Ermeni Soykırımı

Berlin Neukölln Heimat Museum'da Uluslararası 3.İnsan Hakları Haftası nedeniyle "Pro Memoria" adıyla düzenlenen etkinliklerde, 2 Aralık 2005 günü "Ermeni Soykırımı" Konferansında sunulan konuşma metni.


Değerli Konuklar,

Öncelikle 3. Uluslararası İnsan Hakları Haftası nedeniyle bu konferansı düzenleyen ve bana konuşma daveti yapan Neuköln Museum yetkililerine teşekkür ediyorum ve konuya duyarlılık göstererek toplantıya katılan tüm konukları selamlıyorum.

İnsan Hakları konseptini tartıştığımız bu günde Büyük insanlık trajedilerine sahne olan geçtiğimiz yüzyılın olgularına örneğin 1915 soykırımının 90. yılı nedeniyle böyle bir konuya yer verilmesi cidden önemliydi. Bu vesileyle tüm savaş ve soykırım kurbanlarının aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

20. yüzyılın bu ilk büyük soykırımının üzerinden tam 90 yıl geçti. Bu çok da uzun bir zaman değil. Soykırımın yıkıntıları da, izleri de, toplumsal ve siyasal etkileri de halen çok yeni ve yakıcı.. Soykırımın mağdurları, tanıkları halen dokunabileceğimiz kadar yakınımızdalar.

1915 yılında yaşananlar genel savaşın uzantısı olan, toplumlar arası bir çatışma, herkesin etkilendiği ortak felaketin bir parçası mıydı? Münferit katliamlar, istenmeyen olaylar veya bir savaş trajedisi mi? Bu olgu „soykırım“ olarak tanımlanabilir mi? Bu olguyu adlandırma üzerindeki demagojik tartışmaları anlamsız buluyorum. Bir cismin adını değiştirmekle kendisini de değiştirmiş olmayız! Yaşanan olaylar binlerce insanın, yüzlerce diplomat,tarihçi, hukukçu ve birçok batılı yardım organizasyonlarının gözleri önünde gerçekleşmiş, sayısız belge ve yazışmalar çeşitli lisanlarda değişik ülkelerin arşivlerinde bulunmakta, daha da önemlisi mağdur toplumların belliklerinde tüm tazeliğiyle kendisini koruyan tarihsel bir olaydır. Soykırım olayıyla ilgili bilinmeyen, belgelenmeyen çok az şey kalmıştır. Mesele artık soykırım oldu mu olmadı mı değil, bu olgu karşısında nasıl bir tavır alıyoruz meselesidir.

Benim için şahsen asıl problem, bir zamanlar birlikte yaşayan halklar arasında, soykırım ve sürgünlerle açılan derin yaraların sarılması, nefret ve güvensizliğin yerini diyalogun almasıdır. Bunun için de devletlerin, hükümetlerin, siyasi örgütlerin konjonktür ve siyasi hesaplara göre değişen yaklaşımlarından çok, bizzat olayların tarafı özellikle de faillerin yer aldığı toplumlar tarafından soykırım, sürgün, etnik arındırma, ulusal nefretin sorgulanması ve mahkum edilmesini önemsiyorum.

Soykırım mağduru toplumlarla diyalog “ne olduysa oldu, unutalım gitsin” diyerek değil ancak gerçek bir tanıma ile mümkündür. Çünkü sonuçlara yol açan nedenlerin üstünü kapattığımız zaman onları en tehlikeli canavarlar olarak elimizle beslemiş olmaktayız.

Soykırım, tarihi bir gerçeklik olarak tanınıp, kamu vicdanında mahkum edilmeden, soykırım yarasını sarmak için tarihi yükümlülüklerimize sahip çıkmadan, soykırımcı zihniyetin toplum üzerindeki etkilerini kırmak için uzun soluklu ve kapsamlı bir mücadele başlatılmadan, hiçbir siyasi yapılanmanın bu durumu aşması mümkün olmayacağı inancındayım. Soykırımcı geçmişine rağmen, soykırım mağduru halklar karşısında, üzüntüsü ve utancı olmayan bir toplumun insanlığın demokratik değerlerine katkıda bulunmasını beklemek ne kadar gerçekçidir?

