SİNOP YANARKEN ORADAYDIM..

Merkez Kapalı Cezaevi, Ankara, Şubat 1998



Tolga Ersoy’un “Sinop’un Hanı”[1] kitabını bir nefeste  okuyup bitirdim. Ben de çok kısa bir süre de olsa Sinop cezaevinde bulunduğum ve oranın gizemli,  mistik atmosferini yaşadığım için Sinop’la ilgili eski ve yeni yazın hep ilgimi çekmiştir.
Kitapta gördüğüm en önemli boşluk, cezaevinin 1970 Ocak ayında tamemen yakılması olayıdır. Bizans’tan Osmanlı’ya oradan Cumhuriyet’e uzanan bu tarihi zindanın mahkumlar tarafından yakılması olayının kitapta yer almaması bu yazıyı yazmama neden oldu.
Çünkü Sinop cezaevi yanarken oradaydım...
Cezaevi anılarını yazmak hoşuma gitmez ama kitabın bütünlüğü içerisinde bunun önemli bir tanıklık olabileceğini düşünüyorum..
Kitabın “sonlarken” bölümü s.89’da Cumhuriyet gazetesi “Okur Mektupları” Köşesinde Emine Yılmaz adına yazılmış bir yazıdan alıntı yapılmış. Tarih 22 Ocak 1979. Orada "Siyas görüşlerinden dolayı Bayrampaşa Cezaevinde kalan ve daha mahkemeleri  devam ederken 107 tutuklunun Sinop cezaevine gönderildiklerinden” yakınmakta ve “Sinop’a gönderilen evlatlarımızın durumunun ne olacağını bilememekteyiz”  denmektedir.
ışte 1979 Ocağında Bayrampaşa'dan Sinop cezaevine sürgün edilen 107 tutuklunun içinde ben de vardım.
1978 yılında Komal Yayınevi yönetmeni olarak, Lucien Rambout’nun  "Kürdistan 1919-1945"  kitabının yayınından ötürü TCK 159 ve 142/3 maddelerince tutuklanmış. 20 Kasım 1978’de Bayrampaşa Cezaevine konmuştum.
Bayrampaşa günlerimiz de oldukça renkli ve hareketliydi. O dönemin tüm siyasi atmosferini, renklerini burada yaşamak mümkündü. Bizim kaldığımız koğuşta Dev-Sol, Dev-Yol, Kurtuluş, Emeğin Birliği, SGB, THKP-C/MLSPB, HDÖ, Dev-Savaş, Acilciler, Devrimci Kurtuluş Kıvılcım, ıGD, Sarpçılar, Özgürlük Yolu, Rızgari gibi birçok gruptan yargılanan insanlar vardı. O dönemin tipik bölünmelerinden ötürü “sosyal emperyalizm” tezini savunan TKP/ML (TİKKO), Halkın kurtuluşu, Devrimci Halkın Birliği gibi gruplar da bir başka koğuşta kalıyorlardı.
Dinamik bir ortam vardı. Olayların seyrine göre, sayımız hergün artıp, azalıyordu. Koğuşumuzda ayrıca Filistinli gerillalar da bulunuyordu.[2] .
‘78 yılının 11 Aralığında Maraş katliamı üzerine Ecevit hükümeti   ıstanbul’da dahil birçok ilde sıkıyönetim ilan etti. 1979 Ocağının ilk günlerinde ise -sanırım 9 Ocak- tarihinde Filistinli gerillalar devrimci tutsakların da yardımıyla Bayrampaşa' cezaevinden firar ettiler.[3]  Firar üzerine cezaevinde gerginlik yaşandı. Koğuşumuzun basılma ihtimaline karşı barikatlar kuruldu ve direnişe geçtik.
İdare ile pazarlık ve barikatlı direenişimiz 3-4 günden fazla sürdü. Sonunda Istanbul’daki diğer cezaevlerine sevkedilme ve koğuşlara baskın yapılmaması temelinde anlaşıldı ve barikatlar açıldı.
Dönemin Ceza ve Tevkifevleri Gn. Md. Veli Devecioğlu’nun Bayrampaşa'’nın boşalkılması, yani sürğün emrini verdiğini o günlerde öğrendik.
