Nasname yazarlarından Dara Cıbran, „Soykırım Mağdurlarıyla Diyalog ve Dayanışma“ metnini eleştirirken benim „aslen Ermeni“ olduğumu iddia ederek buna bağlı bir takım suçlamalarda bulunmuştu.
Ben de büyük bir ciddiyetle „verilerle tartışmaktan“ bahseden bu arkadaşa „aslen Ermeni“ olduğuma dair verilerini merak ettiğimi sordum. “R.Marasliya Acık Cevap” adlı yazısından anlaşılıyor ki benim “aslen Ermeni” olduğum konusunda bu arkadaşın somut bir belge ve verisi yoktur, dedikodu, yorum veya aktarımlara dayanarak konuşmuştur.
Dara, “.Ben aslen Ermeni olup olmadığımı bilmiyorum” diyen birine söylenecek fazla sözüm yok. Aslını bilmeyen biri ikinci üçüncü şahısların onunla ilgili belirlemelerine de kızmamalıdır en azından.“ diyerek söylenenleri gerçekten anlamadığı mı yoksa anlamazlıktan mı geldiği noktasında zekasından şüpheye düşürüyor insanı. “Aslen Ermeni olup olmadığımı bilmiyorum” derken yaptığım ironik eleştiriyi anlamayacak kadar saf mı acaba?
D.C „Benim hareket noktam bizzat kendisinin sağa sola yaptığı anlatımdır. Biz rizgari sürecinde de bu arkadaşın ermeni olduğunu öğrendik” derken hangi „sağa sola“ bu konuda ne anlatmışım, rızgari sürecinde kimlerden ve ne vesileyle “aslen Ermeni” olduğumu öğrenmiş onun verilerini de sunmuyor. “Ben de birilerinden böyle duymuştum, kusura bakmayın elimde veri olmadan böyle konuştum” diyeceğine başka asılsız iddialara yönelerek baskın çıkmaya çalışıyor. Dara, nasıl olur da “kendisinin Ermeni olduğunu bilmeyen birinin bizzat sağa sola yaptığı anlatımlarıyla” onun Ermeni olduğunu öğrenmiş oluyor? İnsan birbiriyle çelişen birçok yalanı birbirine bağlamaya çalışırsa işte böyle ayağına dolanır...
Zaten anlaşılıyor ki
bu arkadaşların niyeti “Soykırım”
meselesini tartışmak değil. Maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek.
Burada “Aslen Ermeni
olmak” nitelemesi üzerinde bu kadar durmamın nedeni
“R.Maraşlı’ya Açık
cevap” yazısında da iyice açığa çıktığı gibi bu sözün hem Ermenilere, hem de
bana hakaret etmek, aşağılamak amacıyla kullanılmış olmasıdır.
Burada “aslen Ermeni” olma, bana atfedilen
suçlamalar için bir metafor işlevi görüyor:
-
“Aslen
Ermenisin” yani “senin aslın bozuk olduğu halde kendini gizliyorsun, ve böylece
ben seni teşhir etmiş oluyorum, maskeni indiriyorum”
-
“Aslen
Ermenisin”, yani “kötülük saçmanın ve tutarsız olmanın temelinde bu etnik
karakterin duruyor”
-
“Aslen
Ermenisin” yani “bir Ermeni olarak
haddini bilmelisin, şunları şunları yapmalı, şunları bunları da
yapmamalısın..” vb...
Ben Erzurum’da büyüdüm,
orada Türk şövenistlerin yaptığı en büyük küfür birine “Ermeni tohumu”
demektir. Bu söze yüklenen nefreti, aşağılamayı çok iyi biliyorum. Dara Cıbran
soykırımın tartışıldığı bir yazıda biz kuzeylilerin çok tanıdık bir küfrünü
“aslen Ermeni” diyerek bana yöneltmiş oldu..“Ermeni olma durumunu” bir
aşağılama sıfatı olarak kullandığı için üzerine gitme gereği duydum.
TC devleti on
yıllardan beri Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi için çalışanların “aslen
Ermeni!” olduklarını ispatlamaya çalışıyor. Psikolojik Harp Dairesi şehit
edilen gerillaların çoğunun sünnetsiz yani Ermeni çıktığını propagandasını
yaptı. Türk basını sık sık Apo’nun
Ermeni olduğunu yazdı, hatta Çiller döneminin iç işleri bakanı Akşener,
Öcalan’a hakaret etmek için “Ermeni dölü” diye bahsetti.
