Filistin Askısı

Türkiye’de 12’i Mart’ı özelikle de 12 Eylül’ü yaşamış bütün devrimciler, muhalifler  bilirler: Filistin askısı Türk polisinin en çok uyguladığı bir işkence yöntemiydi: iki kol da arkaya itilir, sağ el sol dirseğin, sol el de sağ dirseğin yanına getirilir, böylece bir sopaya bağlanır, yüksekçe bir yere çekilir. İnsan en fazla  yarım saat dayanabilir, bir süre sonra, kol kasları yırtılır gider, yaklaşık yarım saatten sonra askıdaki bayılır.

Filistin Askısını ilk kez 1982’de tanıdım: Polis, “Bak oğlum şimdi seni uçağa bindireceğiz!” dedi. Birden havalandım, kollarım gerildi, gözlerim zaten bağlanmıştı, üzerime su dökerek elektrik verdiler.  Askıdan indirildiğimde kollarım tutmuyordu.

12 Mart ve 12 Eylül askeri rejimleri Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketlerini işkence tezgahlarında Filistin Askısı’na yatırırken, dışarıya firar eden devrimcileri de ikinci bir “Filistin Askısı” bekliyordu. Filistin veya Lübnan kamplarında kurulan bu “Filistin Askısı” da, Ortadoğu’ya çıkan hemen hemen bütün Kürt ve Türk devrimcilerini siyasal olarak felç etti, kötürümleştirdi. Birincisinin travmalarını ne kadar atmaya çalıştıysak, gönüllü olarak gerildiğimiz ikincisinin etkileri halen devam ediyor, hatta mazoşik bir bağımlılık olduğunu bile söyleyebiliriz.

Belki de Ortadoğu’daki Filistin Askısı, içeride işkencehanedekilerden daha çok etkili oldu devrimci hareketler üzerinde. Bence Filistin dolayısıyla yerleşen siyasal saplantılar, en az Kemalizmin Türk solu ve Kürt ulusal hareketleri üzerindeki ideolojik-siyasal tahribatları kadar derindir. Kemalizm konusu önemi ölçüde tartışıldı/tartışılıyor ama Filistin davası vesilesiyle hemen hemen bütün dünya soluna, ulusal kurtuluş hareketlerine ve daha da etkili olarak  Kürt hareketlerine, Türk soluna yapışan bu tahribatlar üzerinde çok fazla durulmadı. Bu iki etken aslında birbiriyle de bağlantılı ve birbirini besleyen özellikler taşıyor.  Kemalizm Türk şovenizmini, Filistin ise Arap şovenizmini „anti-emperyalizm“ kabul ederek bu hareketlerin düşman hanesinden çıkarmalarına ve böylece  körleşmelerine yol açıyor.

Arap gericiliklerinin şoven politikalarını  Filistin hareketi arkasında „anti-emperyalizm“ olarak meşrulaştırmasının, bir başka uzantısı da Yahudi düşmanlığıdır. „Siyonizm’e karşı olmak“ adı altında da Yahudi toplumunun kendi ana vatanında bir devlet olarak varolma hakkı hep yok sayılmıştır

Bir çok sol ve ulusal kurtuluş hareketinin yıkılmaz sanılan pek çok tabusu yıkıldı ama çok fazla dikkate alınmayan bu özellikleri, Arap şovenizmini anti-emperyalizm olarak tanımlama  ve Yahudi düşmanlığı sabit kaldı.

Halen de küresel aktivist akımlar bu iki özelliği hiç sorgulamaksızın sürdürüyorlar.

Bunun önemli ölçüde bir vefa borcuna dayandığını, Filistin’in1967 Arap-İsrail Savaşından beri neredeyse 30 yıl dünya devrimci hareketlerine yataklık yapmış olmasının bir sonucu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Filistin’in bir zamanlar “Ortadoğu Devrimci Çemberi” denen şeyin merkez üssü olduğu hatırlardadır.

Soğuk Savaş yıllarının iki kutuplu dünyasında, paylaşımın dışında kalmış olan ve blokların egemenlik savaşı verdikleri „3.Dünya“ diye adlandırılan alanların başlıcası Ortadoğu’ydu. Bu gerilimde SSCB, Baasçı sosyalist Arap Milliyetçiliğine arka çıkarken ABD ise Yahudi milliyetçiliğine ve Suudi tipi Arap rejimlerine arka çıkmaktaydı. Ve Filistin bu gerilimin patlak verdiği bir çatışma alanı olarak „3. Dünyanın“ hemen hemen bütün muhalif sol ve ulusal kurtuluş hareketlerinin kendileri için bir nefes borusu bulabildikleri bir serbest bölge vazifesi görüyordu. Muhalif devrimci gruplar buralarda oluşturulan kamplarda  barınırken, bir yandan da Bulgaristan, Suriye ve Filistin Kurtuluş Örgütleri aracılığıyla SSCB’nin lojistik desteğini kazanma olanağı buluyorlardı.

