- Baba... Dede... Soykırımda Sen Neredeydin?


İsvicre Kürdistan Halk İnisyatifi’nin Zürich’te düzenlediği ve konuşmacı olarak katıldığım 1915 Ermeni-Asuri Soykırımı konulu Panel benim için de öğretici oldu.

1915 Soykırımının giderek daha çok ülkede resmen kabul edilmeye başlandığı bir dönemde Kürtlerin, Kürdistanlıların da 1915 soykırımı konusunda çok daha net bir tutum takınmalarını son derece önemli görüyorum.

Bu konu kuşkusuz siyasi açıdan da çok önemli. Ama bundan daha da önemlisi soykırım ortamının cellatları, mağdurları ve onların mirası üzerine büyümüş kuşaklar olarak bizlerin, kendi geçmişimizle komplekssiz yüzleşebilmemiz bakımından çok daha anlamlı. Toplumsal geçmişimizdeki cidden çok karanlık bir döneme sonuçlarından korkmadan ışıldaklar çevirebilmek, gelecek için daha radikal kararlar  alma konusunda bizi cesaretlendirecektir. Siyasetin daralttığı, kabullenmeyi, tedavi etmeyi, onarmayı zorlaştırdığı böyle sosyo-psikolojik bir vakayı toplumun sivil dinamiklerinin çok daha kolay aşabileceklerini umuyorum. Buradan alacağımız güçle siyasetin ördüğü barikatları da yıkabiliriz.

Zürich’teki panel Kürt toplumunun bir bakıma nabzını da verebilecek siyasi kadroların, emektarların gösterdikleri ilgi, duyarlılıkları ve açık yüreklilikeri bakımından beni çok çok umutlandırdı, cesaretlendirdi.

1915 Soykırımına yaklaşımda kullanılan ifadeler, yaklaşım tarzları o kadar büyük tuzaklarla örülü ki, bunların birine bile “iyi niyetle!” hapsolmak, olgunun çok can yakıcı boyutuna teğet geçmemize neden olabiliyor.

Örneğin şu “iyi komşuluk” meselesi.. Daha birkaç yıl öncesine kadar Türk sosyalist ve demokratlarının çoğunca geçmişe dönük olarak sık sık yinelenen “Ermenilerle ne iyi komşuyduk..” söylemini iyi niyetli bir biçimde kabul etme eğilimindeydim. Bu söylemin en azından çok etnikli, çok kültürlü yaşama dönük bir özlemi ifade ettiğini düşünürdüm. Gelgelelim bu “iyi komşuluk” söyleminin aslında ne anlama geldiğini 15 yaşındaki bir Ermeni genci sayesinde kavrayabildim.

26-27 Haziran 2000 tarihinde İstanbul‘da yapılan ve 12-17 yaş arası Ermeni çocukları arasında „Türkiye‘de Azınlık olmanın Avantajları ve Dezavantajları“ konulu bir anket yapılmış ve çocukların verdikleri cevaplardan bir kısmı Tarih ve Toplum Dergisinde yayınlanmıştı.[1]

Ankete cevap veren 15 yaşındaki bir Ermeni genci iyi komşuluğun sırrını şöyle açıklıyor; „Komşularımızdan hiçbir dışlama görmüyoruz ama, bunun sebebi bir sorun çıktığında ortalığı ayağa kaldırmak yerine susup onları dinlememizdir.“

Evet tabii ya, müslüman komşunuz tarafınızdan haksızlığa uğradığınızda bile bunun peşine düşerek çok daha kötü sonuçlara katlanmak yerine, her defasında “zararı yok, önemli değil, canınız sağ olsun” diye alttan almak zorunda kaldığınız için yumuşak başlı komşular olarak özlenmeniz de kaçınılmaz olmaktadır!

Sonra şu “yardım ettik, kurtardık..” söylemleri: “Babam kaç tane Ermeni çocuğunu sahiplenmiş”, “Dedem kaç tane Ermeni kızını evlatlık almış..” Bu kurtarma öykülerindeki hayırsever dedelerimizin neden hiç Ermeni yaşlılarını, sakatlarını, erkeklerini “kurtarmadıklarını”, neden hep genç kizları ve çocukları “kurtardıklarını” çok geç sorabildik. Sabiha Gökçen Olayı vesilesiyle yazdığım makaledede tartışmaya çalıştığım gibi, “kurtarma” öykülerinin çoğunluğu aslında kadın ve coçuklara soykırım ganimeti olarak, tıpkı mal-mülk gibi el konulmasından başka birşey değil aslında.

Ya da Önasya ve Mezopotamya coğrafyasının Ermeni, Rum, Asuri/Süryani gibi  eneski ve yerleşik halkları için durmadan “azınlıklar” diye bahsederek, daha başından kavramsal olarak onları bir eşitsizlik ve negatif ayrımcılığa mahkum ettiğimizi fark etmiyoruz..

Panel vesilesiyle daha yakından dinleme ve tanıma fırsatı bulduğum Sn.Özcan Soysal’ın bu konuda daha özgün bir yaklaşımı olduğunu farkettim. Soysal, özetle 1915 soykırımını bir olgu olarak kabul etmenin yeterli olmadığını, toplumsal ve siyasal sorumluluğu kabul etmenin yanı sıra, bu coğrafyada yaşayan ve soykırım faili toplumların tüm bireylerinin de kendilerine ve ailelerine yönelik bir sorgulama içinde olmalarını, ailelerinin bu suça iştirak ettiklerini acık yüreklilikle beyan ederek, dedelerinin bu suç ortaklığından kendilerini arındırmaları gerektiğini savunuyor.