Diyarbakır Zindanında, cezaevi yönetimi sık sık
tutsaklar arasında Ermeni avına çıkardı. Sünnetsiz bulunan Yezidi ve Süryani
gençler de dahil “Ermeni” bulunan herkes extra işkenceden
geçirilerek”Türkleştirilip Müslümanlaştırılır”dı.
Sıkıyönetim savcıları
bütün sanıkları özellikle Ermeni olup olmadıkları yolunda özel bir araştırmaya
tabi tutmaktaydı. DHB’nin lideri olarak yargılanan Garbis Altınoğlu, Ermeni
oluşundan dolayı özel işkencelere maruz kaldıktan başka Askeri Savcı
iddianamesine “Ermeni oğlu Ermeni Garbis..” diye başlayarak suçlamalarını
sürdürmüştü.
Diyarbekir Rizgari
davasının savcısı Turgay Çağlar bunu Ruşen Arslan ve Mümtaz Kotan’a itiraf bile
etmişti: “Ailenizde Ermenilik olup olmadığını araştırttım. Dua edin ki temiz
çıktınız, yoksa yanmıştınız!” 1915 soykırımının eleştirisini de yaptığımız
Diyarbekir Savunmalarından oldukça rahatsız olan bu Savcı’nın benim ailemde
Ermenilik olup olmadığını da araştırtmış olması büyük bir ihtimal.
Türk Devletinin, rejim
muhaliflerinin etnik kökenini Ermeni olmaya bağlamaya çalışması nedensiz
değildir. “Ermeni tohumu”, “Rum tohumu” laflarının psikolojik ve siyasal bir
arka planı vardır ve bu soykırım süreciyle yakından ilgilidir. Ermeni kız ve
kadınlarının öldürülmeyip cariye ya da kuma olarak alı konulmaları bir etnik
tecavüzdü. Kendi dil ve kültürlerine, inançlarına yabancı, hatta düşman olarak
yetiştirilmeye çalışılmış bu kuşak yaralı ve acılıdır. Türk ırkçıları,
şovenleri bunu, Ermeni ulusunun “piçleştirilmesi” olarak görüyorlar.
“Aslen Ermeni” belirlemesi
işte bütün bu geçmişe anlamlı bir hatırlatma yapıyor: Bir dehşet, utanç ve
aşağılama hatırlatması!
Soykırım sürecini
tartışan birilerinin “aslen Ermeni” olarak nitelendirilmesi bu nedenle rast
gele söylenmiş bir belirleme olarak görülmemeli. O, Sömürgeci rejimin yüz yıl
boyunca oluşturduğu içi kan ve irin kokan bu hazır bir kavramı ödünç olarak
kullanırken, aslında bunun zihinsel bir arka bulunmaktadır: Çünkü “aslen
Ermeni” oldunuz söylenerek, soykırım konusunda söylediğimiz her şeyin çürütülmüş
olacağı varsayılıyor. bütün
belirlemelerin çürütüldüğü, boşa çıkarıldığı varsayılıyor. Üstelik sizin suçlu,
hain bir kişiliğe sahip olduğunuz söylenmiş oluyor! Zaten bu insanların amacı
bu, benim tepki göstermemin nedeni de bu...
Bu konuyu toparlayacak
olursam:
Ben Ermeni kökenli
olduğumu hiçbir yerde söylemedim. Bu konulardaki sorulara ilk kez geçen yıl
İsviçre’de Kürdistan Halk İnisyatifi’nin düzenlediği Soykırım paneli sırasında,
bir cevap verdim. O da Nasname’ye haber olarak yansıdığı gibi “Ben melezim ama
kendimi Kürt olarak kabul ediyorum.” biçiminde bir açıklamaydı. Burada Ermeni
kökenli olduğuma dair hiçbir ifade yok.
“Ermeni olma, Süryani
olma durumunu” üstelik soykırım konusunun tartışıldığı bir yazıda hakaret ve
aşağılama amaçlı olarak kullanılmasını kınıyor ve esefle karşılıyorum.
