Musul-Kerkük, Diyarbakır-Van...


Irak ve özellikle de Kerkük’te yapılan seçimler, resmi ve ya gayri-resmi tüm Türk makamlarını ayağa kaldırmış görünüyor. Söylemlerinden tam bir çıldırma halinde olduklarını gözlemek mümkün. Kürtlerin Güney Kürdistan’da Kerkük de dahil uluslararası meşruiyeti tanınmış bir federasyona sahip olmak üzere olmaları onların duygu ve düşüncelerine sığmayacak kadar büyük  bir basınç yaratmaktadır.
Öyle ki ancak egemenlikleri altındaki bir toprak parçasına silahlı bir müdahale olduğunda kullanılabilecekleri bir dil ve saldırgan bir üslupla, başka bir devletin başka bir kentindeki seçim sonuçlarının kendilerini “ne kadar çok rahatsız ettiği” ve “sonuçlarına katlanamayacaklarını!” söyleyebiliyorlar.
Hem de “terör”, “şiddet” vb gibi gerekçelerle değil, seçimler vesilesiyle söylüyorlar bunları!

Söylemlerden Kürt halkına yapılan aşağılama, derin bir nefret ve saldırganlık fışkırıyor. Dizginlerinden boşanmış bir şovenizm akıyor.
Genelkurmaydan Dışişlerine, siyasi partilerinden Üniversitelerine, Medyasından kimi “sivil” kuruluşlarına kadar her boydan ama aynı telden bu saldırgan anti-Kürt  üslup acaba Kürt halkının bilincinde nasıl bir etki yaratıyor?

“Biz kardeşiz, aynı kandan aynı soydanız, dinimiz, dilimiz birdir, ayrımız gayrımız yoktur” diyenler Kerkük ve Güney kürdistan söz konusu olduğunda açıkça Kürtleri hiçbir şeye hakları olmayan, olmaması gereken bir toplum olarak görmeleri, onların her kazanımlarına ateş püskürmeleri acaba sıradan Kürt ve Türk insanının duygu ve düşünce dünyasında nasıl yankılar buluyor!

Kendi adıma söyleyeyim, eğer şu ana kadar taşımış olduğum hiç bir politik bir bilincim olmasaydı bile, medyada ve Türk makamlarının estirdikleri bu şoven söylem karşısında onları derin bir nefret ve öfke duyardım. Bir diktatörlüğün ardından, Bir halkın kendi kendini yönetmek üzere siyasi partileri aracılığıyla, nispeten iyi-kötü ama önlerine bir seçim sandığı gelmesi ve kendi gelecekleri için oy kullanmalarına, özerk ya da fidi bir yönetim kazanacak olmalarına karşı duyulan bu saldırganlık, beni, buradaki ilişkileri A’dan Z’ye kadar sorgulamak durumunda bırakırdı. Hiç de “kardeş” falan olmadığımızı, bir kaşık suda boğulmak istendiğimizi, özgürlüğün en küçük kırıntısının bile bana hak görülmediğini anlardım.
Onların ancak  köle Kürd’e tahammül ettiklerini, özgür Kürt karşısında ise çılgına döndüklerini görürdüm.

Son 15 yılda Kürdistan özgürlük mücadelesi adına büyük bedeller ödemiş olan Kuzey Kürdistan halkı acaba bu gelişmeler karşısında nasıl bir duygu ve düşünce yoğunluğu içerisinde? Onların “ulusal duygu ve bilinçten yoksun” oldukları asla söylenemez. Her ailede birkaç şehit, birkaç tutsak ve bir o kadar da göçmen bulunan bu halkın olup bitenlere kayıtsız kaldığı, içten içe kaynamadığı düşünülebilir mi? Bu kadar bedel ödedikten sonra bu kadar “az” bir kazanım, ama bu kadar çok “aşağılanma” ile karşılaşmak kabul edilebilir mi? Türk makamları soydaşlarına sahip çıkmak adına her gün Güney Kürtlerine sövüp sayar ve tehdit ederken, Kuzey Kürtleri karşılık olarak kendi soydaşlarına yapılan bu ayrımcılık karşısında ve bütün bu çelişkiler içerisinde nasıl bir tepki verecekler?

Siyasetin kazanı toplumlar açısından belki ağır ama şaşmaz biçimde bu gerilim ateşi içinde ısınmaktadır.

TC’nin en büyük avantajı Kuzey’deki özgürlük mücadelesini “önderliğini” teslim alarak, tasfiye ve düzene entegre etme rahatlığı içinde görmesidir kendini... PKK önderliği tabanın ve kitlenin eğilim ve yapısının tersine TC ile entegre olma programını yürütmekte, Kürt hareketinin dişle tırnakla kazandığı (-ki kendisinin de yoğun emekleri bulunan) bütün kazanımlarını birer birer düzen içine döndürmektedir. Kitleleri siyaseten manipüle ettiği gibi, özellikle Kuzey ve Güney arasında psikolojik bir uçurum açılmasına da çalışılmaktadır. Eğer Kuzey Kürdistan’ın taşıdığı büyük potansiyele karşın, TC Güney’e karşı bu derece tehditkar davranabilme cüretini kendinde bulabiliyorsa, bunun Kuzey Kürtlerinin PKK’nin ideolojik-psikolojik barajına takılmasından dolayı olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu baraj halen ayaktaysa, elbette 15 yıllık gerilla mücadelesinin saygınlık ve etkinliğinin halen kitleler üzerinde varlığını sürdürmesindendir.

