“İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” mi?




Metris’ten Diyarbekir’e, Eskişehir’den Sinop’a kaldığım tüm cezaevlerinde biz tutsakların ortak bir sloganımız vardı:

“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!”

Cezaevlerinde operasyon ve sevkler gibi tutsaklara yönelik saldırılar sırasında hep bir ağızdan, inançla ve kuvvetle haykırdığımız slogan buydu.  İlk önce kim haykırmıştı bu sloganı bilmiyorum ama işkenceye karşı direnen insanların duygu ve düşüncelerini çok iyi ifade eden sloganlardan biriydi bence.

İşkence mağdurlarının işkence konusunda duyarlı olmaları çok normal ve sık sık da tartıştığımız bir konudur. Hep sohbet etmişizdir, sorgularda, cezaevlerinde bize işkence eden insanlar bizim elimize düşürse ne yaparız diye? Kimi arkadaşlarımız misilleme yanlısı olurlardı, “bize yaptıklarını onlara da tattırmak” gerektiğini savunurlardı. Kısasa kısas bir intikam düşünürlerdi. Kimi arkadaşlar “işkencenin insanlık onuruna yaraşmadığını, devrimcilerin, sosyalistlerin işkence yapmayacaklarını” söylerlerdi. Ama onların daha kestirme bir çözümleri vardı: “İşkence etmeyiz ama öldürürüz!”

Bir mağdurun işkencecisine karşı tarafsız olması mümkün değildir. Çoğu kimse işkencecisiyle normal koşullarda karşılaştığında ne yapacağını kendisi de bilemez. Böyle bir yüzleşme anında kimin nasıl tepki vereceğini belirlemek de zor. Muhtemelen aradan geçen zamana ve değişen koşullara göre değişecek bir şey. 

Şahsen ben işkence, savaş ve benzeri insanlık suçu işleyenlere karşı aradan yıllar da geçse, İsraillilerin Yahudi soykırım zanlılarına karşı yaptıkları gibi onları  yuvalandıkları yerlerden er geç alıp yargı önüne getirilmesi taraftarıyım.

Fakat asıl olan bir sorun: İşkence nasıl önlenecek?

Yeryüzünde Ototorite kurma temeli üzerinde yükselen bir toplumsal-siyasal yapılar oldukça; şiddet bir egemenlik konsepti olduğu sürece işkence bataklığını tek tek kişilerde kurutmak mümkün mü? Siyasal baskı, ayrımcılık ve zülmün kaynağı olan toplumsal-siyasal sisteme karşı bir toplumsal proje geliştirmeden yapılacak “iyileştirmelerin” kalıcı olmayacağı acık.

Peki hep yapıldığı gibi böyle bir genellemeyle bugünden yapılabilecek şeyleri önemsemek, özellikle de şiddete, zulme, işkenceye karşı bir ahlak, bir kültür oluşturulması gerekmiyor mu?

ABD ve İngiltere’nin Irak’lı esirlere yaptıkları işkence görüntülerinin dünya basınına yansımasıyla bence insanlarımız bir ahlak sınavıyla karşılaştılar. ABD müdahalesi sonucunda Saddam zülmünden kurtulan Kürtler, Kürdistanlı politikacılar, “müttefiklerinin” bu insanlık suçları karşısında ne yapacaklardı? Burada “öteki”lerin ahlakını yargılamakla başlamayacağım. Onların yani Türk, Arap, Fars iktidarlarının, basınının, aydınlarının, politikacılarının ve onları destekleyen toplum çoğunluğunun ne kadar çifte standartlı olduklarını tartışmaya bile gerek görmüyorum. Bu kolay bir yoldur. Şimdi burada  önce kendi kendimize, kendi vicdanımıza karşı sorumluyuz!

Aynı sorun yalnız işkence değil, aynı zamanda işgal kuvvetlerinin bir halkı kendi rızası hilafına zorla  başka bir biçimde yaşamaya, yönetmeye zorlaması karşısında da geçerlidir. Geçen yıl “Kürdistanlı sosyalistlerin zor dönemeci”nde tartışmaya çalıştığım şeylerden biri de buydu. Maalesef Kürdistanlı sosyalistler olarak bu dönemeçte çok kötü biçimde savrulmuş, dağılmış bulunuyoruz!