1915 soykırımının
içinde KUKM’de tartışılmasına,sosyalist ya da
demokratik platformlara taşınmasına, kamuoyuna mal edilmesine yönelik
1983 yılından beri sürekli çabalarım var. Konuyu birçok kez sömürge mahkemelerine
de taşıdım.. Bunu Ermeni olduğum için değil, sosyalist düşünceye inanmış bir
insan olarak yaptım/ yapıyorum. Eğer sırf bu nedenle birileri benim Ermeni
olduğumu düşünmüşlerse bu onların sorunu.
Ben 1915 Soykırımı
konusu ile yeni ilgilenmiyorum. Bu konu birden bire durup dururken bugünlerde
ilgilendiğim bir konu değil. 1982 yılından beri sistemli olarak bu konuyu
araştırıyor, öğrenmeye çalışıyor ve bulunduğum her düzeyde bu konuda bir
duyarlılık yaratmaya çalışıyorum. 1984 Yılında Diyarbakır rizgari davasındaki
savunmamda Ermeni soykırım konusu işlenmiştir. Keza “Kürtlerin soykırımdaki
tutumları ne oldu” sorusu da bugün aklıma takılan bir şey değil. 1989-d90
yıllarında Eskişehir ve Aydın Cezaevlerinde hazırladığım “1915 Jenosidi” konulu
kitabımı o tarihte bitirip dışarıdaki arkadaşlara göndermiştim.Bu çalışmada
konu çok daha geniş ve ayrıntılı tartışılmıştı. Kitabın ana metni birçok
arkadaş tarafından incelenmiş olmasına rağmen hiçbirinden şimdiye kadar
"Soykırımda Kürt parmağı arıyorsun, TC’yi aklıyorsun!” gibi bir eleştiri
almadım.
Diyelim ki
yayınlanmayan bu metin doğal olarak bütün Rizgari taraftarlarına ulaşmadı. Ama
bu görüşlerin bir özeti makale halinde çok önceleri yayınlanmıştı.
Stêrka Rizgarî
dergisinin Mayıs 1994’deki 2. sayısında yayınlanan “80 Yıllık Trajedi Ermeni
Jenosidi:” (R.Maraşlı, s.40-47) başlıklı makalemde “Kürtler ve Jenosid” ara
başlığında şöyle denmektedir: “Osmanlı
hükümetinin planlı ve sistemli bu soykırım uygulamasına Kürt feodallerini ortak
ettiği ve müslümanlık adına, yoksul, sefil insanları, sürgün edilen
Ermeniler üzerine kışkırttığı da bir gerçek.”
Ve Garo Sasuni’nin Kürtlerin soykırım sırasındaki konumuna ilişkin
belirlemelerine atıfta bulunularak şu
alıntıya yer verilmiştir: “3-.Hayret edilecek bir gerçek de 1915 jenosidinde
reaya Kürtlerin, aşiretlerden daha kötü bir rol oynamalarıdır. Osmanlı idaresi
aşiretlerden şüphe ettiği için reaya Kürtleri sahneye çıkarıp, kısa vadeli
jandarma olarak görevlendirip silahlandırarak, Kendilerine Ermenileri
kırmalarına ve bırakılmış olan mülkleriyle z enginleşmelerine izin verilmiştir.
Osmanlı idaresinin kendilerine verdiği bu yetkiden şımaran reaya Kürtler,
Ermenilerin başına tam bir bela kesilerek, son derece insafsız davranışlarda
bulunmuşlardır, ve hatta şu veya bu aşiretin yanına sığınmış olan Ermenileri de
Osmanlı makamlarına ihbar etmişlerdir”.” (s.44)
Makalenin diğer
bölümlerinde de Ermeni ulusal hareketinin bastırılmasında Hamidiye Alayları’nın
rolü, Kürt feodalitesinin Ermeni köylülüğü ile olan ilişkisi tartışılmaktaydı.
“Rizgari sürecindeyken
benim Ermeni olduğumu” öğrenen bu arkadaş –veya arkadaşlardan- işin bu
boyutuyla değil de, düşünce ve bilgi boyutuyla ilgilenip eleştiri yapmış
olmaları gerekmez miydi? O günden bugüne kadar on yıl geçmesine ve hareketimiz
içinde pek çok siyasal-teorik tartışma yapılmasına rağmen hiçbir arkadaştan
“Ermeni jenosidinde Kürt parmağı arıyorsun, böylece TC’nin kanlı ellerini
temizliyorsun!” eleştirisi almadım
Buradan ortaya çıkan
sonuç sizi “kendi saflarında!” gördükleri zaman yücelten, tabulaştıran, hiçbir
eleştiri getirmeyen insanların, aranızda siyasal bir ayrılık olduğunda geçmişe
doğru olarak da sizi tu-kaka etmekte, söylemlerinizde (ki bunu eskiden de
söylemiş bile olsanız) kötülükler keşfetmeye başlamalarıdır. Bu da siyasal
kadrolardaki müritçe bağlılık ve yine müritçe düşmanlık sendromuna tipik bir
örnek oluşturmaktadır.
