Türkiye’deki Militarist Rejim Değişiyor mu ve Kürt Ulusunun Siyasal Statüsü

Recep Maraşlı

Değerli konuklar; öncelikle bu konferans vesilesiyle düşüncelerimi aktarma fırsatı veren düzenleyicilere teşekkür ediyorum.

Günümüzde Türkiye’de demokrasi yanlılarının ağırlıklı olarak beklentisi Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecine girmesiyle birlikte demokrasinin daha çok güçleneceğidir. Birçok sınıf ve katman bunu sosyal refahın artması ve özgürlük alanlarının genişlemesi olarak düşlüyorlar. Kürdistanlılar içinde de ağırlıklı bir kesim Türkiye’nin AB üyeliğinin sorunların daha kolay çözülebileceği bir zemin sunacağına inanıyor. “AB içinde bir Türkiye, AB dışındaki bir Türkiye’den iyidir!” biçiminde formüle ediliyor bu görüş.

Dikkate değer ki demokrasi , sosyal refah ve özgürlük talep eden gruplar kendilerini güçsüz olarak görmekteler ve Avrupa Birliği’ni, totalitarizmi caydırabilecek bir dış destek olarak tasavvur ediyorlar. Sık sık askeri darbelerin müdahalelerin yaşandığı, sıkıyönetimlerin Olağanüstü hallerin, devlet terörünün olağan sayıldığı bir yerde bu kaygı doğal olarak hiç de boşuna değildir.

Avrupalı politikacılarda gördüğüm genel eğilim ise Türkiye’deki AB yanlılığını güçlendirmek, cesaretlendirmek adına, Türkiye’deki Kemalist rejimin özelliklerini giderek daha az dikkate almalarıdır. Bu nedenledir ki AB’nin,  ciddi hiç bir değişim emaresi göstermeyen Türkiye’deki bu militarist bürokratik rejimi, üyelik müzakereleri yapılabilecek bir partner olarak kabul etmesi adeta bir korku filmini andırıyor.

Görünüşe bakılırsa Türkiye’nin en son işgal altında bulundurduğu Kuzey Kıbrıs bile bir sorun olmaktan çıkmak üzeredir. Tıpkı 1915 jenosidinin ardından tümüyle yutulan Batı Ermenistan, Kürdistan, Pontus, Lazistan, Kilikya ve Asur ülkelerinin Lozan’da sorun olmaktan çıktığı gibi... Tıpkı 1919’dan itibaren parça parça ve yeniden işgal edilen Kuzey Kürdistan’ın bu güne kadar sorun sayılmaması gibi... Acaba Türkiye’nin tarihsel haksızlıklar üzerine inşa ettiği bu kazanımlar, üzerinden biraz daha fazla bir zaman geçtiği için mi unutulmayı hakkediyorlar?

Zorunlu göç ettirme ve kırımlardan azaltıla azaltıla zaten bir avuç bırakılmış yerli Hıristiyan halkların, gayrı Müslimleri kimi zaman ağır vergilerle, kimi zaman 6-7 Eylül gibi pogromlarla, büsbütün silinmesinin ardından, TC geçen yıl Antalya’da turistik amaçlı bir “hoşgörü mekanı” açtığı için çok mu umutlu olmalıyız?

1925’den bu yana sürekli katliam ve asimilasyon politikaları ile cendere altında tuttuğu, “Kürt diye bir halk yoktur” diyerek varlığını bile inkar ettiği, Kürt halkına karşı uzun yıllar özel bir savaş yürüttükten sonra sırf AB normlarına biçimsel yaklaşım için “eh bari kendi dilinizi öğrenmek için denetimli kurs açabilirsiniz” dediği için Türkiye’nin büyük bir değişim geçirmekte olduğuna mı hükmetmeliyiz?