Gerçi Sayın Soysal, daha önce okuduğum yazılarında olduğu gibi bana oldukça sert ve itici gelen ifadelerle konuyu ifade ediyor ama içeriği açısından dikkate almaya değer bir bağlama işaret ediyor. Bizleri çok daha doğrudan ve birey olarak kendi canımızı acıtacak bir iç sorgulamaya davet ediyor.

Soykırım gibi insanlık suçlarının yarattığı tahribat ve sorumlulukları “İslamlık, Türklük, Kürtlük, Feodalite, Küçük burjuvazi, bürokrasi vb.” gibi Kollektif kimlikler adına üstlenmenin ne derece büyük uğraşlar gerektirdiği ortada. Ki bu konuyu "kendi kişisel meselemiz olarak" da ele almak daha zor belki zor ama gerekli...

Cidden bir de bu yanıyla, yani daha doğrudan ve yaraya neşteri kendi içimizden başlayarak vurabilmeyi deneyemez miyiz?

Öyle ya, eğer biz bu soykırım ve jenosidler coğrafyasının çocuklarıysak, babamızın, dedemizin, aile büyüklerimizin o kanlı soykırım günlerinde ne yaptıklarını, ne işle meşgul olduklarını, nasıl olup da soykırım dışı kaldıklarını merak etmemiz, sormamız gerekmiyor mu?

Doğrusu bu soruyu hiç merak etmedim değil,  ama bir açık ve referans noktası olarak da görmedim. Öyleyse sormaya ve cevaplar aramaya kendimden başlayayım.

Ben babamın babası olan dedemi hayal meyal hatırlıyorum. Fakat evimizde boyun bağlı hafif sakallı sararmış fotoğrafı başköşeden hiç eksik olmazdı. Babam rahmetli 1975’de vefat ettiğinde 63 yaşındaydı. Yani o 1912’de Ermeni nüfusun yoğun bulunduğu yerlerden biri olan Narman’da doğduğunda jenoside 3 vardı, soykırımda da 5/6 yaşlarında olmalı. Peki ya dedem? Dedem Narman’da Mal Müdürlüğü yapmış, bir bürokrat... Demekki Osmanlı ve daha sonra Cumhuriyet bürokrasisinin güvenine mazhar olmuş biri olmalı.

Ve ben sormak isterdim: Dede 1915 soykırımında sen neredeydin, ne yapıyordun? Elinde hiç komşu kanı var mı? İnsanlar boğazlanırken sen ne yaptın, karışmadın da sadece seyir mi ettin? Bunları kendisine sormak için artık çok geç belki?

Annemin babası, kardeşleriyle birlikte Bitlis / Mutki’de kahvehane işletirmiş. Mutki de soykırım öncesi Ermeni nüfusun yoğun yaşadığı yerlerden biri, annemler Meydan nahiyesindeki Ermeni kızların güzelliğini anlatır, yapı ya da marangoz ustası Ermeni komşularını iyilikle anarlardı. Dedem Tarla sulama yüzünden çıkan bir kavgada komşusunun başını yarıp öldürmüş. Onu hiç görmedim, hep annem anltırdı rahmetli. Ve bugünkü aklım olsaydı sorardım dedeme: Dede 1915 senesinde soykırım olduğunda sen neredeydin? Elin hiç Ermeni kanına bulaştı mı, görüp görmemezlikten mi geldin, yoksa sen de mi vurdun gavura? Hiçbir şey duyup görmemiş olamazsın? Öyleyse ne yaptın o zaman?

Bu sorular kendimizden kişisel olarak da uzaklaştıramayacağımız bir vahşet döneminin fail ya da mağdurlarının ellerinin saçlarımıza dokunacak kadar yakın olduğunu gösteriyor. Soykırım kendi kişisel meselemizdir.

Bu soruları kendi adıma ayrıntılandırarak sormayı, özneleri cevap veremeseler bile bıraktıkları izlerden gitmeyi devam ettireceğim. Bu konuda kafasında ve vicdanında soru işareti taşıyan herkes bu yolu kendisi için de izleyebilir.

Soykırımlar ve onların toplumsal / siyasal sonuçları bütün bir tarihimizi derinden etkiledi, etkilemeye de devam ediyor. Bizim bu kanayan yaraya komplekssiz ama sorumluluk içinde eğilmemiz, üstünü küllemeden, genellemelere, mazeretlere kaçmadan üzerine varmamızda hayır görüyorum. Çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü bir toplumsal demokrasiyi inşa edebilmemiz ve tabandan savunabilmemiz farklı olana karşı işlenmiş bütün siyasal ve toplumsal suçları mahkum etmemiz bizim siyasal coğrafyamızın bir zorunluluğudur.

Bu sorgulama asla Soykırımların asıl sorumlusu olan sistemi, onun su başlarını tutmuş egemenlerinin suçluluklarını hafifletme ve ikinci plana atma gibi bir ihmale yol açmamalı. Sistem halen her gün bize bu suçlarını dayatıyor, onu hem siyaseten hem kültürel olarak geriletmeden ilerlemek olanaksız.

Geleceği ancak böyle temiz inşa edebiliriz.


[1]Bin Yıllık Beraberlik;Türkler ve Ermeniler“ Tarih ve Toplum ; Ekim 2000, Cilt 34, sayı 202, s.195.11, İletişim Yayınları, İstanbul
  

Yorumlar