O dönem yürürlükte olan yasaya göre yalnızca hükümlüler başka cezaevlerine sevke gönderilebiliyor, tutuklu olanlar ise bulunduğu ilden başka bir ile sevkedilemiyordu. CHP hükümeti, tutukluluların da sürgün edilebilmesine olanak verecek bir yasa ya da kararname üzerinde çalışıyordu.

ıdare ile anlaşma sağlanınca zaten çoktandır hazırladığımız sevk torbalarımızı, çantalarımızı yüklendik. Hiçbir müdahale olmadan rinklere bindirildik. Operasyonu yürüten jandarma albayının “birlik ve beraberlik” nutkunu saymazsak tabii. Asıl eziyetler ise sevk yolculuğu sırasında yaşandı. Bir kere Sinop’a sürgün edildiğimizi bilmiyorduk. ıstanbul içindeki Toptaşı, Paşakapısı veya en fazla ızmit’e gönderilebileceğimizi sanıyorduk.  Birkaç saat içinde işin rengi değişti. En fazla on-oniki kişinin bindirile ileceği rinklere, otuzar kişi birbirimize ikişer-ikişer kelepçeli olarak bindirilmiştik. Sinop’a sürgün edilmekte olduğumu 36 saat aralıksız süren yolculuğumuz sırasında, bir arkadaşın her nasılsa yanına almayı başardığı el radyosundan, TRT bülteninden öğrenebilmiştik.
16 Ocak’ta başlayan sürgün tam bir eziyet içinde geçti.  36 saat boyunca bizi arabalardan indirmediler. Yemek, su, tuvalet ahil hiçbir ihtiyacımızı karşılamadılar.  ıçerideki izdiham dayanılır gibi değildi. Kimin eli, kimin bacağı nerede .belli değildi. Korkunç bir havasızlıkla, kış mevsiminin soğukluğu birbirine karışıyordu. Kimimiz havasızlıktan, sıkışan kelepçe ve kollarının acısından nefessiz kalırken, kuimisi de kırık percerelerden dolan soğuktan takırdıyordu. Bu sıkışıklık içinde durmadan yol alan arabanın içerisinde debelenip bir oyana bir bu yana yuvarlanıyorduk ve kelepçeler ellerimizi kollarımızı daha çok acıtıyordu. Yolculuk sırasındaki bağrışmalar ve feryatları hiç unutamam. Kimileri dayanamayarak yerlere, kendi üzerlerine işemek zorunda kalmışlardı.
Arabanın durdurulması için yaptığımız protestolara bağrışmalara, sloganlara kesinlike aldırış etmiyorlardı. Bir ara öyle canımıza tak etti ki arabanın içinde hep beraber sağa-sola doğru yüklenerek ringin dengesini bozmaya böylece arabayı devirerek durdurmaya bile kalkıştık. Sanırım tehlikeyi farkettikleri için Ankara’yı bir hayli geçtikten sonra biraz hava alma tuvalet ihtiyacımızı karşılamamıza olanak verdiler.
Sinop sürgününü, orada çekilen eziyetleri, direnişi anlatan bir resim yapmıştım Sinop’ta. Aslı kayboldu ama, sonradan eskizini buldum. 1996’da ıstanbul’da “Hapsedilemeyenler” resim sergisinde “Sinop’a 36 saat” adı ile bu resim sergilendi.


Yoldaki bu kötü muamele ve işkenceye karşılık Sinop cezaevinde beklediğimiz gibi saldırgan bir tavırla karşılaşmadık. Zaten yol boyunca Sinop’ta karşılaşacağımız olası yaptırımlara karşı neler yapabileceğimiz konusu üzerinde konuşmuş, anlaşmıştık. Direnme konusunda hem fikirdik. Ortak hareket etme noktasında da diğer koğuştakilerle dayanışmaya gidilecekti.

Rink penceresinden zar-zor seçebildiğimiz kadarıyla ince bir toprak yoldan geçerek, bir kıstakla ana karaya bağlanan yarımada üzerindeki Sinop kalesine girdik. Yol çok dardı,  araba güçlükle sığabiliyordu.
