DİYARBEKİR ZINDANINDA KADIN OLMAK (1) / Nuran Çamlı Maraşlı




 Diyarbekir Cezaevi-1985

DİYARBEKİR ZİNDANINDA

KADIN OLMAK

I. Bölüm

Sıra kimlik tespitine gelmişti. Benim Muş’lu olduğumu öğrenince –aynı davadan yargılandığım Mümtaz Kotan, Şerafettin Kaya ve Ruşen Arslan’ın da orada olduklarını ve bütün yaptırımları yerine getirdiklerini anlatarak üzerimizde psikolojik baskı kurmaya çalışıyordu. Biz zaten birçok arkadaşımızın orada olduğunu biliyorduk. Bir ara “Avukatın Şeref şu an şampuanlı ve televizyonlu odada, siz de öyle bir odada kalmak ister misiniz?” diye alaylı alaylı sordu. Bunun ne anlama geldiğini o zaman kavrayamamıştım, zaten cevap verme hakkımız da yoktu. Sonradan öğrendik ki “şampuanlı odadan” kastettiği şey zemini bok ve pislik dolu hücrelermiş: “Televizyonlu oda” ise hem bu hücrelerde kalıp, hem de işkence edilenlerin seyrettirilmesine verilen isimmiş!.. (Yıllar sonra Şeref Abi ile sohbet ettiğimde, gerçekten de o tarihte boklu hücrede tutulduğunu anlattı. Bunu Diyarbakır zindanını anlatan kitabında ve başka söyleşilerinde de anlatmıştı.)


DİYARBEKİR ZINDANINDA KADIN OLMAK

Yazılanları okuyunca Diyarbekir zindanıyla ilgili tanıklıklara ben de katkıda bulunma ihtiyacı hissettim. Bunları kısmen de olsa okurlarla paylaşmak istiyorum.

Diyarbekir 5 No’lu zindanında vahşet günlerinin kadın tanıklarından biriyim. O zaman 20 yaşında bir gençkızdım.

Diyarbekir zindanı vahşetiyle ilgili bir çok kitap yazıldı. Okuyabildiğim kadarıyla bunların hepsi erkek tutsaklar tarafından kaleme alınmıştı. TC’nin zindan politikası ve uygulamaları anlatılırken kadınlar koğuşuna fazla yer verilmedi. O dönemin bilinmesi, gerçeklerin gün yüzüne çıkarılarak TC’nin teşhir edilmesi ancak, o dönemlerde tutsak olan kadın arkadaşların anlatımlarıyla mümkün. Aradan 23 yıl geçse de Diyarbekir zindanı hayatımızın önemli bir parçasını oluşturuyor. O dönemde tutsak düşen bütün kadın arkadaşlara çağrımdır. Esat Oktay ve Diyarbekir zindanını, kadın olarak yaşadıklarımızı, kamuoyuna duyurmak önümüzde bir borç olarak duruyor...

17 nisan 1980 tarihinde, Ankara Gazi Üniversitesinde öğrenci iken 7 arkadaşımla birlikte Ankara Siyasi polisi tarafından gözaltına alınmıştım. Alındığımızın 2. günü arkadaşımız Yaşar Gündoğdu, sorgu sırasında işkenceci polisler tarafından beyni parçalanarak katledildi. (Bu cinayetle ilgili tanıklığımı içeren bir yazı Sterka Rizgari dergisi, Nasname ve Gelawej

sitelerinde yayınlandı.[1]) Uzun süren gözaltından sonra tutuklanarak Ankara Mamak Askeri Ceza ve tutukevine götürüldüm.

12 Eylül cuntasını Mamak Askeri Cezaevindeyken karşıladım. (Burada yaşadıklarımız da ayrı hikaye...) bir yıl Mamak’ta kaldıktan sonra 1981 yılının bahar aylarında –sanırım Mayıs- bir gün, sabahın erken saatlerinde içi bomba ve silah dolu bir askeri uçakta, ellerimiz yanımızdaki arkadaşla kelepçeli, ayaklarımıza zincir bağlanmış bir halde; konuşmak, tuvalete gitmek, işaretleşmek, yemek-içmek yasak, kafamız karşıya dik bakan bir şekilde saatler süren yolculuktan sonra gece Diyarbekir’e ulaştık.. Askeri bir cip bizi alarak cezaevine götürdü.

