III.Bölüm
E.Oktay, Meryem’in Ailesine mektup yazarken saçlarının kesilmesinden bahsettiğini ve bunun ağır bir suç olduğunu belirtiyordu. Cebinden çıkardığı mektubu da sallayarak nutkuna devam etti ve mektubu hemen orada Meryem’e yedirmesi için gardiyan Ömer Çavuş’a uzattı. Ömer Çavuş mektubu üç dört parçaya böldükten sonra sıradaki yerine dönmüş olan Meryem’in ağzına tıkamaya çalıştı. Meryem kaşlarını çatmış, kararlı bir biçimde başını iki yana sallayarak bu işleme direniyordu. Ama nafile! İki üç gardiyan gencecik kızın çenesine yapışarak kağıt parçalarını zorla ağzına tepiştirdiler. Çiğnemesi için de ağzını açıp kapatarak zorladılar. Güzelim Meryem bir yandan çatık kaşlı direngen tavrını sürdürüyor, ama bir yandan da gururu kırılmış olarak gözünden sessizce sicim gibi yaşlar boşanıyordu. Gardiyanlar bunun için de birkaç defa daha vurdular Meryem’e ve Esat Oktay’ın nutku bitene kadar mektubu çiğneyip yutması için başında beklediler.
Hücre
Hem fiziksel, hem de psikolojik olarak kötü durumdaydık. Ağırmayan bir yanımız, morarmamış küçücük bir et parçamız kalmamıştı. Kendi başımıza kaldığımızda sırayla birbirimizin vücutlarına baktık. Ten rengimiz değişmiş her yerimiz çürük içindeydi. Bir süre sonra kendimizi toparlamaya çalıştık, herkes kendinden önce arkadaşının yarasını üflüyor, onu teselli etmeye çalışıyordu. Halide dayanamayıp Diyarbekir şivesiyle birden “arkadaşlar ben o kadar çirkinmiyim, itoğlu itler bana neler dediler koğuşa gider gitmez ilk işim aynaya bakmak olacak” dedi. Kendisinin çirkin olmadığını, işkencecilerin hepimiz için aynı şeyler söylediklerini, bunların bir anlam ifade etmediği türünden bir şeyler söyledik. Sinirlerimiz oldukça gerilmişti. Birden kahkahalarla gülmeye başladık.
Sıkışmıştık, hücremize yapmaktan başka çaremiz yoktu.
–Hücre tavandan eşitlenmiş iki pencereli, bir ranzanın sığabileceği büyüklükteydi. Burası gardiyan odasıymış, ancak, gardiyanlar sürekli işkence nöbetlerinde oldukları için burayı kullanmıyorlardı. Bize hücre yapmışlardı.-
Bir köşeyi tuvalet yapıp sırayla ihtiyacımızı karşıladık. Taban eğilimli olduğu için kısa sürede çiş birikintisi altımıza kadar ulaştı. Ha üzerimize yapmışız, ha oraya fark etmiyordu.
Hava soğuktu, çişten üstümüz ıslanınca iyice üşümeye başladık. Birbirimize sokulup nefeslerimizle ısınmaya çalışıyorduk. Acımızı unutmak için herkesin bir şey anlatmasına karar verdik. Önce gardiyanların taklitlerini yaparak başladık, sırayla komik bir olay, fıkra veya unutamadığımız bir anımızı anlatacaktık.
Aramızda konuşmak yasak olduğundan, oldukça yavaş konuşuyorduk.
Sakine Dersim’liydi. Köylerinde “apo xıdır” adında gerçekten yaşanmış ve Dersim’de efsaneleşmiş bir yaşlı amcanın yaşamından kesitler aktardı. Sakine’nin dışında bizler bir şey anlatamadık. Çünkü anlattıkları öylesine moral olmuştu ki hiç birimiz anlatmaya yanaşmıyorduk. Gülme krizine girmiştik, zaten dayak yiyorduk, bir de güldüğümüz için yerdik. Gülüyorduk ama, acı ve sızılarımızın da dozajı artıyordu. Aldığımız tek önlem, patlayan el ve ayaklarımızı mümkün olduğunca bir yerlere değdirmemekti. Çünkü açık yaraydı ve hücre oldukça pisti, mikrop kapabilirdik.