ındirildiğimizde kendimizi surlarla çevrili eski bir kalenin içinde bulduk. insan kendini burada “zaman tünelinden geçmiş” sanıyor. Birden bire Osmanlı, hatta Bizansla karşı karşıya kaldığınızı hissediyorsunuz. Sonra Sinop’un ünlü mahkumlarını hatırlayorsunuz. Zaten Sinop’a sürgün edilmekte olduğumuzu öğrendiğimizden beri moral olsun diye saatlerdir:
“Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün, üç gece göründü Rize”
türküsünü söylüyor, Sinop kalesinden denize nasıl uçulabileceğini merak ediyorduk. Giriş kaydımız yapılırken de aklımıza takılı kalan dizeler eşlik ediyordu bize:
“Katil defterine ismimi yazdım
eşkiya dünyaya hükümdar olmaz”...
Sanırım Sinop cezaevi personeli bizim gibi genç siyasi öğrencileri -o günlerin deyimi ile “anarşistleri !”- ilk kez görüyorlardı. Onlar da Bayrampaşa'’nın altını-üstüne getirmiş bu azılı sol siyasilerden çekiniyor olmalıydılar. Ne de olsa Sinop’un klasik mahkum profiline hiç uymadığımız, dik başlılık, bilgiçlik ve ataklığımızdan belli oluyordu. Karşılıklı birbirimizi kolluyor, ölçüp-tartmaya çalışıyorduk.
Kayıt işlemleri bitipte  hepimiz cezaevi binasıyla kale surları arasında kalan toprak alanda toplanmışken cezaevi savcısı[4] geldi. Liberal bir söylev çekti bizlere. Uzlaşmacı bir tavır takındı. Ardı ardına taleplerimizi dile getirdik ve çoğunun yerine getirilmesi konusunda da sözler aldık. Bayrampaşa’da iken iki ayrı koğuşta kalan bizlere yine iki ayrı koğuş açtılar. Kimlerin nerede kalacağını yine kendimiz saptadık. Temsilcilik, komünal düzen vb. tıpkı Bayrampaşa'’daki gibi devam etti.
Sinop’ta adli bir dava nedeniyle hükümlü bulunan ama THKP-C  Acil veya HDÖ ile ilişkisi bulunan Recep Güregen[5]  isimli gençde oranın “kıdemlisi” olarak bizi karşıladı. Birlikte gelen yoldaşlarıyla tanıştıkları için oraya bilen biri olarak da hemen koğuş temsilciliğine de getirildi.
Bir kaç gün sonra “eşyalarımız” geldi. Ama nasıl? Girişte beklediğimiz o geniş alana kamyonlar dolusu çamaşırın, kitap, kırtasiye ve yiyeceklerin karman-çorman bir dağ yığını halinde dökülmüş olduğunu düşünün. Manzara hem ürkütücü, hem de komikti. Herkes öfke ile dağ yığının etrafında dolaşıp, tanıdık bir şeyler bulma umuduyla eşyaları didikliyor, o karmaşa içinde gömleğini, pantolonunu bulabilen bir zafer çığlığı atıyordu. Hummalı bir faaliyetle akşama kadar ancak zar-zor tamamlayabildik eşya ayırma işlemini.... Herkes eşyasını aldıktan sonra bile yine ortada belkide tanınmaz hale geldikleri için sahipsiz kalmış bir yığın öte-beri duruyordu. Bu arada herkesin mutlaka bir şeyleri kaybolmuş, yer değiştirmiş veya tahrip olmuştu.
Bizi cezaevinin arka kısmında iki küçük koğuşa yerleştirmişlerdi. Diğer bölümlerle teçritliydi. Arkamızda “Karadağ Koğuşu” denen eski ve yıllanmış mahkumların yattığı ünlü koğuşlar yer alıyordu.
Sinop’ta iken zaman ötesi bir zındanda oluşumuzun ayırdına vardım iyice. Cezaevi iki katlı taş bir binaydı. Bizim koğuşumu ise tek katlı ve tek bölümlü kasvetli bir ağıla benziyordu. Ranzalar koğuşun duvarlarını çepeçevre tahta kerevet şeklinde dolanıyordu. Diğer cezaevlerinin tersine burada kapı ve pencerelerin demir değil, tahta olması dikkatimi çekmişti. Ama nasıl tahta, yüzyılların çentiklerini taşısa da demir gibi  sağlamdılar!... Orta yerde ise yine ahşap, cendek gibi ağır ve hantal bir masa uzanıyordu. Üzeri teneke ile ya da ince bir sacla kaplanmıştı. Koğuşun tek mobilyası da buydu işte.