Gelelim tartışma
konusu ile hiçbir alakası olmamasına rağmen, bir vesile yaratıp eski
örgütsel-siyasal tartışma zeminlerine çağrılmam ve bu süreçte yöneltilen suçlamalar
konusuna... Düşünce dünyaları ve ruh halleriyle “eski” alışkanlıklarından
kurtulamayan arkadaşlar bizi durmadan bu alana davet ediyorlar.
Bu konuda da meydanı
dezinformasyona bırakmamak adına düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Sorunları tartışalım, suçlamaları masaya yatıralım ama
önce yöntem ve siyasal ahlak konusunda anlaşmamız gerekiyor
Ben bu konuları
yerinde ve zamanında organlar önünde, toplantılarda, konferanslarda çok
tartıştığımı düşünüyorum. Rizgari sürecimin köktenci bir özeleştirisini de
yapmaya çalıştım. Yüzlerce sayfalık yazı ve doküman bıraktım bu konuda.
Üzerinden neredeyse dört-beş yıl geçti. Bunların kamuoyuna açılıp açılmaması
sadece benim bireysel olarak karar verebileceğim bir iş değil.
Bir talihsizlik ki bu
yazışma ve tartışmaların o günün koşullarında belli bir çevrede ve ilgili
insanlarla sınırlı kalmış olmasıdır. 1995’den beri yaptığımız “Özeleştiri ve yenilenme” çağrısı
merkeziyetçiliğe ve “önder”e sıkı sıkıya sarılmış bir çevre tarafından
reddedildi. Diğer arkadaşlar gücümüz yettiğince bunu yapmaya çalıştık. Bazı
tartışmalarımız Sterka Rizgarî dergisinde “ÖZELEŞTİRİ ve YENİLENME” başlıkları
altında kısmen kamuoyuna da açıklandı.
Ülkemizde
PRK/rızgari’nin de içinde olduğu Monolitik şeflik ve örgüt anlayışından
kurtulmamız gerektiğini, bu örgütlenme ve siyaset biçimlerinin Kürdistan ulusal
kurtuluş mücadelesine ayak bağı olduğunu çok tartıştık, alternatifler
geliştirmeye çalıştık. . Fakat olmadı. Eskiyi tekrarlamaya devam ettiğimizi
düşündüğüm için bu yeni yapılanmadan da birkaç yıldır ayrılmış bulunuyorum
Bizim örgütsel
yapılarımızın tamamı yukarıdan aşağıya örgütlenmiş, doktriner, mutlak
merkeziyetçi, monolitik ve ideolojik aygıtlardır. Bırakalım tabandan yukarıya
ya da çevreden merkeze doğru bir katılımcı demokrasiyi, kurullar içinde bile
demokrasiden söz etmek çok zordur. Bizim Merkez Komitelerimiz adeta tek kişilik
yapılmışlardır; birbirine eşit ağırlıkta iki insanı bile kaldırmaz. Böyle bir
durumda mutlaka çatışma çıkar, ya bölünme ya tasfiye olur.
Bugün PKK’nin yaşadığı
açmaza rağmen Kuzey Kürdistanlı diğer Kürt örgütlerinin hiçbirinin de siyasal
boşluğu doldurmak, gelişip güçlenmek bir yana kendilerin de daha çok dağılıp
ufalanmaları bu örgütlenme ve siyaset yapma anlayışlarından kaynaklanmaktadır.
Eğer söylendiği gibi sorun sadece PKK’de olsaydı, PKK’den çok önce var olmuş bu
örgütlenmelerin ve siyasi kadroların güçlü bir alternatif yaratmaları ve ortaya çıkan boşluğu doldurmaları
gerekiyordu. Ama olmuyor. Çünkü bu yapılanmaların kendilerinin iç doğası da
diğerlerinden çok farklı değil. Bir yenilenme değil YİNELENME söz konusu.