Bunu başka bir yazımda tartışmaya çalışacağım.

Irak’ta yaşanan olayları emperyalist işgal ve dayatma politikalarından soyutlayarak anlamanın, tartışmanın olanağı var mı? Burada Kürt toplumu açısından ortada bir paradoks olduğunu hep vurguladım. Bu açmaz, zihinlerdeki bir çözümsüzlükten  kaynaklanmıyor, bölgede yüzyılların biriktirdiği sorunlar karmaşasından oluşan nesnel gerçeklik.

Irak bir bütün değildir, parçalı bir siyasal-toplumsal coğrafyaya sahiptir. Dolayısıyla ABD’nin askeri müdahalesi Süleymaniye’de başka, Felluce’de başka bir anlam taşır, taşıyor da..  Bir yerde işgalci başka bir yerde ve konumda “kurtarıcı” olabilir.. Bunlar görecelidir.

Kürt politik hareketlerinin Kürdistan’ın  askeri işgaline ve sömürgeci bölge devletleri tarafından dayatılan yönetimlere karşı mücadele ederken, Irak’ın ABD’ce işgal altında tutulmasını savunmalarının hiçbir tutarlı yanı olamaz. Bence bu konudaki karmaşa Güney Kürdistan’lı politik güçlerin de kendilerini (öyle olmamalarına rağmen) “Iraklı!” diye tanımlamalarından geçiyor. Böyle olunca da Kürdistan ile Irak’ın çelişen talep ve ihtiyaçlarının, Iraklılarla aynı şeylermiş gibi algılanmasına neden oluyor. Oysa Iraklılarla Kürdistanlıların çıkarları bir ve aynı değil,  ABD’nin askeri ve siyasi varlığı herkes için bu nedenle aynı anlama gelmiyor.

ABD’nin askeri müdahalesi Baas rejiminin Kürdistan üzerindeki sömürgeci otoritesine son verdiği için burada çakışan bir ittifak söz konusudur. Kürt toplumu da ABD’nin askeri varlığını kendisi için bir işgal olarak görmüyor.

Ama aynı şeyler Sünni ve Şii Arap toplumu açısından söz konusu değildir. Bu toplumun Baas rejimiyle çok fazla bir sorunu olmadığı anlaşılıyor. Şii Araplar da Saddam’ın otoritesinin devrilmesi ardından onun yerine tersine çevrilmiş bir otokrasi özlemi içindeler. Bu bağlamda önemli bir kitle desteğine sahipler. İşgal Arap toplumunda önemli bir iç demokrasi dinamiği olmadığını ortaya çıkardı. Saddam rejimin yıkılmasıyla ortaya demokrasi enerjisi değil, Arap milliyetçiliği ile Sünni ve Şii dinsel fanatizminin totaliter eğilimleri çıktı. Bunların yakın bir süreçte “demokratik” bir tarza uzlaşabilecekleri çok şüpheli. Kürtlere gelince; Çıkarları bu kadar birbirine zıt toplumsal yapıları zorlama biçimde “Iraklılar” torbasına doldurmak, hem birçok olgunun anlaşılmasını, hem de çözüm tartışılmasını zorlaştırıyor.

Nedeni bu açık ve basit farklılıktır: Kürtler Irak’lı değil, Kürdistanlıdırlar!

Bu farklılık yokmuş gibi davranıldığında da Kürt politik hareketleri kendilerini bir anda ABD’nin Irak’taki bütün uygulamalarının ortağı ve “savunucusu!” olarak görmeye başlıyorlar. Felluce’de ayaklanma mı var? Hımm, gerici ayaklanma! Arap toplumu Amerikalıları istemiyor mu? Hmm! Gerici ayak sürümeler bunlar!... Sosyalistliklerine, devrimciliklerine toz kondurmayan partilerimiz bakıyorsunuz iştahla “ABD’nin terörizmle mücadelesini desteklediklerini” ilan edecek kadar coşmuşlar! O terörizmle mücadele ki, Diyarbakır zindanındaki işkenceleri “terörizmle mücadele konsepti”  olarak kutsamış bir NATO ittifakı anlayışıdır!

