyle kolayca çözülebilecek bir sorun olmaktan çok uzaktır. Bir din ve inancın kutsal saydığı şeyler, bir başka din ve inanç için hiç de kutsal olmayabilir ve hatta belki onun reddi üzerine yükselmektedir. Karşılıklı olarak din ve inançların kutsal saydıkları o kadar çok dogma vardır ki, bunların hepsinin yasal korunaklara alınması paradoksal bir durumdur. Keza “kutsala saygı” adı altında, eleştirinin, eleştirel düşüncenin bastırılması tehlikesi de bir başka sorundur.
Öyle ise çözüm ne olabilir? Bir dinin dogma ve kutsalına herkesi itaat etmeye çağırmanın, ortak bir hukuksal düzlem olamayacağını söylemeliyim. İnsanlığın yüzyıllarca sürdürdüğü mücadelelerden süzülüp gelen -her soruna karşılık vermekten çok uzak da olsa- evrensel bir hukuk zemini vardır. Küreselleşmenin somut bir olgu olduğu günümüzde, kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvenceye alan, adil, eşitlikçi, farklılıklara saygılı, genel-geçer bir sosyal konsensüsün kurulması bu tür çatışmaları çözebilir.
Şimdi burada duralım.
Bundan ötesinde, oldukça abartılan, amacını aşan bir tepkiyle; dahası örgütlendirilmiş bir kitle terörüyle karşı karşıyayız. Bu da sorunun “İslam peygamberine hakaret edildi” düzleminden çok farklı bir hesaplaşma olduğunu gösteriyor.
Burada belki bir karikatürden yola çıkılarak “Batı emperyalizmine”, ABD’nin dolayısıyla Batının Ortadoğu’ya yönelik müdahalelerine gösterilen bir kitle tepkisinin açığa çıkmakta olduğundan söz edenler çıkacaktır. Hıristiyan veya Yahudilerin, uzun zamandır İslam’a karşı “terörist” veya “çağdışı” diye yürüttükleri bir medya kampanyasına karşı yığınların patlak veren öfkesidir diye tahliller yapanlar da bulunabilir. Belki de bu izah biçimleri oryantalist solcular için cazip de gelebilir.
Ben ise tersine bu öfkeli kitle gösterilerinin, başta Şam ve Tahran eksenli Ortadoğu diktatörlükleri olmak üzere, gerici İslami rejimlerin, siyasal İslamı kendilerine korunak yapan irili ufaklı birçok çıkar grubunun, örgütün kendi kitle tabanlarını bir bahane ile sokağa dökerek, özellikle Avrupa’ya şantaj yapmaları olduğunu düşünüyorum.
Müslüman kitleler şu anda tanımlanmış bir sorunun çözümü için değil, karmaşık amaç ve kapışmaların bir nesnesi olarak, din duyguları üzerinden kışkırtılarak ileri sürülmekteler.
Böyle düşünmemin birkaç nedeni var:
Öncelikle şunu hatırlayalım: Gösterilere konu olan ünlü karikatür ilk kez Danimarka’da 2005 Eylül ayında yayınlandı. Öyle ise kıyamet neden 4 ay sonra 2006 Ocağında kopuyor? Karikatürün Peygamber’e hakaret olduğunun anlaşılması 4-5 aylık bir zamana mı ihtiyaç gösteriyor?
İkincisi: Amaç ile kullanılan araçlar, neden ile söylemler arasında müthiş oransızlık var. Gösterileri düzenleyenler karikatürlerden yola çıkarak önce Danimarka ve Norveç devletlerini ardı sıra AB’yi hedef gösteriyorlar. “Kahrolsun AB!” sloganları atılıyor. Peki kitleler bunun ayırtında olmasa da, gösterileri düzenleyenler, Ortadoğu’nun tersine Avrupa’da devletlerin basında yazılıp çizilenlerden sorumlu olmadığını, kendi hukukları içinde herhangi bir müdahale söz konusu olamayacağını bilmiyorlar mı? Öyleyse neden sürekli yanlış ve sahte hedeflere yönlendiriliyorlar; bilerek mi, bilmeyerek mi?
Üçüncüsü; Gösterici kalabalıklar, kendi despot rejimlerinden hiçbir talepte bulunmuyorlar! O rejimleri asla tehdit etmiyorlar, kendi yönetimleriyle barışıklar!...