Sadece İmralı konseptinin eleştirisi arkasına sığınarak ne kadar yol
alınabildiği ortada?
Geldiğim yer kuşkusuz
bir özeleştirinin sonucudur. Çok sevdiğim bir duvar sözü var: “Özeleştirinin en dürüst şekli intihardır.”
der.. Eğer yanlışlarımızdan dolayı intihar etmeyi düşünmüyorsak, siyasi hayata
katılımımızı başka biçimlerde organize etmek durumundayız.
Kişi olarak, kendim de
dahil tarihsel misyonunu fazlasıyla tamamlamış bu bürokratik örgütlenme ve
siyasi alışkanlıklardan gelen herkesin uzunca bir süre benzer yapılar içinde
misyonlar yüklenmekten uzak durmalarının daha hayırlı olacağına inanıyorum.
Aldığımız siyasi kültür kendisini her gün yeniden üretiyor. Bazı olumsuz
özelliklerimiz var ki bunlar uzun yıllar içinde artık bir refleks haline
dönüşmüş. Bu ortamı besleyen eski yapıları devam ettirerek değişmeye çalışmamız
da mümkün değil.
Deneyimlerimizi
aktarmak gerektiği meselesine gelince: İşin doğrusu neler yapmamamız gerektiği
konusunda, kafamızı oraya buraya çarparak biraz netleştik sayılır. Ama “ne
yapmalı?” konusunda deneyimlerimizin bir işe yarayacağına pek emin değilim:
Bunu veciz biçimde
anlatan bir karikatür geliyor aklıma: Kendisine bilgisayar konusunda öğüt
vermeye çalışan babasına“Ama..”
diyordu çocuk, “senin deneyimlerinden
yararlanamam baba, çünkü sizin döneminizdeki programlar artık kullanılmıyor!”
İşte gerçeğimiz bu. Dünyayı yeniden ve yeniden öğrenebildiğimiz kadar
katılacağız oyuna...
Sonuçta uzun bir
zamandır tavrımı belirleyerek kendi yolumu ayırmış bulunmaktayım. Fakat
bu,geçmişin sorumluluklarını reddettiğim anlamına gelmiyor. Tersine Rizgari
sürecinin doğru ve yanlışlarını, üzerime yüklediği tüm sorumlulukları da onurla
kabulleniyorum. Ve bu sürece ilişkin kişisel tartışmalar benim gündemimden
çıkmış olmakla birlikte, yöntem konusunda anlaşmak koşuluyla tartışmaya
girmekten de, hesap vermekten de kaçınmam.
Ne yazık ki çoğu
kişinin muhasebe yapmaktan anladığı şey vergi kaçırmak olduğu için haliyle
kimsenin hesabı diğerininkini tutmuyor.
Bu örgütsel modelleri
de, arkaik siyaset anlayışlarını da artık müzeye kaldırmak zamanı gelmiştir.
Anlamsız didişmeleri ısıtıp ısıtıp malzeme yapmanın önümüzdeki sorunların
çözümüne hiçbir faydası yoktur.
Örneğin “Maraşlı’ya cevap”
yazısında kullanılan yöntem son derece kirlidir.
Bu yazı Rizgari
sürecine ilişkin arta kalmış bir hesaplaşma çağrısı gibi görünse de daha çok
provokatif bir nitelik taşıyor. Suçlamalar ya da iddialar kendi bağlamları
içinde değil, başka tartışmalar içerisinde laf atmalar biçiminde dile
getiriliyor. Örneğin birisi çıkıp olmayan belgelere referans yapabiliyor, illegal bir örgütsel bir metinde legal
imzalar (imza Recep Maraşlı) varmış tahrifatlar yapabiliyor. Yer ve zaman
bakımından birbiriyle ilgili olmayan olayları anakronik bir tarzda birbirine
bağlayabiliyor. Sözü edilen bu belgeler nerededir, nedir, ulaşılabilir mi,
sahiciliği denetlenebilir mi, kaynak gösterme zahmetinde bulunmuyor. Bir
başkasını açık hedef göstererek suçlarken nedense kendisini takma adla
gizlemeyi de ihmal etmiyor!
Bir takım
deşifrasyonlara girişiliyor, ihbarlar yapılıyor, belki de iade dosyaları
hazırlanması için TC ya da Avrupa devletlerine malzeme yardımı yapılıyor!.