Tabi bunun siyasi bir „fiyatı“ vardı: Buradan yararlanmakta olan hiçbir grup en azından „anti-Sovyetik“ olamıyor, SSCB ve Doğu Bloğu devletlerinin politik çıkarlarıyla çelişmemeleri gerekiyordu. Dahası bu devletlerin ve bağlaşığı olan bölge gericiliklerinin -özellikle de Suriye’nin- taktik ve stratejik bütün dayatmalarına da boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Bu ilişkiyi içselleştirenlerin yolu açılıyor, mırın kırın edenler ise zamanla tasfiye oluyorlardı.

Alandaki devrimci grupların, Filistin davasının tüm dünyaya tanıtılmasının yanı sıra bu harekete aktif destek de verdiler. Lübnan iç savaşı sırasında paralı askerlik yapmak durumunda kaldıklarını hatırlamak yerinde olur. Ve yine 1982’de İsrail, Beyrut’u işgal ettiğinde Filistinli gruplar alanı boşaltınca „misafirler“ kendilerini İsrail’le baş başa buldular!

Bu alandan ve lojistik desteklerden yararlanmanın bedelleri sadece siyasal bağımlılık ve ideolojik körleşme değildi: sonuçlarının özellikle yapısal bozukluklar bakımından ağır olduğunu da görmek gerekiyor.  Filistin Askısı’ndan geçen bütün hareketler şu veya bu biçimde sakat kaldılar, bellerini doğrultamadılar. Türk solundan THKO’yu THKP-C ve türevlerini, Ermeni ulusal hareketinde ASALA’yı, Kürt ulusal hareketinde ise PKK’yi örnek vermekle yetinelim.

Filistin kamplarında kalan tüm yapılanmalarda örgüt anlayışından, mücadele yöntemlerine kadar önemli bir benzeşme ve hastalık belirtileri var. Bu bağlamda yapılacak araştırmalar ilginç bulgulara ulaşmamıza neden olabilir. Bu grupların karşılaştıkları açmaz ve savruldukları yerler bakımından Filistin Askısı’nın derin etkileri olduğunu düşünüyorum.

Zamanla Filistin alanında  ideolojilerin değiştiğini, Marksizm-Leninizmin kızıl bayrağının yerini Yeşil zeminli Ayetli İslam bayrakları alabildiğini görüyoruz.  Ve din radikal sosyalist hareketlerin yararlandıkları bu kaynaktan bugün Hizbullah, İslami Cihad vb. gibi islami kimliklerle savaşan radikal grupların beslenmekte olduklarını da aklımızın bir köşesinde tutalım... Filistin hepsine ebelik yapabiliyor.

Ortadoğu’daki tüm Arap gericilikleri ve Arap şovenizminin kendini on yıllarca Filistin halkının mağduriyeti arkasında meşrulaştırdığını görmek gerekir. Bu araç hiç de gizlenmeye gerek görülmeyen bin Yahudi düşmanlığıyla koşut gitmektedir. Buradaki düşmanlığın da kitle manipülasyonu için etkili bir dinsel fanatizm içinde barındığını ve bu rejimlerin tümünün anti-demokratik karakterlerini beslediğini de unutmamak gerekiyor. Filistin Önderliği de bu çizginin başından beri tamamlayıcısı durumundaydı ve dünyadaki tüm devrimci akımları yedeklemeyi başarmıştı. Bu sayede bütün Arap gericiliklerinin çıkarları mazlum Filistinlilerin egalleriyle kapatılmış olarak, sol ve demokratik hareketler tarafından bayraklaştırılabiliyor. Doğu Bloku’nun tartışmasız bu taraflılığı da yanılgılı bölünmeyi kalıcılaştıran bir etkendi. Tıpkı, Bolşeviklerin Kemalizmin kuruluş yıllarında ona hediye ettikleri ilerici anti-emperyalist“ bir yafta nedeniyle, bu ırkçı-şoven ideolojiye karşı sosyalistlerin bir türlü ayakları  üzerine dikilememesine neden olduğu gibi…