2 günlük hücre cezamızı, ilk günün tempo ve işkenceleriyle bitirdik. Koğuşa götürülmeden E.Oktay hücreye geldi. Yüzümüz dahil, görünen her yanımız şiş ve morluk içindeydi. Görüntümüz Esat’ın çok hoşuna gitmişti, en yakınındaki askerin başını okşayarak (E.Oktay, verdiği emirler -dayak, falaka- istediği gibi yerine getirilmişse, askerlerine mükafat olsun diye başlarını okşar, memnuniyetini dile getirirdi.) “ellerinize sağlık, güzel olmuş” deyip bize dönerek “nasılsınız kızlar, akıllandınız mı?” diye sordu. Banyoya götürülmemiz, yıkanmamız emrini verdi ve hücreden ayrıldı. Gardiyan tek sıra halinde bizi banyoya soktu, banyo bitene kadar kendi de kapının dışında bekledi. Büyük olasılıkla kapıyı açıp bizi izliyordu. Birimizin durumu iyi değildi ki, diğerine yardım etsin. Tutmayan ellerimizle üzerimizdeki pislikleri yıkayıp, temizlenip koğuşa öyle çıktık. E.Oktay ve ekibi karşıladı. Koğuştakilere gözdağı olsun diye Esat bizi içtimaya sokmayarak orta yerde tutup, her zaman ki nutkunu attı, koğuşa dönüp yüzlerimizdeki morlukları kastederek, “renkli yüz görmek iyi oluyor değil mi kızlar, arkadaşlarınıza ilaç sürün yarına bir şeyleri kalmaz” diye bir de “babalık” yapmaya çalışıp koğuştan toplu halde ayrıldılar.
Saç ve mektup
İçeride kağıt ve kalem bulundurulması yasaktı. Kantinden bize aldırılıyor ama koğuşun dışında Gardiyanın yanında tutuluyordu. Gardiyan, koğuş ya da kantin listesi hazırlattığında veriyor ve geri alıyordu. Herhangi bir konuda dilekçe yazmamız mümkün değildi.
Bazen akıllarına estiğinde yakınlarımıza “mektup yazma” izni veriliyordu. Ama bu mektuplar hiçbir zaman yerine gitmiyordu. Çünkü amaçları ailelerimizle iletişim sağlamak değil, bu mektuplar vasıtasıyla bizim ruh halimizi ölçmek, düşüncelerimizi öğrenmekti.
Bir gün Postacı Eyüp ekibiyle birlikte paldır küldür gelerek, “saçlarınız kesilecek!” komutunu verdi. Yanındaki askerlerin ellerinde makaslar, tıraş makineleri de vardı. Hiçbirimiz saçlarımızın kesilmesinden hoşnut olmamakla beraber, saçlarımız kökünden biçimsiz bir biçimde kesildi. Yolunmuş kuşlara dönüşmüş, komik bir duruma düşmüştük sanki. Onur kırıcı bir işlemdi aslında, ama su ve banyo olanağının çok az olduğu, bitin kol gezdiği o koşullarda kısa saçın avantajları da vardı.
Yine de bu işlem birçok genç arkadaşın onuruna dokunmuş, çok içerlenmişlerdi.
İşte böyle bir mektup yazma izni çıktığı bir gün arkadaşlardan biri (Meryem) ailesine saçlarının kesildiğini de yazmış. Meryem daha 13 yaşlarında, çıta gibi sıska genç bir kızdı. PKK davasından yargılanıyordu, gururlu ve militan bir tavrı vardı.
Öğlen sayımında E.Oktay, işkenceci gardiyanları ve köpeğiyle yine sökün etti. Hepimizi içtimaya çıkardılar. E.Oktay uzun nutuklarından birine daha başladı. Kesilmiş saçlarımızla bizi görmeye gelmişti. Hem bu işin zorunluluğundan, hem üzüntüsünden, hem de cezaevinden dışarıya haber göndermenin yaratacağı sorumluktan bahsediyordu. Bu arada Meryem’i de göğsünden çekerek birkaç adım sıranın önüne çıkarmıştı. Hepimiz Meryem’le ilgili bir şeyler olduğunu anlıyorduk. E.Oktay, yüzü bizlere dönük olarak attığı nutkun bir yerinde aniden dönerek Meryem’in suratına destekli bir yumruk attı. Kızın ağzı burnu kanadı.