Hazır soykırım meselesiyle herkesin canını sıkmışken “dürelim şu adamın
defterini!” dercesine bir yerlere bir
takım mesajlar gönderilmiş oluyor.
Bu siyaset yapma
tarzını, söylemi, mantalitenin adresini iyi tanıdığımı sanıyorum. Kendine özgü
bir tezle, bir düşünce ve proje ile ortaya çıkmak yerine, bir hasım bulup,
onunla polemik yapmak, sataşmak, sansasyon yaratarak kendini tartıştırmak gibi
eski bir alışkanlık halen kendini sürdürüyor. Birilerine dalaşmadan bir fikir
ileri süremiyorlar! Sürekli geçmişte duran saplantılı bir ruh hali içinde,
kendilerine has bir dünyanın özel gündemleri içinden çıkamıyorlar. Zamanın kendilerini haklı çıkardığını görmek
için sürekli aynı yerde durarak, duran saatin kendilerini işaret edeceği anı
bekliyorlar...
Bu tip polemik ve
geçmişe ilişkin suçlamalarla örülü yazılar bu arkadaşların karakteristik
özelliği oldu. Havalardan bile mevzu
açılsa, bir yolunu bulup, lafı mutlaka takıntı yaptıkları sorunlara getiriyor;
“haa bu havalar mı, bu havaların birinde filan kişi böyle yapmıştı, falan iş böyle
olmuştu” diyorlar. (“Bahse Hirç keno!..” ) Dara’nın dile getirdiği suçlamaları,
PRK/rizgari’nin eski genel sekreteri Mümtaz Kotan tarafından da geçen yıl
Nasname’de yayınlanan bir yazısında sorular biçiminde sorulmuştu. Kotan ne de
olsa hukuk bilgisi olduğu için kesin yargı yerine kuşku ve iddialar biçiminde
dile getiriyordu suçlamaları.
Diğer yandan başta
eski Genel Sekreter Mümtaz Kotan olmak üzere birçok parti yöneticisi ve kadro
hakkında Kongre’de verilen raporlar doğrultusunda çok ciddi iddialar içeren
soruşturma dosyaları olduğu açıklanmıştır. Bizim örgütlenmelerimizde hak hukuk
istemlerinin sadece tavandaki birkaç yönetici unsurun değil, asıl olarak parti
emekçilerinin uğradıkları haksızlık, suiistimal vb.nin de hakkı olduğunu
tartışmaya bile gerek yok. Sonuçta davalı ve davacı bir hayli fazladır. Bu durumda böyle bir tartışma sadece belli
insanlar arasındaki dar bir hesaplaşma olarak görülemez.
Yaklaşık 25 yıllık
örgütlü siyasi yaşamımın 14 yılını cezaevlerinde, geri kalanını da
kaçak-illegal bir mücadele yaşamıyla geçirdim. Yakından tanık olduğum,
yaşadığım nice olay var. Üç ay hapis yatıp bundan üç tane roman çıkaran, bir
olay yaşayıp bundan derin mağduriyetler çıkaranları görünce hayret ediyorum.
Mücadelenin zorlu yollarında birbirlerinin zayıf yanlarını paylaşan insanların,
siyasette yolları ayrılanca bunları nasıl malzeme olarak kullanabildiklerini de
esefle izliyorum. Peki politikanın da ahlakı olmamalı mı?
Bazı arkadaşlar,rahat
zamanlarında hukuku ortadan kaldırmış olmalarına rağmen, dara düştüklerinde
“hukuk”u yardıma çağırıyorlar. Olsun, hukuk ölçülerimizin olması her halükarda
gereklidir. Uygarlıkla hukuk arasında doğru bir orantı var. Bu açıdan
tartışmalarda genel geçer hukuk ölçülerinin olmasını istemek herkesin hakkıdır;
ben buna bir de akademik bir ciddiyet ve siyasal ahlak öğeleri eklemek
istiyorum. Eğer geçmiş sürecimiz gerçekten mercek altına alınıp, yanlışların
kaynağına inilmek, nesnel olarak ne olup bittiği anlaşılmak isteniyorsa, çıkıp
ciddi bir tartışma yapmak gerekir.