Arabadan iner inmez sanki üst düzey bir komutanı karşılıyorlarmış gibi onlarca asker tarafından etrafımız sarıldı. Dış bölük erlerin ellerinde namluları bize çevrilmiş ağır silahlar, diğerlerinde ise cop olan iri kıyım askerler hemen komutlara başladılar.

“Sağa sola bakma! Tek sıra ol! Konuşma! Başını kaldırma!..”

Bir kaç basamaklı bir merdivenden çıktıktan sonra cezaevinin içine girdik. Bütün duvarlar Mustafa Kemal ve Kenan Evren’in resimleri, sözleri, ırkçı sloganlar ve Türk bayrakları ile donatılmıştı. Yüzlerimiz duvara dönük şekilde bekletilirken insan azmanı askerler, Mamak’tan gelen “azılı teröristler”i görmek için eğilip yüzümüze bakıyor aralarında “bunlar mı ulan Mamak teröristleri” diyor ve itişiyorlardı. Bir köpek sesinin duyulmasıyla askerlerin hazır ol vaziyetine geçtiklerini hissettim. Yüzümüz duvara dönük olduğu için gelenleri göremiyorduk. Aynı anda sesini duyduğumuz köpek ben ve diğer kadın arkadaşımın (Nuriye Palalı) yanına sokulup sağımızı, solumuzu uzunca kokladıktan sonra hırlamaya başladı, arkamıza geçip burnunu makatımızı sokarak hırlamasını yükseltti. Nuriye ile korkudan buz kesilmiştik. Koklama ve hırlama yarım saat kadar sürdü. Nihayet,

Co, kızım buraya gel!” uyarısıyla köpek arkamızdan ayrıldı.

Bir askerin “Sola dön!” komutuyla yüzümüzü döndük ve alaylı bir gülümsemeyle “Hoş geldiniz” diyen Cezaevi İç Emniyet Amiri Yzb.Esat Oktay, işkenceci ekibi ve meşhur köpeği Co ile karşılaştık.

Esat Oktay bize hitap ederek, “Kızlar aybaşı mı oluyorsunuz, bakın benim kızım hemen kokuyu aldı” diyerek konuşmasını sürdürdü. Korku ve utandırılmaktan kıpkırmızı olmuştuk. Gerçektende ben de Nuriye’de adet oluyorduk ve Co kan kokusuna gelmişti.

Askerler, kendimizle getirdiğimiz bir kaç parça eşyamızı didik didik ararken, biz de hazır ol vaziyetinde Esat Oktay’ın emirlerini dinliyorduk.

Burası Diyarbakır cezaevi, burada Allah benim. Hepiniz dediklerimi yapmak zorundasınız. Ben burayı hizaya sokmak için gönüllü geldim. Benim olduğum cezaevinde kuş bile uçamaz, buradaki bütün kurallara sizden öncekiler uyduğu gibi sizler de uyacaksınız......” diye uzun uzun talimatlarını anlatmaya koyuldu.

Sıra kimlik tespitine gelmişti. Benim Muş’lu olduğumu öğrenince –aynı davadan yargılandığım Mümtaz Kotan, Şerafettin Kaya ve Ruşen Arslan’ın da orada olduklarını ve bütün yaptırımları yerine getirdiklerini anlatarak üzerimizde psikolojik baskı kurmaya çalışıyordu. Biz zaten birçok arkadaşımızın orada olduğunu biliyorduk. Bir ara “Avukatın Şeref şu an şampuanlı ve televizyonlu odada, siz de öyle bir odada kalmak ister misiniz?” diye alaylı alaylı sordu. Bunun ne anlama geldiğini o zaman kavrayamamıştım, zaten cevap verme hakkımız da yoktu. Sonradan öğrendik ki “şampuanlı odadan” kastettiği şey zemini bok ve pislik dolu hücrelermiş: “Televizyonlu oda” ise hem bu hücrelerde kalıp, hem de işkence edilenlerin seyrettirilmesine verilen isimmiş!.. (Yıllar sonra Şeref Abi ile sohbet ettiğimde, gerçekten de o tarihte boklu hücrede tutulduğunu anlattı. Bunu Diyarbakır zindanını anlatan kitabında ve başka söyleşilerinde de anlatmıştı.)[2]