Son zamanlarda devlet bürokrasisinin bir karşı hamlesi olarak “bu konuyu tarihçilere bırakalım” söylemi geliştiriliyor. Konuyu tartışmayı “tarihçilere bırakalım” diyenler konuyu tarihçilere bırakmakla günümüzden uzaklaştıracaklarını, sorumluluklardan ve yükümlülüklerden kurtulablir miyiz? Ne tarih araştırmaları böyle bir kurtulmayı sağlar, ne de sorun sadece tarihçilere bırakılacak salt akademik bir tartışma konusu değildir. Toplumun bütün kesimlerinin soykırımı, neden ve sonuçlarını ciddiyetle tartışması gerekir.

İnkar edilen, üzerine gidilip deşilmeyen her soykırım olgusu bir sonrakini cesaretlendiren diğerlerine zemin hazırlayan bir irin kaynağı gibidir. Eğer halklara karşı işlenmiş bu soykırım cinayetiyle doğru düzgün bir hesaplaşma yaşayamazsak, ne tutarlı demokratlar olabilme, ne de coğrafyamızda halklar, uluslar, dinler ve değişik kültürlerle birlikte ortak bir gelecek için umutlu bir başlangıç yapabilme şansı yakalayabiliriz.

Tarihsel olgular

Kabul edilmek istenmeyen Soykırımın tarihsel arka planı neydi? Biraz bunu hatırlatmak istiyorum.

Çöküşü yaşamakta olduğu 1900’lü yılların başlarında Osmanlı İmparatorluğunda, Sultan Abdülhamid'in baskıcı yönetimine karşı karsı neredeyse bütün Osmanlı muhalefetinin, özellikle de Jön Türkler, devrimci Ermeniler, Yunan milliyetçileri, Arnavut, Mekadon, de bazı Kürt aydınlarının birleşmiş olduklarını hatırlatmak isterim.

İmparatorluktaki 1908 Meşrutiyet devrimi böyle çok bileşenli bir özgürlük isteğinin ifadesi olarak gerçekleşmişti. Jön Türk hareketi iktidara geldiginde, bu nedenle çoğu kişi liberal, çogulcu ve demokratik bir Osmanlı dönemin basladıgına inanmaktaydı. Ne varki muhalefet bileşenlerin istekleri çok farklıydı: Jön-Türklerin temsil ettiği Osmanlı Asker bürokrasisi dağılmakta olan imparatorluğu İslamcılığın değil, bütün milliyetlerin ve dinlerin birarada olacağı bir „Yeni Osmanlılık“ şemsiyesiyle birara tutabileceğine inanıyordu. Diğer muhalifler ise kendi ulusları adına daha çok özgürlük ve otonomi istemekteydiler. Bu iki düşünce zaten uzun süre bir arada kalamazdı.

1912 yılında Yunan-Bulgar,Sırp-Arnavut-Mekadon milliyetçilerinin Osmanlı imparatorluğuna karşı yürüttükleri ortak bağımsızlık mücadelesi, Balkanlardaki 600 yıllık Osmanlı egemenliğini bir yıl içinde sona erdirdi.

Bu yenilgi Osmanlı egemen sınıfları üzerinde derin izler bıraktı; bütün Osmanlı topraklarının aynı şekilde aniden kaybedilebileceğine dair büyük bir korku ve panik oluştu. Osmanlıcılığın imparatorluğu ayakta tutamayacağına kanaat getiren İttihat-Terakki, çoğulcu, demokratik, liberal söylemleri bir yana bırakarak tek ulusa dayanan ve Türk milliyetçiliğini esas alan bir politikada karar kıldılar. Ne varki iktidarın dayanak olabileceği böyle bir ulusal bir homojenlik söz konusu değildi; bu yüzden de kaynak olarak gördükleri ortaasya Türkleriyle buluşma ve Önasyayı Türk olmayan unsurlardan arındırarak tek bir ulus yaratma yönünde stratejik planlarını uygulamaya koyuldular. Sünni İslamlığı da Türklüğün bir unsuru olarak değerlendiriyorlardı.