Bayrampaşa’daki tüpgazlı ocakların yerine burada, çoktandır unuttuğumuz üç ayaklı gazocakları kullanılıyordu. Hani neredeyse elektrik olmasa cızırtılı, karlı görüntüsüyle siyah-beyaz TV olmasa, yetmişlerde miyiz, yoksa 1900’lerin başında mıyız pek fark etmeyecektik. Hatta havalandırmaya çıkıp, duvarın dibine çöktüğünüzde, arkanızda Bizans’dan kalma surlar, yosunlu taş duvarlar arasında kendinizi bir ortaçağ mahkumu bile sayabilirdiniz.
Dışardayken bol bol “Başın öne eğilmesin” türküsünü söylerdik. O ara pek popüler olmuştu, cezaevinde de sık sık söylenirdi:
“Dışarda deli dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma”
dizelerinin gerçekte neyi anlattığını Sinop cezaevinde yatarken anlıyor insan. Yalnızca dalgaların sesini duyabiliyor, dört bir yanınız deniz olduğu halde denizi göremiyorsunuz. Kale surlarına çarparak parçalanan dalga sesleri denizin varlığını hissettiriyor her an. Gecenin karanlığına eşlik eden bu sesler, insanı kimbilir nerelere alıp götürür. “Dışardaki deli dalgaların, insanı içerde nasıl oyaladığını” ancak Sinop cezaevinde yatarken anlayabiliyoruz. Ve hemen ardından sesini duyup da kendini göremediğimiz deniz aklımıza düştüğünde, Sabahattin Ali’nin dizeleri yetişiyor imdada:
“Görmek istersen denizi
Yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma”...
Oysa ben o güne dek türküdeki “deniz”i  Deniz Gezmiş sanırdım !... Bu sözlerin, öykülerini severek okuduğumuz Sabahattin Ali’ye ait olduğunu ve Sinop Cezaevinde yatarken yazıldığını burada öğrendim.
Tuvaletimiz de pek lükstü! Bir kanaldan lağım akıyor, üzerine ayak basılan iki tahtanın üzerine tüneyip, akıp giden arka boca ediyorsunuz hacetinizi. Ama akıp giden o lağım sularının içinde kedi iriliğinde cirdanlar/fareler cirit atıyorlar. Herkes fareler kıçına saldıracak korkusuyla neredeyse tuvaletini ayakta yapıyordu.
Orada kaldığım süre içinde yavaş yavaş koğuşlarımızdan çıkarak, diğer kısımlara ziyaretler yapma olanağı bulduk. Ben de bir iki kez Karadağ denen kısımlara gittiydim. Onların havalandırma avluları daha büyükçeydi, bir çok koğuş aynı bahçeye çıkıyordu. Mahkumlar daha çok boncuk işleriyle uğraşıyorlardı. Boncuk işi çok kişinin geçimini sağladığı, sömürü kaynağı bir sektör haline gelmişti burada. Aynı koğuşlarda on yıl, onbeş yıldır yatan, gelecekten umudunu kesmiş, tüm düşüncesini “umumi af”fa kilitlemiş mahkumlar kalıyordu buralarda. Kimi idamdan dönmüş, kimi müebbetlik. Bu zındandan kaçabilmeyi başarmış ama yakalanmış bir kişi gösteriliyordu: Kısa boylu, kır saçlı, atletik yapılı bir adam; Karadağ’lı Emin....
Biz siyasilerin o günlerde tutsaklara yönelik sloganlarımız ise pek cazipti. her vesileyle bu sloganı kullanıyorduk: “Zındanlar boşalşın, genel af!” heceleyek bağırınca Genel Af, Ge-ne-Laf ! oluyordu...