Kemalist Türk milliyetçiliği ve Baasçı Arap milliyetçiliğinin aslında birbirine benzeyen yapısal özellikleri var. Her ikisi de Osmanlı toplumsal yapısı içindeki iki ulusun, modern sınıfların/ burjuvazinin gelişmesi üzerine değil, fakat onlar adına hareket eden yöneten sınıfların/ militarist oligarşinin/ inşa ettikleri bir ulusçuluktur. Bu durum onlara hem yukarıdan aşağıya doğru jakoben bir karakter vermektedir. Ve bunlar emperyalist burjuvaziyle sadece pazarlık yapma noktasında olmalarına karşında, asla ezilen ulus milliyetçilikleri değillerdi. Onlar daha başından beri egemen ulus milliyetçiliği olarak ırkçı/şoven bir karakterle varoldular.

Kemalizmin kendini Rum-Ermeni ve Kürt düşmanlığıyla belirlemesi gibi, Baasçılık da kendisini Yahudi düşmanlığıyla belirlemişti. Her ikisinin de aslında „nasyonal sosyalist“ vurguları çok açıktır, Avrupa’nın faşist ve nazist akımlarının bölgesel versiyonları durumundadırlar. Bonapartist bir yapı göstermeleriyle ayrılırlar.

Bu alandan beslenmiş olan bütün hareketlere bakınız, ideolojik söylemiyle nereden nereye savrulursa savrulsun, Arap milliyetçiliğini mağdur, mazlum ve ilerici, bütün melanetlerin kaynağında da Yahudileri gören temel bir görüşleri baki kalmaktadır. Filistin’den beslenen bütün devrimci hareketlerde anti-emperyalizm ile Yahudi düşmanlığının hemen iç içe geçmiş olması, Arap milliyetçiliği açısından ideolojik bir başarıdır. Tıpkı Sol Kemalistler, Kadrocular eliyle Türk şovenizminin sol harekete “ilericilik, anti-emperyalizm” olarak yerleştirilmiş olması gibi bir şeydir bu. Hiçbir sol hareket Arap milliyetçiliğini, Arap gericiliğini doğru dürüst sorgulamaz: Hepsini Filistin’le, Filistin’i ise anti-emperyalist mücadele ile özdeşleştirmiştir.

Körleşmenin bugünkü sonuçları

Bakışlarımızı bu kez son bir yıldır ABD’nin Irak işgaliyle Ortadoğu’nun dengelerinin değişmesiyle birlikte yapılan tahlillere çevirelim: Ortaya konulan şemaya baktığımızda
Arap milliyetçiliği yine anti-emperyalist bir taraf olarak görülmektedir, ne ki bu sefer Arap milliyetçiliğine eşlik eden ideoloji sosyalizm değil, radikal İslamcılıktır. Bunun dışında kalan herkes, her şey de ABD emperyalizminin „işbirlikçisi“ kabul edilmektedir. ABD emperyalizmi ve Siyonizm’in yanına bu kez Güney Kürdistan’daki Kürt ulusal hareketi de eklenmiştir.

Bu tahlillerin merkezinde ABD’nin Ortadoğu’ya yeni egemenlik düzeni vermesi tespiti durmasına rağmen (ki bu zaten bir uz görü değil olup bitmekte olan bir olgu) bunun içeriği İsrail ve Yahudi sermayesi ile açıklanmakta. Ve sanki işin içinde İsrail ve Yahudiler bulunmasa her şey kabul edilebilir gibi bir tonlamaya sahip.

Ardından tarihinde ilk kez devletleşme şansı yakalamış olan Güney Kürtleri’nin kazanımlarını boğmaya çalışanlar sesler ile aynı gerekçelerle kendilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar: “Bu bir İkinci İsrail”dir. Ve bu tezi güçlendirmek için de GK ile İsrail ilişkileri, Barzan ailesinin Yahudiliği vb. argümanlar pompalanıp duruyor.

Ve yine çok dikkat çekicidir ki bu şema yalnız Filistin semptomu içindeki sol hareketlerin kafalarındaki şema değil, ama özellikle bütün taraf ve katmanlarıyla Türk sömürgeciliğinin de kendi meşrebince dikkate aldıkları bir veri durumundadır. Bu şemaya diğer sömürgeci güç olan İran İslam Cumhuriyeti’nin de dahil olduğunu belirtmekte fayda var.