Ama işte içerdeki ve dışarıdaki bu gelişmeler karşısında insanların siyasi bilinci ve ulusal coşkuları daha ne kadar karmaşa içinde kalabilir ki? Eninde sonunda  bu toplumsal enerji kendine göre bir yol bularak çıkacak, kaynamakta olan kazan taşacak ve kendi mecrasını bulmak üzere önündeki engelleri kaldırıp atmakta gecikmeyecek... 

Bilim ve siyaset adamlarının işi bu enerjiyi pozitif ve kalıcı sonuçlara doğru kanalize edebilmenin yol ve yöntemlerini bulmak, uygulamak... Yoksa bu yıkıcı enerji sadece taştığıyla kalıp tekrar kabuğuna da çekilebilir.

1925 Şeyh Said, 1926-29 Ağrı, Zîlan, Tendürek ve 1938 Dersim direniş ve katliamlarından sonra Kuzey Kürdistan’da neredeyse 30 yıl yaprak kımıldamamıştı. Ama bir yandan Güney Kürdistan’da Barzani önderliğinde gelişen Kürt ulusal hareketi bir yandan da sosyalist gençlik hareketleri buradaki ulusal damarı derinden derine etkilemekte gecikmedi ve 70’li yıllarda artık Güney’in de etkisinde olmayan hareketli bir deprem alanı oluştu Kuzeyde.

Şimdi o günlere göre Kuzeyde ve Güneyde daha elverişli koşullar vardır. Kuzeyde bir biçimde siyasal asimilasyon baskısı altında, manipüle edilen bir ama yine de güçlü bir ulusal potansiyel vardır ve bunun hafızası çok yenidir, külleri soğumamıştır. Kitleler talep sahibidir. Güney eskisi gibi dağlara sıkışmış bir Peşmerge hareketi olmaktan çıkmış, devletleşme yolunda önemli mesafeler kat etmiş bir odak, dahası bir “model” durumuna gelmiştir.

Küçük Güney (Suriye) parçası tarihinde ilk kez geri besleme, lojistik destek pozisyonundan çıkıp kendi için isyan edip ayağa kalkan bir toplumsal hareketlilik içindedir.

Ve yine eskinin tersine uluslararası koşullar bu kez Kürtlerin lehinedir. “taş altına” gitme veya “alevare dalavere, Kürt Mehmet nöbete!” kuralını bozacak durumdadır. Ortadoğu’nun statüleri değişmekte ve bu statü değişikliği içerisinde yüzyıldır haksız biçimde bölünüp parçalanarak sömürgeleştirilmiş olan Kürt ulusu, yeni Ortadoğu dengelerinde kendisine gereken hayat alanını bulacak dış koşulları da yakalamıştır.

Kerkük ve Güney Kürdistan’la ilgili olarak Türk sömürgeciliğinin her boydan sözcülerinin şovenist söylemlerinin Kürt kitlelerinin bilincinde  derin bir yankı bırakacağından ve bunun siyasal bir karşılığı olacağından eminim. Bunun için kuzey Kürtlerinin büyük bedellerle oluşturdukları tarihsel miraslarını sahiplenen, ama teslimiyet ve entegrasyonu da reddeden, modern bir yenilenmeye ve silkinmeye ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum.

Bu yenilenme; eski örgütlenme modellerini, siyaset yapma biçim  ve alışkanlıklarını reddeden, kitlelerin demokratik ve aktif katılımının önünü açan bir örgütlenme tarzına gerek duymaktadır.
Bu yenilenme; müritleri ve şefleri, siyaset ağalarını, ideoloji şeyhlerini ve siyaset bürokrasisini kenara itmeyi gerekli kılar.
Bu yenilenme tarihsel birikimi ret ve inkar değil, sahiplenmeyi ama doğru damardan beslenmeyi önüne koyan bir akılcılığı gerektirir.
Bu yenilenme sömürgeci sistemin bütün ideolojik, siyasi ve askeri aygıtlarından kopuşmayı, ama karşılık olarak da birlikte yaşanılan bütün kadim halk ve kültürlerin değerleriyle barışmayı, kaynaşmayı gerektirir.
Bu yenilenme her türlü ideolojik fanatizm, dogmatizmin reddedilmesini küreselleşen dünyanın iyi okunmasını, toplumsal ihtiyaç ve olanakların iyi hesaplayan bilimsel bir nesnelliği gerektirir.
.....

Eğer siyasi güçler ve Toplumumuz, TC devletinin “Musul-Kerkük” yaygarası karşısında, Diyarbakır-Van hattını toplumsal, etnik ve kültürel çoğulculuğa dayalı demokratik bir modelle öne çıkarabilir, aradaki yapay sınırları  anlamsız hale getirmeyi başarırsa gerçek bir barıştan o zaman söz edebiliriz.
  

Yorumlar