Örneğin Suriye ve İran gibi gerici bir diktatörlük rejimi altında sayılamayacak kadar çok insan hakları ihlali, yolsuzluklar, zalimlikler görmüş bu toplumlar, neden kendi rejimlerinin bu tahkir ve tezyiflerine karşı değil de; birden bire ne okudukları, ne gördükleri ne de günlük yaşamlarında herhangi anlam ifade etmeyen uzaklarda bir ülkede yayınlanan karikatürleri yüzünden bu kadar çok rencide olmuşlardır? Avrupa’nın herhangi bir köşesinde kendi dinlerine yapılan bir saygısızlığa karşı bu denli hassas olabilen kitlelerin, kendi günlük yaşamlarındaki ya da yanı başlarındaki haksızlıklara, zulümlere karşı çok daha fazla hassas olmaları gerekmez mi?
Son olarak da, Müslüman halk yığınlarındaki Batı fotoğrafının, özellikle 11 Eylül’den sonra kendilerini terörizmin kaynağı ve uygarlık dışı olarak tanımlayan, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi şiddet kullanarak kendilerine müdahale eden, toplam bir tehdit ve kötülüğün adresi olduğunu; tepkinin özünün tarihsel kaynaklarıyla da beslenen bu çelişki olduğu söylenebilir. Bu durumda da bu dışsal –veya Batı emperyalizmi tanımı yapılan- şeye karşı örneğin Afganistan ve Irak’ın işgali sırasında, Ebu Gureyb veya Felluce gibi çok daha yakın olaylar karşısında neden rencide olmayıp, böyle bir kitlesel tepki vermedikleri sorusunun cevabını aramak gerekiyor.
Bütün bunlar bana yaygın şiddet gösterilerinin “Karikatür krizi”nden öte bir anlam taşıdığını, Müslüman yoksul kitlelerin İçsel, kendiliğinden gelen, doğal bir tepkisinden çok, tetiklenmiş ve yönlendirilmiş gösteriler olduğu sonucunu veriyor. Gösterici kalabalıkların kendi ülkelerinin despotik yönetimleriyle barışık olmaları önemli bir ip ucudur ve bu onların tam da bu rejimlerin kitle tabanı olduklarına işaret eder.
Türkiye’nin yakın tarihini yaşamış ya da incelemiş çoğu insan bilir ki, devlet sık sık kendi icraatlarını kitle şiddeti yaratarak çözmüştür. Böylece hem kendisini kurbanlarının da sığınabileceği babacan bir otorite olarak gösterebilmekte, hem hedeftekileri umutsuz bir biçimde terörize etmiş olmakta, hem de sosyal gerilimlerle şıkışmış olan kitleleri yanlış hedeflere yönelterek bir bakıma onların gazını da almış olmaktadır. . 6-7 Eylül olayları böyle idi... Çorum, Maraş, Sivas katliamları böyleydi... Geçtiğimiz yıl yaşanan linç olayları böyle idi... Özel Harp dairesi türü aygıtların kitle provokasyonları yapma, yönlendirme gibi faaliyetleri kendi anlatımlarıyla da artık bir sır olmaktan çıkmıştır.
Kendileri pek de dindar olmayan yönetim aygıtlarının icraatlarına kuzu kuzu boyun eğen kitleler; nedense bir Konferans’tan, bir yazarın kitabından, bir toplantıdan çok aşırı derecede tahrik olur, yaşamsal ihtiyaçları için bile örgütlenmeye gelmeyen bu insanlar olağanüstü bir hızla örgütlenip bir araya gelir ve ortalığı yakıp yıkarlar. Güvenlik kuvvetleri düdüğü çalar ve kızgınlıklar yatışıp herkes evine döner. Bu hep böyle olmuştur. Kitle terörü ile verilen gözdağı kalıcıdır.
Bugün bu tip operasyonların Şam ve Tahran başta olmak üzere Ortadoğu gericiliklerince ve onların uzantıları tarafından zamandaş olarak tezgahlandığı bir gerilim izlediğimizi düşünüyorum.
Bunun nedenini Şam ve Tahran rejimlerinin ADB ve NATO operasyonlarının yakın hedefi durumunda olmalarına bağlıyorum. Diplomatik kıskaç sürecin bu yönde ilerlemekte olduğunu gösteriyor. Irak operasyonu, en azından Şii-Kürt ittifakının desteğini almış ve Bağdat’ta artık geri dönüşü zor olan bir rejim değişikliğine yol açmıştır. ABD’nin çekilmesi durumunda bile eski yapıya dönülmesinin çok zor olduğu, bunun Irak’ın en az üçe bölünmesiyle sonuçlanacağı söylenebilir. ABD ittifakının Irak’ta kazandığı mevziler, maliyeti fazla da olsa sürecin en yakın biçimiyle Suriye’yi ve İran’ı da kapsayabileceğini ciddi biçimde hesaplamayı gerektiriyor.