Bu iki siyasal kırılma noktası, hem TC devletinin derin veya “yüzeysel” bütün katmanlarından, Ordu karşısında “değişimci” gibi durmasına rağmen AKP iktidarından, her renkten Kemalistinden, radikal İslamcılara, solcularımıza kadar bir fırtına halinde anti-semitist bir söylemin alevlendirilmesine vesile olmakta.

TC, İran ve Arap gerici devletlerinin oluşturdukları anti-Kürt mihverin diğer yanını da anti-semitizmin oluşturduğuna dikkat çekmek yerinde olur. Ve bu gerici yönetimler Kürtlerin sömürge statüsünden çıkma ihtimaline karşı, kendi toplumlarını manipüle etmek için Yahudi düşmanlığını körüklemekte, Kürt hareketini de Siyonizm’in bir komplosu olarak göstererek birlikte mahkum etmeye uğraşmaktadır.

Bu yüzden sol ve demokratik muhalif gruplardan gelen tüm ideolojik baskılanmaya karşılık  Arap milliyetçiliğini ilerici olarak kabul edilip Yahudi düşmanlığının temel veri alındığı bu konseptin cesaretli bir eleştirisine girmek gerekiyor. Bölge gericiliklerinin yoğun bir dezinformasyon kampanyası ile psikolojik savaşı boyutlandırdığına da aldırış etmeksizin bu ideolojik saldırıya cevap vermek gerekiyor.

Bu nedenle Küçük bir azınlık ve özellikle Türkiyeli Yahudi kökenli aydınların kendi cephelerinden katıldığı “Anti-semitizme Sıfır Tahammül” başlıklı metni ben de imzaladım.

Gerçi bu metin iki önemli noksanlık içeriyordu, Metni imzalarken bunu Girişimci arkadaşlara da belirtmiştim:

“ Yeterince vurgulanmadığı zaman İsrail devletinin uyguladığı şiddet politikalarını eleştirmek ya da Sebataycılık konularını araştırma ve tartışmanın kendisini bir "anti-semitizm" sayma gibi yanlışa yol açabilir. Bu nokta açıklıkla ifade edilseydi iyi olurdu."

 Metinde bu olgulara yer verilmiş daha olsaydı iyi olurdu ama öz olarak anti-semitizm tehlikesine dikkat çekilmesi bakımından böyle bir girişim gerekliydi.

Kuşkusuz İsrail devletinin şiddet politikalarına kesin bir biçimde karşı çıkmak gerekiyor. Bunda hiç kuşku ve tereddüde yer yoktur. İsrail devletinin şiddet politikalarına da "sıfır tahammül!!" Ve ironik gibi görünse de İsrail’in şiddet politikalarının Yahudi düşmanlığını körüklediği de bir gerçek.

Beri yandan Yahudiler Ortadoğu coğrafyasının yabancıları değil öz çocuklarından biridir. Yüzyıllarca fanatik bir nefretin hedefi haline getirilmiş bu toplumun, güvenlik ve barış içinde yaşamalarını savunmak da Yahudi ırkçılığı veya taraftarlığı vb değildir. Filistinlilerin uğradıkları haksızlıkların önüne geçilmesi de şiddet değil barış politikalarının desteklenmesinden geçer. Ortadoğu’daki çatışmanın diğer tarafı olan Arap milliyetçiliğini Filistin’in mağduriyeti şahsında meşruiyet alanı oluşturduğunu ve çözüm istemediğini de görmek gerekir.  Buradan kaynaklanan ve sivil hedeflere yönelen şiddete de aynı kararlılıkla karşı çıkmak gerekiyor.

İsrail devletinin şiddet politikalarına rağmen, İsrail toplumunun Arap dünyasıyla kıyaslanamayacak kadar demokratik özellikler taşıdığını da teslim edelim. İsrail’in Filistin kamplarına yaptığı saldırıları protesto eden, büyük kalabalıklar, etkili bir basın ve muhalefet var olabiliyor ama herhangi bir Arap devletinde iki kişinin yanyana gelip kendi devletlerinin İsrail politikasını eleştiren bir laf edebilmeleri bile mümkün mü acaba?