Böylece 1913'te, İttihat ve Terakki merkez üyeleri tarafından yürütülen, antiliberal bir parti diktatörlügü kuruldu. Tarihçi Kieser’in de tesbit ettiği gibi Talat'lar, Cemal'lar, Enver'ler, Dr. Nazım, Dr. Çerkez Resid ve digerleri nin oluşturduğu bu cunta „o zamanki emperyalist Avrupa'nın en kötü ideolojilerini, yani antihümanist sosyaldarwinizmi ve ırkçılıgı benimsediler. Milliyetçi positivizm elitlerde dinin yerini aldı; siddet ve zorlama ile kendi uluslarını yükseltmeyi amaçladılar. Baska dini ve etnik gruplarla beraber yasayabilmek yerine, onları boyunduruguna almak, kovmak ya de yok etmek sosyaldarwinizm doktrinidir.“

Garip bir tecellidirki İttihat-Terakki 1914 yılı Ocak ayında uluslarası baskılar sonucunda Doğu’daki Ermeni vilayetlerinde islahat yapmayı ve özerklik vaadeden bir anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı.

İlk büyük ünya savaşı patladığında İttihatçı elit, rastlantı ve emrivakiyle değil büyük bir istekle Almanya'nın yanında Dünya Savasına katıldı. Ekim 1914’te Rusya'ya saldırmaya basladı. Çünkü böylece savaş ortamından yararlanarak, Almanya’nın da desteğini olarak milliyetçi-turancı amaçlarına ulaşabileceklerini hesaplıyorlardı. Aynı zamanda Ermenistan’ın özerkliği planından kurtulup İmparatorluğu merkezi ve üniter bir Türk-Müslüman ulusal devleti haline getirebileceklerini düşünüyorlardı.
Enver Paşa’nın bu ırkçı hayalleri üzerine kurulan doğu seferi Sarıkamış’ta büyük bir hezimetle sonuçlandı. Hemen hemen ordunun tümü yaklaşık 90 bin asker, soğuktan donarak can verdi. Sarıkamış bozgunu İttihatçı elitin 1915 soykırımındaki zihinsel, arkaplanını gösteren önemli bir olgudur. Komutanlar öyle muhteristiler ki, tamemen donanımsız, aç ve çıplak olan binlerce askeri -22 derecede dağlarda yürüyüşe zorlamaktan çekinmiyorlardı. Varlıklarını borçlu oldukları kendi 90 bin askerlerini bile bir ay içinde telef etmekten çekinmeyen bu anlayışın, düşman olarak ilan ettiği bir toplumu imha edebilmesindeki paralelliği göstermektedir. Bunları yaparkende aralarındaki resmi yazışmalarda “zafer kazanıyoruz”, “düşmanı gerilettikleri” vb. Gibi birbirlerini aldatıcı raporlar göndermekteydiler.. Bu da Osmanlı yazışma ve raporlarının ne kadar manipülatif olabileceğini gösteren bir örnektir.

İttihatçı elit Sarıkamış bozgunu ve Rus ordusunun doğu illerine girmeye başlamasının sorumluluğunun hemen Ermeni milliyetçi gruplarının üzerine yıktı. Onları vatan hainliğiyle suçlayarak, hedef haline getirdiler. Böylece Ermenileri ve bölgenin diğer hristiyan halklarını topluca sürgüne göndermek ve kırıma uğratmak için bir zemin sunulmuş olmaktaydı.
İttihatçı parti rejimi 1915 Nisanın'dan itibaren sadece savas bölgesinde bulunanları degil, bütün Ermenileri, sürgüne gönderme kararı aldı. Cepheyle hiç alakası olmayan Sivas ve Amasya’dan, Konya ve Elaziz’e kadar her yerdeki Ermeniler ve Asuri-Süryani hristiyan diğer Osmanlı yurttaşları tehcir kapsamındaydı. Sürgün geçici bir uygulama değildi, kimsenin geri dönemeyeceği yurtlarından temelli olarak çıkarılmaları kararlaştırılmıştı.

Savaş Ermeni jenosidinin uygulanması için bir fırsat, uygun bir ortam sunmuştu. Soykırım uygulaması genellikle şöyle oldu: Göçettirilen kitlelerin bulunduğu mahalle ve köy ve kasabaların etrafi askerlerle çevriliyor; bir hafta veya on gün içinde kafileler halinde yerlerini terketmeleri isteniyordu. Yetişkin erkekler önceden alınıyor ve akıbeti bilinmeyin şekilde götürülüyorlardı. Geride kalan kadın, çoluk-çocuk yaşlılar ise bir iki manga koruyucu muhafız eşliğinde kafileler halinde yollara çıkarılıyor, orada kaderlerine terkediliyorlardı. Bu kader ise yollarda önceden hazırlıklı çetelerin saldırısına uğrayarak öldürülmek ya da yağmalanmak biçiminde tecelli ediyordu. Jandarmaların İnfazları genellikle dere kenarlarında, geçitlerde meydana geliyordu. Sürgün hedefi olarak belirlenen Suriye’nin Deyr-el Zor çöllerine bu koşullarda çok az insan varabilmiştir.