Evet, son birkaç yıldır Türk hükümeti ve parlamentosu birçok yasa kabul etti. İyi ama Türkiye’nin devlet arşivlerde binlerce böyle ölü evrak yatıyor.Ve Yasalardan çok toplum hayatında ne gibi somut değişiklikler olduğuna, bunların siyaseten gerçek karşılıklarının ne olduğuna bakmak daha doğrudur.  Örneğin Türkiye’nin anayasalarında, yasalarında hiç bir zaman “işkence ve eziyet serbesttir” diye yazmadı. Ama işkence ve eziyet vazgeçilmez bir devlet politikası oldu her zaman.

Sorun Milli Güvenlik Kurulu’nun siyasi ağırlığının olması, Cunta yasalarının varlığı, askerlerin sık sık siyasete çeki düzen verme isteği vb. gibi görünenlerin gerisinde çok daha köklüdür, derindir, kurumsaldır. Kökleri çok daha eskiye, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna, Osmanlı düzeni içinde İttihad-Terakki’ye ve daha ötelere kadar uzanan, köklü bir kurumlaşmadan, her daim kendini reorganize etmeyi başarabilmiş bir diktatoryal bir rejimden bahsediyoruz.

Militarist-oligarşinin Türkiye’deki egemenliği sadece siyasal alanla sınırlı da değildir aynı zamanda ekonomisine, toplumsal kurumlara da egemen bir güçtür. Asıl yasa koyucu o’ dur. Türkiye’nin sadece güvenlik konseptlerini değil, üretimden tüketime, kültürel yaşamdan, üniversitelere, basın yayına kadar neyin ne kadar, hangi sınırlarda yapılabileceğine Ordu bürokrasisi karar verir. Din işleri de devletin yönetimindedir.

Türkiye’de militarist bürokrasi benzerlerinden farklı olarak aynı zamanda resmi ideoloji yapan ve dayatan bir kurumdur.

Modern tekelci kapitalist ilişkiler yukarıdan aşağıya doğru devlet eliyle inşa edildiği için, Türkiye’de mülk sahibi sınıflar ağırlıklı olarak devlet ve ordu bağımlısıdırlar. İşçilerin birçok sendikal hakkı, kadınların statülerinde iyileştirmeler yapan yasalar vb. birçoğu yukarıdan bahşedilmiş ve yine yukarıdan budanmıştır. Bu yukarıdan aşağıya doğru inşa tersliğinden ötürü, Türkiye’de millet ve toplum devlet için vardır, herkesin, her şeyin ordu ve devlete borçlu olduğu bilinci egemendir. Türkiye’nin solu da, sağı da, liberali ve milliyetçisi de birbiriyle yarışırcasına devletçidir. Devletin üniter yapısı, “Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek ideoloji” Türk devletinin vazgeçmediği temel olgulardır.

Militarist bürokrasi büyük bir ekonomik güçtür, TSK bürokrasisi büyük Pazar payına sahiptir ve ekonominin önemli bir bölümünü kontrol etmektedir. Susurluk skandalıyla kısmen açığa çıktığı gibi, Jandarma, MİT ve Polis teşkilatının uyuşturucu ve kara para trafiğine de egemen olduğu hatta bu yüzden aralarında guruplaşmalar ve paylaşım kavgaları yaşandığını kamuoyunca da bilinir hale gelmişti.

Militarist Bürokratik Oligarşinin bugüne değin kendini yaşatabilmesi, onun dünyanın politik dengelerinden yararlanma ve siyaseti manipüle etme yeteneğinden ileri gelmektedir. Kemalistler her zaman imdatlarına yetişen bu uluslararası konjonktüre “Türkiye’nin jeostratejik önemi” adını veriyorlar.  Bir örnek olarak bu  rejimin diktatoryal yapısını bütün soğuk savaş döneminde “Sovyet tehdidi”ne karşı ileri karakol olma misyonuyla meşrulaştırmayı başardığını hatırlatmak yerinde olur..