Sonuçta bakıyorsunuz ABD’nin işgal ve siyasi dayatmalarını meşrulaşmaya kurgulanmış bir zihinsel altyapıyla hareket edenler kendilerini Ebu Garip cezaevinde yapılan işkencelere mazeret üretirken buluyorlar!. “Canım Saddam döneminde sanki işkence olmuyor muydu, ona niye tepki gösterilmiyor?”, “Bunlar münferit olaylar, sistematik değil. Bu olaylar olmamalı ama  ABD’ye karşı gerici koalisyonun da oyununa gelmeyelim, ABD’nin getirdiği özgürlükleri de görmezden gelmeyelim!”

İnsanın inanası gelmiyor! Bu lafları işkence iddialarını yalanlayan Sıkıyönetim savcıları değil, kendileri de işkence mağduru olmuş “eski” sosyalist, ulusal kurtuluşçu insanlar söylüyor.

Koalisyon askerlerinin yaptığı işkence görüntülerine bakıyorsunuz ne kadar da Diyarbekir zindanınında Türk askerlerinin yaptığı işkencelere benziyorlar; Çırılçıplak soyundurulmuş insanlardan “kocatepe!” yaptırılması, Cinsel taciz ve fanteziler, saldırtılan köpekler, döve döve öldürülenler, üzerine işenenler, pislik  yedirilenler..  Bunlar basına yansıyanlar, daha yansımayan yüzlerce görüntü olduğu söyleniyor. Savunma bakanı Rumsfeld çocuklara tecavüz edildiğini gösteren fotoğraflar olduğundan söz ediyor!

Evet bunlar görüntülendiği için herkes itirazsız tartışmak zorunda kalıyor. Ya görüntelenmemiş olsaydı, ya birileri suskun kalsaydı, basın sahip çıkmasaydı, bu işkenceleri olmamış mı sayacaktık? Bu görüntüler batı basınında değil de sadece birkaç Arap TV’sinde yer alsaydı “Gerici Baas propagandası” olarak mı adlandırılacaktı. 
Örneğin Türkiye’de de sosyalist, devrimci basın sürekli işkence olaylarını belgelemiş ve yazmıştır ama büyük gazeteler sahiplenmedikçe bunlar hep “propaganda!” olarak damgalanmıştır.

Bilinir ki, yansıyanlar genellikle yansımayanlardan çok azdır.

Konu sadece işkenceye karşı olup olmamakla değil, tutarlı bir düşünsel ve politik tavrımızın olup olmamasıyla ilgili. Bu nedenle “ne yapıyoruz?” sorusunu, zaten çifte standartlı olduklarını tartışmaya bile değmez bulduğum Türk ve Arap basınını, politikacılarını vb. değil,  birlikte aynı yollardan geçip geldiğimiz ve hala ortak değerlere bağlı olduğumuzu düşündüğüm Kürdistanlı politik akımlara, onların takipçilerine sormayı yeğliyorum.

Tabiki şunlar doğrudur: Saddam rejiminin kurbanlarının asla kendilerine yapılan işkenceleri teşhir edecek şansları olmadı. Kamuoyu baskısı Bush ve Rumsfeld’i özür dilemek zorunda bıraktı ama ne TC’nin işkencecileri ne de Baascılar’ın yaptıklarından ötürü yüzleri kızarmadı bile! Bunlar tabiiki önemli farklılıklar. Ama dediğim gibi ben “Onlar”ın farklılığı değil, “bizim” cenahın politik ve ahlaki tutarlılığıyla ilgiliyim.

Bizler işgalcilerin haksızlıkları, ahlaksızlıkları, zulümleri karşısında tutarlı bir duruş gösteremezsek bir birimizin yüzüne nasıl bakacağız!


“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” mi? Evet buna inanıyorum ama bu bizlerin çifte ahlaklılığı reddetmesiyle de son derece ilintilidir.

Yorumlar