İttihat-Terakki soykırım uygulaması için „Teşkilat-ı Mahsusa“ adlı paramiliter bir örgüt kurmuştu. Kurmayların yönettiği ama soyguncu ve katil çetelerinden oluşan bu ölüm mangaları katliamın öncüleri durumundaydı. Soykırıma Osmanlı Devletini bu politikasını destekleyen, kimi işbirliçi Kürt eşraf ve mütegallibesi de katıldı. Abdülhamit döneminde aynı amaçla örgütlendirilmiş olan Hamidiye Alayları, bu kez Aşiret alayları biçiminde bu tasfiye hareketinin içinde yer aldı. Ermenileri, hiristiyan toplulukları ve gayri müslim azınlıkları düşman olarak gösteren dini fetvalar dağıtıldı.

Sürgün ve soykırımın tanığı olan bölgedeki Amerikalı, Alman, İsviçreli konsolos, hastane personeli, doktor, öğretmen ve misyonerin kendi ülkelerine gönderdikleri ayrıntılı raporlar bu felaketli durumu belgelemekteydi. Örneğin Harput Amerikan konsolosu ve oradaki Amerikan hastanesinin bashekimi tanık oldukları bu olayları detaylı bir rapor halinde anlatarak dünyaya önemli belgeler bıraktılar. Öldürücü tehcir ile ilgili olan diger önemli bir raporu Urfa'daki İsviçreli hastanenin müdürü Jakob Künzler yazmıştır. Bölgede bulunan müttefik Alman subayları ve memurlarının yazdığı raporlar ve hayatta kalan mağdurlarının yazdıkları da soykırımı belgelemişlerdir.
Osmanlı arsivlerinde bugüne kadar yabancı arastımacılara açılan bölüm de birçok kanıt bulmak mümkün. Resmi belgelerde direkt katliam emirleri zaten aranmıyor. Fakat çesitli tarihçiler tarafından arastırılan Osmanlı İç İsleri Bakanlıgın sifreli telgrafları Ermeni tehciri bütün Anadolu'da sistematik sekilde merkezi yönetim tarafından organize edildiğini ortaya koyuyor. Bence tehcir zaten soykırım uygulaması demekti.

Sadece Osmanlı resmi kaynaklarının verdikleri bilgileri esas alacak olsak bile yaklaşık 900 bin insanın bulundukları yerleşimlerden çıkartılarak başka bir alanda yerleştirilmelirine karar verilmiştir. Bu uygulamının dehyet ve kapsamını tasavvur etmek için bir an için düşünmenizi öneriyorum. Çıkartılan topluluklara bir hafta en fazla 15 günlük bir süre tayin edilmişti. Ulaşım ve üretimin teknolojisinin son derece geliştiği bugünün Avrupasında bile 900 bin insanın birkaç hafta içinde bir yerden tahliye edilip başka bir alana gönderilmesi muazzam bir operasyondur. Bugünün koşullarında bile böyle bir karar binlerce insanın ölümüne hastalanmasına, en azından güçsüzlerin telef olmasına neden olmaksızın teknik olarak uygulanamaz. 1915 yılının koşullarında kendi ordusuna giydirecek ayakkabısı bile olmayan bir devletin, 900 bin kişiyi, birkaç hafta içinde herhangi bir yere nakletme kararı vermesi açıkça onları „ölüme gönderme“ anlamı taşımaktaydı.
Osmanlı’ya ait tüm miras büyük ölçüde eleştirilip reddedilirken Kemalist Cumhuriyetin kadroları neden bu olgunun üzerine açmadı, onu eleştirmedi ve yaralarını sarmaya çalışmadılar. Ve neden bu olğu Cumhuriyet’in tabularından biri olma özeliğini sürdürdü. Bunun yanıtı oldukça basittir. Cumhuriyet elitinin büyük çoğunlu Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin doğal bir devamıydı. Bir çogu ya bu uygulamalara fiilen katılıp yönetmiş ya da önemli maddi veya siyasi faydalar saglamışlardı. Milli iktisadın kurulması amacıyla, ekonomide ağırlığı olan Rumlar ve Ermeniler ortadan kaldırıldı. Ermenilerin imhası sayesinde zenginlesen mal ve mülk sahibi olanların sayısı büyüktü.
1915 soykırımın bu kadrolar tarafından reddilmek bir yana diğer halklar için bir tehdit unsuru olarak görülmekteydi. Örnegin Koçgiri’deki ilk Kürt ayaklanmasını bastıran Kuvvetlerin komutanı olan Nurettin Paşa’nın „Zo’ları hallettik, sıra Lo’lar da!“ demesi çok ünlüdür. (Zo, Ermenilerin , Lo da kürtlerin çok sık kullandıkları bir hitap ünlemidir.)