E.Oktay nutkunu bitirdikten sonra ekibine “gerekli yere götürün ve iyi ağırlayın, biraz sonra geleceğim” diye emir verip ayrıldı.

Onun gitmesiyle, askerlerin her bir yandan tekme-tokat vurmaları bir oldu. Birden “Soyunun ulan!” sesini duyduk. Hiç birimiz soyunmayınca iyice hırçınlaşıp, her birimizi 15-20 kadar asker aralarına alıp bütün güçleriyle vurmaya başladılar. Dayak sırasında bir arkadaşımızın kulağı patladı (Süleyman Petekkaya), her yanı kan içindeydi, ama askerler için bu bir şey ifade etmiyordu. Erkek arkadaşların üstlerini yırtarak çıkardılar, sıra donlarını çıkarmaya gelmişti.

Bizim dayak faslımız devam ederken, bir yandan da güzel buldukları yanlarımızın hoşlarına gittiklerini söylüyorlar, lafla sarkıntılık ediyorlardı. Sonuçta biz de –iki kadın- kazaklarımızı çıkardık. İç çamaşırlarımızı da –atlet ve sütyenleri- çıkarmamızı istediler, çıkarmadık. Kendileri yırtarak çıkardılar, göğüslerimiz ortaya fırladı. Sözüm ona vücudumuzda yara izleri var mı diye bakıp tutanağa geçeceklermiş. Benim göğsümün ortasında küçüklükten kalma kedi tırmığı izi vardı. Bu onlar için bir malzeme oldu ve istedikleri elle sarkıntılığı yaptılar. Beğendikleri yanlarımızı ifade ediyor, “senin memelerin onunkinden güzel, senin ki küçük, seninkinin uçları daha seksi vs” gibi sözlü sarkıntılık yaparak “tutanak” işlemini bitirdiler.

3 saate yakın arama ve kayıt adı altında yaptıkları işkenceden sonra biz iki kadını diğer arkadaşlarımızdan ayırıp bir hücreye götürdüler. Kısa bir süre sonra E.Oktay tekrar geldi. “Odanızı beğendiniz mi, isterseniz sizi avukatlarınız gibi şampuanlı odaya da gönderebiliriz. Bu gece burada kalın sonra oraya gönderirim. Sizin namusunuz ben ve askerlerimden sorulur. Askerlerimin size karşı bir yanlışını görürseniz bana söyleyin. Askerlerim yanlış bir şey yapmaz, ben ne dersem onu yaparlar. Biz hepimiz namuslu, evli, çocuk sahibi erkekleriz.......” le başlayıp saatler süren bir nutuk çekti bize. Konuşmasından sonra askerlere hitaben “Ne yapacağınızı biliyorsunuz..” diyerek hücreden ayrıldı.

E.Oktay’ın hücreden ayrılmasıyla, ellerinde kalın kalaslarla işkenceci ekibi, Kara Bela, Laz Mevlüt, Ömer Çavuş, Posta Eyüp, Horoz adlarındaki azılı gardiyanlar onun yerini aldı. Bize akıllarına ne gelirse, yığınla abuk-sabuk sorular sorup, cevabını beğenmediklerine “olmadı” deyip, ceza olarak her defasında ellerimize coplarla her bir elimize en az yirmişer defa vuruyorlardı. Bu kez başka bir gardiyan “yine olmadı kız, amına koyduğum” diyerek falakaya çekiyordu.. İlerleyen saat karşısında uykusuz kalınca iyice kudurmuşlardı. Sabaha kadar falaka, dayak devam etti. Ellerimiz ayaklarımız mosmor kesilmişti, acıdan-sızıdan bağırıyorduk.