Ne varki hem Irak, hem de bundan sonra düşünülen operasyonlar içinde bir çok zorluklar var. Özellikle Avrupa’nın oldukça farklı davrandığı, yakın çıkarlarının Ortadoğu'daki statükonun korunmasında durduğu, mevcut rejimlerin stabilize olmasında yarar gördüğünü söyleyebilirim. Ama Türkiye’nin Irak operasyonuna katılmaktaki isteksizliği sonucunda Özerk bir Kürt Devleti ile komşu olmak zorunda kalmasının yarattığı pişmanlık gibi, Avrupa koalisyonu da ABD’nin kendileri işin içinde olsa da olmasa da yol katetmeleri noktasında benzer bir mevzi değişikliği düşünüyorlar. Pek istekli olmasalar da süreçlerin dışında kalmak istemiyorlar.
İşte tam da bu noktada, bölge rejimlerinin neden ABD’yi değil de Avrupa’yı hedef alan bir kitle gösterisi salgını başlattıklarının cevabını bulabiliriz sanırım.
Bu eylemler yoluyla Avrupalı politikacıların ve Avrupa toplumlarının doğrudan bir biçimde, bu ittifaka katılmamaları için kitle potansiyelini harekete geçirerek tehdit edildiklerini düşünüyorum. Dört ay önce yayınlanmış bir karikatürden dolayı bile bir Avrupa aleyhtarı isyan çıkarabilecek güçleri olduğunu kanıtlamaya çalışan bu rejimler bence şu mesajları gönderiyorlar: ABD’nin olmasa bile senin Ortadoğu’daki ekonomik çıkarlarına inanamayacağın kadar güçlü zarar verebiliriz... Sen bizim burnumuzun dibindesin ve bizim canlı bomba olmaya, en küçük şeyden çılgınca öfkelenmeye hazır kitlemiz, senin sakin toplumsal yaşamına beklemediğin kadar çok zarar verebilir! Bugün elçiliklerini yakıyoruz, yarın aynı yangını senin başkentlerinde de çıkarabiliriz!...
Avrupa’ya yönelik bu tehditlere bir biçimiyle Türkiye’deki odakların da dahil olduklarını/ olacaklarını söylenebilir. Örneğin Türk TV’leri, Müslümanları kışkırtmak için Hz.Muhammed karikatürleri yeterli gelmemiş olacak ki, "Genelevlerde, porno yayınlarda cami resimleri kullanıldığı" gibi yeni icat edilmiş yan desteklerle körüklerini çalıştırıyorlar. Eğer Kemalistlerden, Nasyonalist Türk solcularından, MHP, ülkü Ocakları, Kontgerilla ve Özel Daire ekiplerinden oluşan “anti-emperyalist Kızıl Elma koalisyonu”na yakında birtakım İslamcı örgütlerin de dahil olduğunu görürsem hiç şaşmayacağım!
Her provokasyon aynı zamanda çift taraflı kesen keskin bir bıçak gibidir: Kullananın aleyhine de işler. Örneğin Filistin’den Endonezya’ya uzanan Hilal’deki bu kitle gösterileri, müslümanların ne kadar akılcılıktan uzak, duygusal, uzlaşmaz, şiddet eğilimli bir kitle olduklarını, terör kaynağı olarak zaptedilmeleri ve hatta biraz şiddet kullanarak da olsa terbiye edilmeleri gerektiği yolunda batı kamuoyunda iman tazelemeye yarayacağı da söylenemez mi?
Bir “uygarlıklar çatışması paradigması” nı onaylayan –ki sahte bir kutuplaşma olduğu için buna katılmıyorum- Batı medeniyetinden üstün oldukları savıyla kendilerini Doğu ve İslam medeniyetinin içinde tanımlayan entelektüeller için de farklılıklara karşı dehşet saçan bir medeniyetin savunusunu yapmak oldukça güç olsa gerekir.
Sonuç olarak; salt İslami duyarlılıktan hareket eden yığınların, grup ve örgütlerin de bulunduğunu ama bunların, genel gösterinin bir parçası olmaktan kurtulamadıklarını da ihmal etmeyerek şunu söyleyebilirim: Ortadoğu gericiliklerinin kendi kitle tabanlarını şahlandırarak elde etmeyi umduklarının kendi üzerlerine yıkılması ihtimali daha büyük görünüyor.
Bu gerilimin doğrudan etkilerinden biri de Kürt ulusal hareketinin, sosyalist hareketle olduğu gibi İslamcı hareketlerle de yeniden bir sınır çizme, konsept belirleme ihtiyacıyla karşı karşıya kalacak olmasıdır. Bu da daha da liberal, laik ve batıcı bir çizgi olarak şekillenecek gibi görünüyor.
Yorumlar
Yorum Gönder