▀1915 soykırımı bir bütün olarak yalnız Ermeni ulusunu hedeflemekle kalmamış aynı zamanda Asuri-Süryani-Nesturi toplumunu, Pontus ve Ön Asya Rumlarını , Ezidi Kürtleri de kapsamıştır... Bir bakıma etnik arındırmanın, Müslüman olmayan tüm yerli halkların tasfiyesi biçiminde gerçekleştiğini görmekteyiz. 1915’i konuşurken Bu halkların yok edilişlerini de sürekli hatırlatmak gerektiği inancındayım.

▀ Soykırım binlerce yıllık tarihsel kültürel mirası da yok etmiştir: Binlerce kilise, manastır, ibadethane harabe haline gelmiştir. Kadim Ermenistan’daki binlerce kilise ve manastır kalıntısı bilinçli bir ihmalle yok oluşa terkedilmişlerdir. Bu gidişle kalıntıları bile kalmayacaktır. Şehirlerin, beldelerin mimari kimlikleri yok olmuş, Ermeni ve Süryanilerden kalan zengin ve köklü zanaatkarlık, mühendislik ve çarşı esnaflığı yerini kuru bir bezirganlığa bırakmıştır. Bir zamanlar doğu modernizminin ışıldayan kentlerinin şimdi yoksulluk ve gericilik içinde olmasının nedenini burada bulabiliriz.

▀ Soykırım kurbanları tanımından sadece öldürülenleri değil, geride kalan öksüz ve yetimleri, cariye olarak alıkonulan genç kızları, kendini gizlemek ya da din değiştirmek zorunda kalanları, oradan oraya sürülen insanlarımızın tümünü anlamak gerekir.

Soykırımdan “kurtarıldığı” ile çok övünülen “kadın ve çocukların” aslında kurban olduklarını vurgulamak istiyorum. Bence Tehcir ve Soykırımı sırasında kadın ve çocuklar kurtarılmadı, tıpkı yağmalanan mal mülk gibi onlara da el konuldu. Bunu bir tür “soykırım ganimeti!” ve “köle edinme biçimi” olarak da tanımlayabiliriz.

▀ TTK Başkanı Halacoğlu yaptığı bazı açıklamalarda „eğer söylenildiği gibi gerçekten soykırım olmuş olsaydı, şimdi burada çok sayıda toplu mezar bulunmuş olması gerekirdi. Ama toplu mezar yok“ gibi bir açıklamada bulundu. Kurbanların ruhlarını sızlatacak bir ifade bu! 1915 kurbanlarının zaten hiçbir zaman mezarları olmadı ki! Trabzon’dan Adana’ya, Amasya’dan Çolemerg’e kadar büyük bir coğrafi alan, özellikle dere yatakları, dağ yamaçları birer açık mezarlıktı. O dönemin yayınlanmış hemen tüm raporlarında satır aralarına sinen bir ayrıntımı hep tüylerimi ürpertir: „Bütün köpekler insan eti yemekten kudurmuşlardı..“ diye yazıyordu bu raporlarda.

Öte yandan Eylül ayında Asurların „Seyfo/ Kılıç“ adını verdikleri 1915 soykırımını anma amacıyla Stocholm Üniversitesin’deki bir konferansta bir araya geldiğimiz de Tarihçi sayın Ara Sarafyan, kimi yerleşim yerlerinde toplu mezarların bulunduğunu bildiklerini ve Türk devletinin izin vermesi halinde basının da gözlemi altında bu mezar yerlerinin gösterilip açtırılabileceğini bana söyledi. Profesör Arafyan Ünivedsitesinde kürsüsü olan ciddi bir tarihçidir ve yetkililerin bu çağrıyı dikkate almaları gerektiğine inanıyorum.