Militarist-bürokrasi bugün de Batı dünyasının bazı hassasiyetlerini ortaya sürerek, yine kendisinin olduğu gibi kabul edilmesine çalışmaktadır. AB ilişkilerinde beni olduğum gibi, yapısal özelliklerime fazla karışmadan kabul edin, diyor. 

Bu bağlamda Kürt sorunu nasıl çözülecek, bu yönde de olumlu adımlar atıldı mı sorusunun yanıtına gelince. Her ne kadar bugün bu sorunu Türkiye – AB ilişkileri bağlamında tartışıyor olsak da, öncelikli bir prensip olarak Kürt sorununun Türkiye’nin bir iç meselesi olarak değil, uluslararası bir sorun olarak ele almak gerekir görüşündeyim. Kürt sorunu ne kadar TC’nin bir iç sorunu çerçevesinde tartışılmaya çalışılırsa çalışılsın, sorunun uluslararası boyutu kaçınılmaz olarak kendini dayatacaktır. Bundan kaçınmak mümkün değildir.

Örneğin Saddam rejiminin devrilmesinden sonra oluşan yeni Irak projesinde federalizm temel bir siyasi bir ilke haline gelmiştir. Güney Kürdistan’da hemen hemen bütün kurumlarıyla Federal bir Kürdistan oluşmuştur ve yeni Irak Anayasası’nın kabul edilmesi halinde bu durum uluslararası hukuksal bir meşruiyet kazanmış olacaktır. Türkiye’nin bu durumdan son derece rahatsız olduğu, sürekli olarak bu alana müdahale etme ve bu oluşumu engelleme isteğinde olduğu bir sır değildir. Güney Kürdistan’daki coğrafi federasyon modelinin Kuzey Kürdistan Kürtleri için de siyasi bir model oluşturması kaçınılmazdır. Her bir parçadaki değişikliğin tarih boyunca diğer parçalardaki ulusal hareketleri olumlu ya da olumsuz ama mutlaka etkilediği bilinmektedir. Kürt halkına karşı soykırım, sürgün ve ulusal baskı suçlarını işleyen rejimlerin ortak karakterler taşıdığına dikkat çekmek yerinde olur: Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, İran’daki Ayetullah oligarşisi ve Türkiye’de Kemalist militarizm. Bunların Kürt ulusal hareketlerine karşı hep bağlaşıklık içinde oldukları gibi Ortadoğu’da toplumsal demokrasinin gelişmesi karşısında da güçlü engellerdir.

Sonuç olarak bugün Kürtlerin Ortadoğu’daki uluslararası statüsü ilk kez değişmeye başlamıştır. Irak’ın çekilmesiyle bölge devletlerindeki geleneksel anti-Kürt bağlaşıklık sarsılmış, Suriye ve İran devletlerinin “terörizme destek veren ülkeler” olarak hedef haline gelmeleri daha zora sokmuştur onları. Güney Kürtlerinin özgürleşmesi karşısında Türkiye’nin tavrı burayı bastırmaya dönüktür. Bölgede karışıklık çıkarma gayretleri, bu alana askeri müdahalede bulunma tehditleri, parçaların birbirini etkilemeleri kim ne kadar isterse istesin Kürt sorununun TC sınırları içinde tutulamayacağını, Kürdistan sorununun uluslararası düzeyde, Ortadoğu bağlamında bir bakış açısıyla ele alınmasını gerektiğini gösterir. AB’nin de kürdistan sorununa Ortadoğu geneli içinde bir politik perspektifi olması beklenir.

Bir Kürdistan’lı olarak benim düşüncem bu sorunun çözümünün barışçı, demokratik, hakkaniyete dayalı ve  kendi kaderini tayin temelinde olmasıdır. Kürtler bir ulustur, bir halktır ve Kürdistan diye bir ülkeleri vardır. Kürtlerin kendilerini yöneten rejimler karşısında eşit siyasal haklar talep etmesinden daha doğal ne olabilir. Üzerine Konuştuğumuz coğrafya üzerinden birçok medeniyetin akıp geçtiği çok uluslu, çok etnikli, çok kültürlü tarihsel bir dokuya sahiptir. Bütün bu ögelerin birbirlerinin haklarını tanıyıp karşılıklı olarak saygı gösterdiği çoğulcu demokratik çözümler bulmak hiç de zor değildir.