İsmail Beşikçi’nin  -tam hatırlamıyorum 1990’lı yılların başındı olmalı- “İsrail’in demokratik bir toplum” olduğunu belirleyen bir makalesi yayımlanmıştı. Aynı dönemlerde Beşikçi’nin bu tespitine birçok itiraz geldi ve İsrail’in emperyalizmin desteğiyle, dünyanın kurulmuş  yapay bir devlet, Yahudilerin dünyanın dört bir yanından toparlanmış yapay bir ulus oldukları Kürt hareketlerinde de çok savunulmuştu. Burada Yahudileri, toprak bütünlüklerini kaybettikleri için “ulus” saymayan sol geleneğin etkilerini ve Stalin’in şematik ulus tanıma uygunluk arandığını da hatırlatalım.

Oysa tersine soykırımlar, sürgünler vb gibi geniş ve yaygın tarihi haksızlıkların kurbanı olmuş halklar, “vatansızlaştırılmış” topraklarından uzaklaştırılmış da olsalar “ulus olma” özelliklerini kolay kolay yitirmiyorlar. Mülteci uluslar, tıpkı herhangi bir uzvunu yitiren canlının o uzvunun yerini telafi etmek üzere başka organlarını daha çok geliştirmesi gibi, bir refleksle karşılık vererek, örneğin kaybettikleri  vatan olgusunun yerini başka ulusal öğeleri daha çok güçlendirerek telafi edebilmektedirler. Yahudiler bunun tipik bir örneğidir: Museviliğin ulusallaşması ve yanı sıra güçlü bir ulusal ideolojiye sahip olmak Yahudilerde yitirilmiş toprak bütünlüğünü telafi eden bir etken olmuş ve Yahudiliğin binlerce yıl ayakta kalmasını sağlamıştır. Burada bir yapaylık söz konusu değildir. Örneğin bugün kaç tane Kürdü yüzlerce yıl yabancılaştıkları topraklara geri döndürüp etrafı düşman toplumlarla çevrili çorak bir arazi parçasında devlet olma savaşına razı edebiliriz. Belli ki burada güçlü bir ulusal motivasyon söz konusudur ve “ulus olma bilinci” bakımından özellikle Kürtlerin Yahudilerden öğrenmeleri gereken pek çok şey olduğu muhakkak!

Kürt ulusal hareketindeki tartışmasız Filistin yanlılığının ise bir karşılığı yoktur. Filistin örgütleri Anfal’dan Halepçe’ye kadar Saddam rejiminin Kürtlere karşı uyguladığı bütün kitlesel zulüm ve baskı politikalarında tartışmasız bu  rejimin yanında yer almışlardır. Bugün ise bir Kürdistan devleti kurulmasına kesinlikle karşıdırlar.  Elbette bir alış-veriş hesabına gerek yoktur. Siyasal ahlak bakımından Filistin halkının bağımsız devlet kurma ve baskıdan uzak yaşamasını hakkını isteyip bu çözümleri savunmak başka dır. Ama bu cenahtaki Arap şovenizmini, Yahudi ve Kürt düşmanlığını da görmek kaydıyla.

Anti-semitizm tartışılırken duyarlı olunması gereken bir başka konuda son yıllarda mercek altına alınmaya başlayan Sebataycılık konusudur.

Sebataycılık tartışmalarının da pozitif ve negatif iki yönü var: Bir olgu olarak Sebataycılığın tartışılması elbette gerekli. Bazı tarihsel ve güncel sorunların anlaşılabilmesi için perde arkasında kalmış masonik örgütlenmelerin, çıkar gruplarının varlıklarının irdelenmesi aydınlatıcı olabilir. Başlı başına bu tartışma anti-semitizm olarak nitelendirmek yanlış olur. Ne varki ortaya konulan argümanlar adeta "cadı avına" çıkar gibi Sebatayist avına çıkılıyor ve Türkiye'nin neredeyse bütün aklı başında insanları bir komplo teorisinin içine yerleştiriliyor.İşin bu anlamda da çığrından çıktığını düşünüyorum ve bunun bir tür anti-semitizmden yola çıktığı kanısındayım.

MİT’in en çok dezinformasyon yaptığı alanlardan biri olduğuna da dikkat çekmekte fayda var. Bana sanki bir zamanlar “islamcı tarikatlar” konusundaki deşifrasyon ve tasfiye kampanyasının bir rövanşı gibi de görünüyor. Belki bu anlamda birbirlerini deşifre etmeye çalışan çıkar grupları bizim bilmediğimiz bilgileri ortaya döküyor olabilirler ama gizli servislerin “gerçeklerin bilinmesi” değil çarpıtılması üzerine şekillenen yapıları bu bilgilerine karşı da son derece dikkatli olmayı gerektirir.