Sivil, vicdani, toplumsal bir sorgulama da gerekli

Türkiye’de bu konuya karşı yoğun bir resmi inkar politikasıyla karşılık verilmesine rağmen karamsar tablonun dağılabileceğine dair işaretler de mevcut. Örneğin artık daha çok sayıda Türkiyeli akademisyen bu konuyu resmi devlet tezlerinin dışında düşünme ve tartışma eğilimlisidir. Geçtiğimiz günlerde bu akadamisyenlerin düzenledikleri „Osmanlı Ermenileri konferansı“ nın çeşitli tehdit, engelleme ve provokasyon girişimlerine rağmen yapılabildi. Bu konuda resmi politikayı sorgulayan daha çok sayıda kitap ve makale yayınlanıyor.

Tartışma egeleminin gelişip güçlendiği görülüyor. Ne varki bunları hem tartışmaların içeriği hem de niceliği açısından yeterli görmek mümkün değil. Halen bilim ve akademi çevrelerinin ağırlığı resmi tezleri ispatlamakla yükümlü memurlar gibi hareket ediyor; henüz toplum henüz tartışmıyor ve sorgulamıyor, basın kuluşları, sivil veya siyasi örgütler ağırlıklı olarak resmi söylemlerini destekliyorlar.

Öte yandan giderek daha çok ülkede 1915 soykırımını tanıyan kararlar alınmakta. Bunların içinde Almanya parlamentosu’nun bu yıl kabul ettiği kararı özellikle anmak istiyorum. Bu karar her hne kadar emsallerine nazaran oldukça ılımlı ve Türk politikacılarını kırmamak için aşırı ihtiyat gösteren, işin adını koymaktan çekinen bir içeriğe sahipse de diğer parlamento kararlarından daha ayırıcı özelliği olan bir belge. Çünkü Almanya 1915’de Osmanlı imparatorluğunun müttefikiydi, Osmanlı ordusunun birçok komuta kademesinde Alman subaylar bulunmaktaydı. Almanya bu kararla o dÖnemdeki kendi tarihsel sorumluluklarını da kabul etti ve tartışmaya açtı. Böylece hem kendisi açısından bir noksanlığını gidermiş olmakta, hem de müttefiki Türkiye’ye emsal sunmuş olmaktadır. Bütün bunlar gerçek bu tanıma için cesaretlendirici adımlar olmasını umarım.

Konuşmamı bitirirken burada soykırımın sadece siyasi sorumluluğuna değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluğuna da dikkat çekmek yerinde olacağını düşünüyorum.

Soruyu bir de içe, kendimize yöneltmek istiyorum. Peki soykırım coğrafyasında yaşayan tüm toplumların aydınları, politikacıları, sivil toplum hareketleri olarak bu konuyu gereği gibi tartışabiliyor muyuz? Tarihimizle nesnel bir biçimde yüzleşiyor muyuz?

Bu konuda çok iyimser olmadığımı söylemek zorundayım.

Bu coğrafyada yaşayan bir insan olarak benim akrabalarımın, dedelerimin, hemşehrilerimin, komşularımın bu soykırım sürecinde ne yapmış olduklarını, nasıl bir tavır aldıklarını çok merak ediyorum ve sorumluluk duyuyorum. Bu işe katıldılar mı? Kurban mıydılar yoksa fail mi? Yoksa komşuları alınıp götürülürken sadece perdelerini kapatıp sessizce oturmayı mı yeğlediler. Sonuçlarından yararlandılar mı? Hepimizin bunu merak etmesi gerekiyor. Siyasi bir muhasebe kadar, vicdani, sivil toplumsal bir sorgulamanın yapılması gerektiğine de inanıyorum.

Biz toplum olarak da birey olarak de kendi kendimize cesaretle bunları sormalıyız? Bugün, Yüz yıl önceki olaylara bile soğukkanlı bakma yeteneğinde değilsek durum oldukça vahim demektir. Soykırım suçu bize bu kadar, dokunabileceğimiz kadar yakınken onunla yüzleşmekten kaçınamayız.

Denenmeye ve sonuç alınıncaya kadar zorlanmaya değer...

Saygılar sunuyorum.

Recep Maraşlı







Copyright © Gelawej Tüm hakları saklıdır.

Yayınlanma:: 2005-12-05

Yorumlar