Gün ağardığında, ekibin başı Kara Bela, “Havalandırmaya çıkan koğuşla konuşursanız amınızı sikerim, konuşmak, işaretleşmek, cama çıkmak, yemek, içmek, tuvalete gitmek, volta atmak yasak, bunlara uymazsanız buradan cesetleriniz çıkar. Biz sık sık geleceğiz canınız sıkılmaz” talimatını verip toplu halde çekip gittiler.

15 gün boyunca bu hücrelerde kaldık. Her akşam ve sabah sayımlarında mutlaka dayak yedik. Her şey yasaktı, yemek, içmek, tuvalete çıkmak, konuşmak. Aklınıza ne gelirse.. Sadece kendimize ve başkalarına dayak atılacağı anları beklemekle geçen günler..

Daha sonra bizi tecrit koğuşuna verdiler. Burada yemek, içmek, volta atmak, tuvalete çıkmak serbest, fakat havalandırma, konuşmak, ranzaların üstüne çıkmak yasaktı.15 günde burada kaldıktan sonra kadınlar koğuşuna verildik.

Ve artık biz de tüm tutsaklar gibi dayağı, falakayı, hakareti, işkenceyi hayatımızın doğal bir parçası olarak algılamaya başlamıştık.

Kadınlar koğuşu

Biz kadınlar yaşamın hiç bir alanında erkeklerle eşit haklara sahip olmazken, Diyarbekir zindanında her anlamda eşitliğe sahiptik. İşkencede, hücrede, tekmilde, askeri eğitimde, sürünmede, şınav çekmede ve diğer ne varsa!. Yani erkek koğuşlarında uygulanan bütün işkenceler biz kadınlar içinde geçerliydi. Hatta fazlası var, eksiği yoktu. Örneğin Türk Anayasasına göre kadınlar askerlik yapamazdı. Ama biz Diyarbekir’de yıllarca, bir askeri kışlada bir erin yaptığı ne varsa hepsini yaptık. Yemek duasından nöbete, nazari ve ameli eğitimden sürünmeye, tekmil vermeden künye okumaya, şınav çekmeden, defalarca otur-kalkmalara, askeri marşların her gün, her saat okunmasına, mıntıka temizliğinden, günde üç öğün sayımlarına vs kadar.

İki kişinin yan yana gelip bir laf etmesi kesinlikle yasaktı. Yanındaki ister anan, ister bacın veya başka bir yakının olsun fark etmiyordu. Konuştuğumuzu yakaladıkları an, saat kaç olursa olsun işkenceci manga koğuşa gelip hepimizi falaka ve sıra dayağına çekerdi.

25 kişilik koğuşta 75 kişi kalıyorduk. İkişer kişi ranzalarda, geri kalanlar tek battaniye ile yerlerde ranzaların arasında yatıyorduk. Beton zemin kadınlardan görünmüyordu.

Her koğuş duvarında –iç koridora bakan kısımda- 6’şar küçük mazgal ve bunların üzerinde üç üstten, üç tane altan olmak üzere 6 gözetleme deliği bulunuyordu. 24 saat bu mazgallardan gözetleniyorduk.Askerler istedikleri saatte bu mazgal deliklerinden bizleri izleyebiliyorlardı.

Bir ay sürekli dayak ile geçen hücre ve tecrit cezası bitiminden sonra ilk koğuşa çıkarılışımızda belleğime kazınan bu mazgallar olmuştu. Uyurken hepimizin yüzü mazgallara dönük, sağa-sola dönmek yasak ve sırt üstü yatmak zorundaydık. Öyle ki, asker bizi görmek istediğinde direkt yüzümüzle karşılaşabilmeliydi.