Sosyal bilimler açısından da yakın tarihin açıklamasını sınıf ilişkileri,ekonomik ve  toplumsal ihtiyaçlar ve buna denk düşen politikaların irdelenmesinden çıkarak, sadece bazı mezhep, tarikat veya gizli örgütlenmelerin faaliyetleriyle izah etmeye çalışmak da yanıltıcı sonuçlara ulaşmamıza neden olur.

Benim anti-semitizmle ilgili düşüncelerim yeni değil. Bu konuyu  Sinagog katliamları vesilesiyle yazdığım bir yazıda Türkiye'deki anti-semitizmin köklerine işaret etmeye çalıştım. aşağıdaki linkte bu makaleyi bulabilirsiniz: "Sinagog Katliamları vesilesiyle Türkiye’de anti-semitizm " Recep Maraşlı / Gelawej

Türkiye’deki anti-semitizm olgusunu küçümsemek yanıltıcı olur. Özellikle Türk Solu, Kemalistler ve radikal İslamcıların artan bir biçimde olayları bu eksende yorumladıkları ve en azından ideolojik bir ittifak kurduklarını gözleyebiliyoruz. Özellikle de ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi tümüyle Yahudi sermayesinin komplosu olarak görülüyor. Bu ittifak Irak’ta “Direnişçi” denilen eski rejim yandaşlarının koalisyonuna da paraleldir.

Dikkatle bakılırsa İran’daki İslami gericilik, Türkiye’deki militarist-Kemalist diktatörlük ve Baasçı Arap rejimlerinin ittifaklarını oturtabilecekleri zihinsel ve ideolojik alt-yapının ancak Yahudi düşmanlığı ile teyellendirilebildiği görülür.. Bunun Ortadoğu’nun mevcut statükosunu korumaya yönelik gerici bir ittifak olduğuna kuşku yoktur. Özellikle Kürt ulusunun özgürleşme ihtimali karşısında telaşa düşen bu gerici ittifakın Güney Kürdistan’ı ezmek için anti-semitizm ekseninde, toplumsal bir taban yaratmaya çalıştığı açıkça görülür.

Kürtler tarihlerinde ilk kez bugün Güney Kürdistan'da "federatif de olsa" bir devletleşme şansı yakalamış bulunuyorlar. Bunun giderek diğer parçalar için de bir model olması kaçınılmazdır. Bunun içinden ki bölgenin sömürgeci güçleri Türkiye, İran ve Suriye ve (Irak'a vekaleten Arap devletleri) bu oluşumu mümkünse boğmak için tüm faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bunların toplumsal bir meşruiyet zemini yaratmak ve ideolojik bir gerekçe yaratmak için de en büyük argümanları Güney kürdistan'ın "Yeni İsrail" olduğu, İsrail’in ileri karakolu olacağı, Barzani'lerin Yahudi olduğu vb gibi argümanlardır. Yani bu devletler Güney Kürdistan'a karşı tüm eylemlerini meşrulaştırmak için "ANTİ-SEMİTİZM" silahına sarılıyorlar.

Kaşarlanmış bu gericilikler üst üste toplantılar yaparak, İsrail’in “Güney kürdistan’daki askeri varlığından tedirgin olduklarını, bunun büyük Ortadoğu için bir tehdit olduğu, Güney kürdistan’ın İkinci bir İsrail olacağı” gibi kararlar alıp, gözdağı veriyorlar. Tabi bu temelde de kendi kamuoylarında Yahudi düşmanlığını alabildiğine körüklüyorlar.
Özcesi "anti-semitizm" bu anlamda Kürt özgürlük hareketini İslam fanatizmi içinde boğmak için de özellikle kışkırtılan bir koçbaşı durumunda. Ve bu maalesef Türk sol-sosyalist kampında da oldukça revaç bulan bir eğilimdir. Bu sadece güncel politika bakımından değil, ideolojik bir manüpülasyon olması açısından da uluslar arası sosyalist hareket açısından önemli bir sorundur. Sınıf ilişkileri ve çelişmelere dayalı tüm tahlillerin yerine işin içinde "Yahudi parmağı" arayan 1930'lu yılların manipülatif sol söylemi almak üzeredir. Bu da işin başka bir boyutu.

Hem sosyalistlerin hem de Kürdistan ulusal hareketinin Ortadoğu’yu tahlil ederken Yahudilerin de bir devlet olarak var olma hakkını kabul eden bir anlayışla hareket etmelerinde fayda vardır.
 

Gelawej.com

Yorumlar