Bunun için de öncelikle Rizgari’nin son 20 yıllık parti
arşivini elinde bulunduran PRK/rizgari eski Genel Sekreteri, sadece kişisel
iddialarına dayanak olarak düzenleyip-kullanmaktan vazgeçerek arşivleri
tarafsız, akademik veya hukuk eksenli bir Kürt kurumuna teslim etmelidir.
Sadece bir kişinin değil bütün Partililerin bu arşivden
yararlanma hakları vardır. Bu kolektif bir hafızadır, o hafıza yüzlerce
eski-yeni kadronun emeklerinin, birikimlerinin, özlem ve düşüncelerinin
tanığıdır. Özellikle 80’li
yıllardan bu yana yapılan tüm toplantıların ses ve kimilerinin görüntü
kayıtları önemli tanıklıklar içerir. Bunların ayıklanmasının, tahrif
edilmesinin, bir manipülasyon aracı olarak kullanılmasının da önüne geçilmesi
gerekir.
Böylece belgelerin
doğru veya yanlışlığının denetlenmesi, araştırmacılar tarafından
incelenebilmesi mümkün olur. PRK/rizgari yapılanmasını sürdürme iddiasındaki
arkadaşlar da ellerindeki belge ve dokümanları böyle bir kuruma teslim
edebilirler. Aynı şekilde bu sürecin tanığı veya tarafı olan bütün insanlar da,
tanıklık veya belgelerini burada toplayabilirler. Böylece hem tarafların, hem de
araştırmacıların başvurabilecekleri, tartışmalara temel alınabilecek ULAŞILABİLİR ve DENETLENELİR, sağlıklı bir
başvuru kaynağı olmuş olur. Yoksa “ben
böyle iddia ediyorum, tersini sen ispatla” mantığı ne hukukla bağdaşır ne
de siyaset ahlakıyla.
Bu nesnel zemin
üzerinde, birikmiş eski hesaplarını görmek isteyenler tarafsız gözlemciler,
dostlar katılımıyla da yapılacak YÜZLEŞME
KONFERANS’ları da düzenlenebilir. Dostlarımızı, tarafsız gözlemcileri
çağıralım. Kendi güvenliğinden
çekinenler varsa örgütlerden toplantıyı korumaları isteyelim, başka
makul tedbirler de alalım –yani çekince meselesi olmasın bu-. Orada tartışalım,
birkaç günlük bir tartışmayla halledileceğini sanmıyorum ama bu iddia ve
suçlamalar ve bu yaralardan sonra en azından YÜZLEŞEBİLMEK önemlidir.
Böyle çok taraflı,
tanıklı, belgelere dayalı tartışma ortamlarına katılabilir, katkı yapabilirim.
Bunun dışındaki kişisel düzeyinde spekülatif tartışmaların ne bir anlamı ne de
bir faydası yoktur.
Okurların kafasına
takılmış olabilecek soru işaretlerine cevap olmak üzere bir iki noktayı
belirtmekte fayda görüyorum.
Genişçe tartışmayı
böyle tanıklı ve belgeli bir ortama bırakarak kısaca şunları belirlemek
gerekirse:
Ortada ne ölen, ne
öldüren olmadığı halde bir cinayet davası görülmesi çok gariptir. PRK/rizgari’nin ne kendi örgütü içinde ne
de başka gruplarla arasında herhangi bir
öldürme,infaz, cinayet olayı yoktur. Benim bulunduğum hiçbir organda, hiçbir
toplantıda, hiç bir düzeyde kimseyle ilgili şiddet kullanma ya da ölüm kararı
da alınmamıştır. Ergül Kıyak’la ilgili alınan karar ise sadece parti tüzük ve iç tüzüğüne uygun
olarak yapılmış bir görevden alma,
disiplin soruşturması ve ihraç kararından ibarettir.
Bana sorumluluk izafe
edilen bazı olaylar sırasında, Ankara Kapalı cezaevinde tutuklu bulunuyordum
(1997-98); siyasi görüşlerimin alınması dışında hiçbir örgütsel yetki,görev
veya sorumluluğum bulunmuyordu. Ayrıca operasyonlar nedeniyle de dış ilişkimiz
oldukça sınırlıydı.