Benim yatak arkadaşım PKK davasından yargılanan ve ağır cezaya çarptırılan Sakine Cansız (Polat) arkadaştı. Yat emri verildiğinde Sakine’yle, ara ranzalara geçip pijamalarımızı giyinirken bana, yavaşça nasıl yatmam gerektiğini anlattı, uyumak üzere yatağımıza geçtik. Battaniyeyi yarıya kadar ağzıma doğru çektim. Belki nefesimin sıcaklığıyla uyurum diye. Gözlerim kapalı ama ne mümkün uyku gözümü tutmuyor. Sıkıntıdan terlemiştim. Bir an gözlerimi açtığımda karşımda iki iri mavi gözle karşılaştım. Kendinden geçmiş, çok korkunç bakıyordu bu gözler. Hemen battaniyeyi başımın sonuna kadar çektim. Korkmuş, irkilmiştim. Battaniyenin altındayken, yıllar önce okuduğum Haydari Kamp’ı isimli roman aklıma geldi. Roman, Yunanistan Albaylar Cuntası döneminde politik bir tutsağın yaşadığı işkence ve tutsak günlerini; bir gece işkence sonrasında bitkin düşmüş şekilde hücresinde uyurken birden uyandığında kendisini izleyen mavi gözlerle karşılaştığı anı ve hissettiklerini anlatıyordu. Kitabı okurken oldukça etkilenmiştim. Yıllar sonra çok benzer bir anı yaşamak hem ürkütücü, hem de ilginç gelmişti... O gece gözlerim kapalı ama, hiç uyumadan; gardiyanın “sabah çorbası al!” komutuyla yataktan fırlamıştık...

Diyarbekir’de adet görmek bir işkence idi....

Her kadının doğallığından kaynaklanan aylık adet görme, bizlerde bir işkence halini almıştı. Çoğu arkadaş stresten adet olamıyor, bunun yarattığı bir takım hastalıklar yaşıyorlardı. Aşırı sinir, şişmanlık, terleme vs. Adet görenlerimiz ise, keşke biz de olmasaydık diye her ay neredeyse dua ediyorduk. Çünkü koğuşta pamuk, bez, orkit gibi korunmaya yönelik malzemeleri bulundurmak yasaktı. Kanaması olan arkadaş ya direkt kendi, ya da koğuş sorumlusuna haber verir, o da gardiyanı çağırıp tekmil vererek bir miktar pamuk alırdık. Tekmili şöyle verirdik;

Nuran Çamlı, 1961, Muş doğumlu. Kanamam var, pamuk alabilir miyim komutanım?”

Gardiyan ne için pamuk istediğimizi bilmesine rağmen, iğrenç duygularını kabartıp, ağzından köpükler saçarak,

Niye istiyorsun ağzuna suçtuğum, olmadı hele bir daha de!”

diyerek defalarca tekrarlatırdı. Eğer vermek niyetinde ise “tamam anlaşıldı” der, niyeti vermek değilse “olmaz, ben mi dedim gan gelsin” diye alay ederdi. Sonuçta pamuk gelirdi. Pamuğu isteyen arkadaşı çağırır, üzerine fırlatırdı. Yanında işkenceci ekipten bazılarını da getirir onlarında bizimle alay etmesini sağlardı.

Vücut temizliği için de yine aynı tekmili verir, ağda isteğimizi açıklardık. Gardiyanın tavrı ve yanıtı aynı olurdu. Ki bu talebimiz “lüks” sayılır, kolay kolay karşılanmazdı.

Gardiyana tekmil vermeden, olduğumuz yerden ayrılmak yasaktı. Nereye gidersek gidelim –tuvalete, mutfağa, koridora vs- izin almak zorundaydık. Tekmil vererek gittiğimiz gibi, geri döndüğümüzde de tekmil vererek yerimize geçmek mecburiydi. Örneğin, adet günlerimizde kirli pamukları atmak tam bir işkenceydi.. Koşar adımlarla gardiyanın yanına gider, hazır ol vaziyetine geçer, künye okuduktan sonra “Elimdeki çöpü atabilir miyim komutanım” derdik.

Aramızda şöyle bir diyalog geçerdi;

“-Ne çöpüdür, ağzuna suçtuğum?!”

“-Kirli pamuk komutanım!”.