Kürdistan’ın en büyük parçasını elinde bulunduran Türkiye açısından Kürt halkının hiçbir siyasi statüsünün bulunmadığı açıktır. TC bugün de ona  herhangi bir siyasi statü tanımak niyetinde değildir. Türkiye’nin amacı Kürt halkının hiçbir siyasi hakkını tanımadan AB'ye girmektir.

Geçtiğimiz günlerde  Başbakan Erdoğan kendisi açısından dramatik sayılabilecek bir adım attı, Kürdistan’da savaşın durdurulması için taraflara çağrı yapan Türk aydınlarıyla görüştü ve Diyarbakır’da yaptığı açıklamalarda da kendisi ilk kez “Kürt sorununu” telaffuz etti ve sorunu sahiplenerek “daha çok demokrasi” ile çözeceği vaadinde bulundu. Bu kadarının bile Kürt aydınları ve kurumlarında olumlu yankı bulduğunu söyleyebilirim. Ne var ki, bu hiç de yeni bir şey değil. Bundan çok daha ileri ve ciddi şeyleri örneğin, “Federasyonu bile tartışmaya hazır” olduğunu söyleyen Özal gibi başbakan ve cumhurbaşkanları oldu. Demirel ve İnönü de Kürdistan’ın manevi başkenti kabul edilen Diyarbakır’ın aynı meydanlarında “Kürt realitesini tanıdıklarını” ilan etmişlerdi. Ama bu hükümetlerin hepsi de bu söylemlerin ardından Kürt halkına yönelen büyük şiddet politikalarının takipçileri oldular. Siyasi cinayetler, köy yakmalar, zorla göç ettirmeler, sansür, infaz timleri, kadınlara tecavüz, askeri operasyonlar ve bitmek bilmeyen sıkıyönetimler, “Olağanüstü Hal yönetimleri... Bugün de başbakan Erdoğan’ın sözleri ardından Türkiye’de bir Kürt-Türk çatışması gerginliği yaşanabiliyor. Şurada burada Kürtlere karşı gittikçe artan kitlesel linç hareketleri görülüyor, geçimini sağlamak için fındık işçiliği yapan Kürt gençleri kurşunlanıyor, öldü diye morga kaldırılan kadın, bir sivil tarafından hastane görevlilerine “başına bir kurşun sıkıp öldürün” deniyor, kışkırtmalar çoğalıyor, gerginlik toplumsal boyutlarda tırmanıyor.

Türkiye’de “kitlesel hareket” gibi gösterilen birçok olayın bizzat Özel Harp dairesince planlanıp yürütüldüğü bugün çok daha teşhir olmuş durumdadır. Örneğin Türkiye’nin kristal gecesi olan 6-7 Eylül 1955 olayları Atatürk’ün evine bomba atıldı haberi ile galeyana gelen halkın gayri Müslimlere öfkelenmesi sonucu çıkan bir kitle hareketi olarak gösterildi hep. Oysa yıllar sonra Özel Harp Dairesinin bir generali olan Sabri Yirmibeşoğlu, bir gazeteciye bu olayın “muhteşem bir Özel Harp Dairesi örgütlenmesi” olduğunu itiraf etti ve ardından da ekledi: “oldukça başarılıydı ve sonucuna da ulaştı.”