E.Oktay, Meryem’in Ailesine mektup yazarken saçlarının kesilmesinden bahsettiğini ve bunun ağır bir suç olduğunu belirtiyordu. Cebinden çıkardığı mektubu da sallayarak nutkuna devam etti ve mektubu hemen orada Meryem’e yedirmesi için gardiyan Ömer Çavuş’a uzattı. Ömer Çavuş mektubu üç dört parçaya böldükten sonra sıradaki yerine dönmüş olan Meryem’in ağzına tıkamaya çalıştı. Meryem kaşlarını çatmış, kararlı bir biçimde başını iki yana sallayarak bu işleme direniyordu. Ama nafile! İki üç gardiyan gencecik kızın çenesine yapışarak kağıt parçalarını zorla ağzına tepiştirdiler. Çiğnemesi için de ağzını açıp kapatarak zorladılar. Güzelim Meryem bir yandan çatık kaşlı direngen tavrını sürdürüyor, ama bir yandan da gururu kırılmış olarak gözünden sessizce sicim gibi yaşlar boşanıyordu. Gardiyanlar bunun için de birkaç defa daha vurdular Meryem’e ve Esat Oktay’ın nutku bitene kadar mektubu çiğneyip yutması için başında beklediler.
Direnişler..
Diyarbakır zindanında iki kez yattım. Birincisinde bir yıldan biraz fazla sürdü. 1981 yılının baharından 1982 yılının yaz aylarına kadar kaldım orada. Davamızın sorgu aşaması bittiğinde ikinci grupta tahliye olan arkadaşların arasındaydım. Tahliyem çıkmasına rağmen iki ay keyfi olarak beni salıvermediler cezaevinden. Zaten Esat da, gardiyanlar da sık sık bunu söylüyorlardı. “Mahkemeler sizi tahliye etse bile sizin buradan çıkmanız bizim elimizde, sizin tahliyenizi ancak biz veririz!” Nitekim öyle oldu..
Bu dönem Diyarbekir 5’ No’lu zindanı için tutsakların “teslimiyet ve vahşet dönemi” adını verdikleri karanlık, acılı günlerdi. Askeri yaptırımlara karşı cezaevinde uzun süre direnişlere girişilmiş ancak, biz oraya gittiğimizde bu direnişler hemen hemen tümüyle kırılmış, özellikle bütün koğuşlar kurallara “uydurulmuştu.” Direnen insanlar ise daha çok 35 ve 36’daki hücrelerde tutuluyorlardı. Biz, kendi koğuşumuz dışında neler olup bittiğini hemen hemen hiç öğrenemiyorduk. Ki bu dönemde itirafçılık ve ajanlaştırma dayatmaları da başlamıştı.
Yargılandığım dava sonuçlanmış, 8 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştım. İkinci kez 1984 yılının kasım ayında tutuklandım ve 86 yılının son aylarına kadar Diyarbekir’de kaldım. İki tutukluluğum arasında geçen iki yıllık süre içinde Cezaevinde muhteşem direnişler olmuş, (82 Ölüm orucu, Dörtlerin eylemi, 5 Eylül 83 Direnişi ve 84 Ocak direnişi) teslimiyet kırılmış ve askeri kurallar büyük ölçüde kaldırılmıştı. Çok sayıda değerli direnişçi şehit olmuş diğerleri sakat kalmışlardı. Ölüm oruçları ve kitlesel direnişlerle kazanılan haklar ve anlaşmalar geçerliydi bu dönemde. O zaman da iki yıl kaldım Diyarbekir zindanında.
Her iki dönemeçte de, özellikle TC’nin uygulamalarının teşhirine yönelik tanıklığı gerektiren birçok şey olduğuna inanıyorum. Diyarbekir zindanı güncelleştiği için hafızamda taze olan bazı anıları hızlı bir biçimde paylaşma ihtiyacı duydum.
Diyarbekir ve Mamak zındanlarında yaşananları anlatmaya devam etmeyi düşünüyorum, dönemin tanığı olan kadın arkadaşlara da bir kez daha ö dönemi yazmaları için çağrıda bulunuyorum.
Nuran Çamlı (Maraşlı)
Yorumlar
Yorum Gönder