7
Mutlak merkeziyetçi
örgütlerde, siyasi hareketlerde ayrışma, bölünme dönemlerinde siyasal gerilimin
arttığı ve şiddet eğilimlerinin geliştiği bir olgudur. Hareketimizin böylesi
kaotik dönemlerinde, içten ve dıştan
yapılan kışkırtmalara rağmen gösterdiğimiz sağduyu ve hukuka bağlılık, bu
şiddet eğilimlerini olabildiğince frenlemiş, aslında kan dökülmesini
bekleyenlerin heveslerini de kursaklarında bırakmıştır. Parti belgeleri açılır
ve tanıklar dinlenirse iddiaların tersine duyarlılığımızın şiddet eğilimlerinin
önünü tıkadığı görülecektir.
Hele hele 1999
yılından sonraki anlatımlar tümüyle uydurmadır,ölüm kararları vb almak bir yana
Kongre tarafından doğrudan seçilen Disiplin Kurulu “ölüm cezası” kavramını
partinin tüm iç tüzük ve hukuksal metinlerinden çıkarmıştır.
Rizgari
tartışmalarının önemli bir özelliği bu tartışmalarda birbirini eleştiren
tarafların eleştirilerinin ideolojik politik bir eksenden çıkarak kimin nerede
ne yaptığı gibi sorulara dayanmasıdır. Politik ayrılıklar kişisel düzeylere
indirgenmiş ve kişileri hedef alan bir söylem ile politik tartışmalar
marjinalleştirilmiştir. Rizgari hareket ve geleneğinin bu şekilde
marjinalleştirilmesi sonucu örgüt içi mücadelenin, dedikodulara dayanan,
görünüşte kimin haklı kimin haksız olduğunun araştırıldığı tartışmalara
indirgenmesi hiç şüphesiz ağır ve bağışlanamayacak bir hatadır. Yeni kuşakların
bu tartışmalardan çıkaracağı sonuç misyonunu tamamlayan ve kendini zamanın
gerekliliklerine uyduramayanların düşmanları yerine kendi imhalarına
giriştiğini görüp acı duymak olacaktır. Bu nedenle, geçmiş ile hesaplaşma adı
altında eskinin hastalıklarını sürdürmenin ve kişisel linç teşebbüslerinde
bulunarak şu yada bu şekilde ortak olduğumuz bir trajediyi saklama
teşebbüslerinin bir yararı yoktur. Mücadelenin kendisine en ihtiyaç duyduğu bir
anda Rizgari bir örgüt olarak misyonunu yitirdi, bu gerçekliğin acısını her gün
duyan biri olarak kendimi sözde politik ancak tümüyle kişisel kavgalarda bir
taraf olarak ilan etmemeye kararlıyım.
Ayrıca unutmamak
gerekir ki, hukuksal olarak da siyaset ahlakı olarak da, bilimsel açıdan da
iddia edenin iddiasını ispatlaması kendi sorumluluğudur. PRK/Rizgari’nin eski
yönetici ve kadroları için Kongre’de alınmış çok ciddi iddialar içeren
soruşturma dosyaları da bulunmaktadır. Ancak bugün Rizgari bir örgüt olarak bu
iddiaları soruşturacak bir yapılanmadan uzaktadır. Bu nedenle tartışan taraflar
kendi haklılıklarına ne kadar inanırlarsa inansınlar, objektif bir yargıda
bulunmanın ve tarafsız bir şekilde karar vermenin ne kadar zor olduğunu
görmeleri gerekir. Hem suçu işleyen, hem kurban aynı zamanda yargıç ve de savcı
rolüne bürünerek kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek mümkün
değildir. Bugün şu ya da bu şekilde birbirini suçlayanların bu gerçekliği
görmeleri gerekir. Bu nedenle Rizgari
arşivinin bağımsız ve saygın bir Kürt kuruluşuna ya da uluslararası düzeyde
saygınlığa sahip bir kuruluşa devr edilerek, arşivlerde adı geçenlerin
güvenlikleri sorunu göze alınarak belirli bir süre sonunda açılmasını sağlamak
gerekir.
Tarihsel
sorumluluklarının bilincinde olanların halkın ve tarihin olayları net bir
şekilde yargılamasını sağlayacak adımlar atmaktan kaçmaması gerekir. Bu nedenle
tarihsel sorumluluklarımızı bilerek ve her şart altında halkımızın mücadelesi
esas alarak hareket etmek zorundayız. Bu hepimizin görevidir.
Recep Maraşlı
01.11.2004
Yorumlar
Yorum Gönder