“-Kirli pampuğ nedir galtax?!

“-Kanamam vardı onun pamuğu komutanım!

“-Neren ganadı, ağzuna suçtuğum?!

Buna yanıt vermez, kafamız dik ve karşıya bakar vaziyette çöpü atmak için izin çıkmasını beklerdik. Gardiyan histerik duygularını giderdikten sonra

“-At ağzuna suçtuğum!”

diyerek izin verirdi. Koşar adımlarla çöpü atıp gelir, tekrar tekmil verirdik;

“-Çöpü attım komutanım, yerime geçebilir miyim?

“-Ne pox yemeye yerine geçecaxsan, ağzuna sıçtuğum, cezalısan!

Bütün amacı bizleri saatlerce karşısında tutup, vücudumuzu izleyerek, iğrenç duygularını tatmin etmekti.

Bize, isimlerimizle değil,“kaltak - ağzına sıçtığım – kapatma- orospu” diye hitap ederdi/edilirdi.

Koğuş Sorumluluğu

Biz Diyarbekir’e gelişimizde koğuş sorumluluğunu PKK davasından Gönül Atay isimli arkadaşımız yapıyordu. Daha sonra aynı davadan yargılanan Aliye Saruhan, ondan sonra ise ben yaptım. Koğuş sorumluluğu E.Oktay tarafından tayin ediliyordu. Gidişimizin üzerinden bir kaç ay geçmişti. Bir gün koğuşa geldiğinde hepimiz içtima düzeninde iken, “bundan sonra koğuş sorumlunuz Nuran”dır demişti. Şaşırmıştık. Neye göre tayin ediyordu bilmiyorduk.

Koğuş sorumlusu, koğuşun tümünden sorumlu tutuluyor, güya askeri kurallara göre, tutsaklar üzerinde askeri hiyerarsi uygulamış oluyorlardı.

Koğuş sorumluluğu bizim açımızdan önemli bir işleve sahipti, önemsiyorduk. İdarenin bütün amacı her birimizi tek tek muhatap alıp, az da olsa aramızdaki birlikteliği bozmak, özellikle genç arkadaşlardan ispiyoncu tipler oluşturmaktı. Günlük karavana alımlarında, revire gidişlerde, koridorları yıkamada, kantin alışında, nöbette, su ve çay alımlarında gardiyan o günkü nöbetçiyi yalnız götürürdü. Bizler olası bir olumsuzluğu ve sarkıntılığı önlemek için gidenin yanında mutlaka koğuş sorumlusunun da bulunmasında ısrar ediyorduk. Genellikle uygulanırdı bu.

Hafta başı ve hafta sonu koridor temizliği yapmak zorunluydu. Gardiyan, bazen gözüne kestirdiği genç arkadaşlarımızı çağırır, biz –ben, sakine, cahide, gönül, aysel- onlar temiz yıkamıyorlar, biz yıkıyalım diyerek her seferinde mutlaka içimizden en az 3 kişinin yer almasını sağlardık. Tabii canımızda çıkardı. Büyük varillerde 2.kata su taşımak bir felaketti. Bidonlar naylondu ve hep ellerimizi kesiyordu. Buna rağmen gönüllü olarak çoğunlukla biz işlere koştururduk.

(Devamına bakınız II.Bölüm)

http://www.gelawej.com/modules.php?name=News&file=article&sid=80



[1] Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit: Yaşar Gündoğdu, Sterka Rizgari. S.18, s.90-94, Haziran 2000, İstanbul

[2] Şerafettin Kaya, “Diyarbakır’da İşkence”, Halk Yayınları, 1982, Almanya ayrıca Karaman Yavuz’un ZDF Televizyonu için çektiği “Diyarbakır-Hukukçuluğumdan Utanıyorum” adlı Şerefettin Kaya ve Ruşen Arslan’la Diyarbekir Cezaevi üzerine yapılan dökümanter film: Regie: Karaman Yavuz, “ Diyarbakir- Ich schäme mich, ein Jurist zu sein”, Deutschland/Turkei, 1994



Yorumlar