Bugün yaşanan çatışma ve kışkırtmaların da örgütlendirilmiş Özel Harp dairesi operasyonları olduğuna kuşkum yok. Daha aylar önce Orta Anadolu’da bir Türk-Kürt çatışması için halkın silahlandırıldığını yazdı gazeteler. Ebetteki buradan anlaşılacak tek şey bu mesele üzerinde tek ve geçerli sözü ancak militarist bürokrasinin /TSK’nin Genelkurmayının, askeri mahfillerin vb..’/ söyleyebilecekleridir. Bu egemen güçler sorunun çözülebileceği bütün demokratik zeminleri kararlı bir biçimde tahrip etmektedirler.

Türkiye’de seçimle iktidara gelen hükümetlerin çözüm gücü bulunmadığı örnekleriyle ortada. Gerçekten niyetleri yoktur da orduyu mu bahane ederler, yoksa niyetleri vardır da gerçekten ordu mu önlerini keser biraz birbirine karışıktır. Ve bu karışıklık aslında manipülasyon yaparak, meseleyi zamana yaymak ve herkesin kendilerine alışmasını beklemek gibi bilinen eski bir kurnazlığı oynama fırsatı da tanır onlara. Bu nedenle Kürt ulusal sorununda oyalanma ya da ‘demokrat’ görünme amaçlı, içeriği belirsiz söylemlere karşı erkence heyecanlanmak gibi lüks içinde olamıyoruz. Güçlü, samimi, cesaretli adımlar atılması gerekiyor.

Üzülerek belirteyim Türkiye’nin demokratikleşme yolunda önemli adımlar attığı sadece kötü bir yanılsamadan ibarettir. Türkiye’de gerçekte hiçbir ciddi siyasi ve toplumsal değişiklik olduğu görüşünde değilim. Türkiye’de noksanlarıyla da olsa bir demokrasi yoktur, sivil bir toplum yoktur. Militarist-oligarşik bir yapı vardır; Demokratik biçimlerle örtünmeyi beceren askeri bir diktatörlük! Kürt halkının özgürlük ve Türkiye’nin demokrasi sorunlarının kökeninde de bu militarist bürokratik rejim durmaktadır. Temel sorun olan militarist bürokratik oligarşi, bütün kurumlarıyla, ideolojik aygıtlarıyla, siyasi ve ekonomik gücüyle ayaktadır. Bu yapı çözülmeden de ne Kürt halkının statüsünün / daha doğrusu statüsüzlüğünün/ değişeceğine, ne de Türkiye’nin demokratikleşebileceğini düşünmüyorum.

AB’nin tam da bu noktada ilkesel bir tutum takınmaması ve sorunu sadece insan hakları ve Türkiye’nin iç hukuk çerçevesinde yüzeysel adımlarla sınırlandırması gelecek açısından kaygı verici bir tutum olacaktır. Burada sık sık Türkiye’nin “hassasiyetlerinden, kırılganlıklarından” söz ediliyor. Oysa, Yönetici sınıfların, ordunun, hegemonya aygıtlarının değil, tehdit altındaki halkların, toplumları, cemaatlerin duyarlılık ve istemlerini dikkate almak daha doğru değil mi?

İçinde yaşadığımız coğrafya soykırımlardan, sürgünlerden, ulusal baskılardan dolayı toplumsal felaket bölgesi haline gelmiştir. Sorunun kaynağı olanlar, bu sorunları elbette çözemezler. Gerçek çözüm bütün ögeler için tam hak eşitliği, demokratik katılım, kendi kendisini yönetebilme, kendi kimliklerini ifade ve örgütleyebilmeleridir. Barış içinde bir arada yaşama ancak karşılıklı hak ve özgürlüklerine saygılı bir zemin içinde mümkündür.

Saygılar sunuyorum.


Brüksel, 22 Eylül 2005


(22 Eylül 2005 tarihinde Avrupa Parlamentosu'nda düzenlenen "Türkiye değişti mi?" başlıklı konferansta yapılan konuşma)








Copyright © Gelawej Tüm hakları saklıdır.

Yayınlanma:: 2005-11-05 (563 okuma

Yorumlar