Bizlerin gelişi, siyasilerin belli bir saygınlığı olması ve enerjikliğimizle birlikte yerli mahkumları oldukça heyecanlandırmıştı. Durmadan cezaevi sorunlarından yakınıyor, boncuk sömürüsü ile bu illet yerden bir türlü sevk edilemekten yakınıyorlardı. Çünkü Sinop cezaevi, mahkumluk kariyerinin son noktasıydı. Ordan “geri dönüş” de yoktu, sürülecek başka “kötü bir yer” de..
Bizler de siyasi ilişkiler geliştirmenin peşindeydik.

Sinop’taki yaşantımız bu minval üzere sürerken, gelişimizin üzerinden iki hafta bile geçmemişti ki bir gün, havalandırmamıza “pat” diye bir kibrit kutusu düştü. Karadağ koğuşlarından atılmış olmalıydı. Açıp baktık ki içinde bir not:
“Arkadaşlar, biz cezaevindeki sorunlarımızın çözülmesi ve idareye baskı yapmak için koğuşları yakmak istiyoruz, ne diyorsunuz?”
Bir eylem olarak “cezaevini yakma” önerisiyle ilk kez karşılaşıyorduk. Alelacele içeri geçip, siyasi grup temsilcileri olarak toplandık. Öneri üzerine ve ne olup bittiği hakkında görüşmelere başladık. Daha ilk tur, sözler bitmiş ya da bitmemişti ki, havalandırmadaki arkadaşların telaşla içeriye doğru bağırdıklarını duyduk:
“Arkadaşlar, Karadağ koğuşundan dumanlar yükseliyor!”
Biz akıllılar sayı sayıncaya kadar onlar çoktan eylemi başlatmışlardı bile. Demekki yazdıkları not nezaketen “ne diyorsunuz?” diye soruyordu ama, maksat bizim görüşümüzü almak değil de, “haberiniz olsun!” demekmiş.
Bu arada surların üzerindeki nöbetçi jandarmalar düdükler öttürerek telaşla sağa-sola koşuşturmaya başlamışlardı bile. Biz de ayak üstü kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra bunun bir isyan ve sonunun da sürgün olacağını değerlendirirerek eşyalarımızı denkleştirdik.Yangının yayılma ihtimaline karşı bahçeye taşımaya başladık. Bir kısım arkadaşlarda içerde tıkanıp kalmamak için bahçe kapısını patlatmaya uğraşıyorlardı. Bir süre uğraşıldıktan sonra kapı patlatıldı. Tam karşımızda, kale surları ile bahçe duvarının arasında gardiyan barakası bulunuyordu. Gardiyanların hepsi can havliyle çoktan kaçmışlardı. Hemen gardiyan odasını şöyle bir aradık; masa altlarından kalın kalın falaka sopaları, çekmecelerden çeşit çeşit, renk renk haplar çıktı ortaya. ıçeri verilmeyip gardiyanlıkta bekletilen çeşitli eşyalar, mektuplar, gaz tenekeleri. Kaçarken arkalarına bile bakmamışlardı anlaşılan, tek eş ayakkabılar, sağa-sola saçılmış şapkalar göze çarpıyordu.
Bizden sonra diğer koğuş da kapıları patlattı. Artık eşyaları havalandırmadan, dışarı çıkarıp surla cezaevi duvarı arasındaki araziye çıkarmış orada toplanmıştık. Bu durum surların üzerindeki jandarmaları bir hayli telaşlandırdı. Alevler ise artık çatıyı sarmış, simsiyah dumanlar cezaevinin üstünü kaplamıştı bile. Dışarıdan bağrışmalar duyuluyordu. Jandarmalar tam bir panik ve şaşkınlık içerisinde ne yapacaklarını bilemiyor, birilerinin surlara tırmanma tehlikesine karşı önlemler geliştirmeye çalışıyorlardı.
Bulunduğumuz yer biraz yüksekçe olduğu için diğer bölümlerin çatılarını görebiliyorduk. Her yerden artık büyük alev kütleleri göğe doğru yükseliyordu. Tüm çatılar  tutuşmuş, koca Sinop zındanı  işte gözümüzün önünde cayır cayır yanmaktaydı. Her mahkuma kolay kolay nasip olamayacak müthiş bir romantizmdi, zındanın yanışını izlemek!.
Biz ise bu olağanüstü günün keşiflerini sürdürmek üzere kollar halinde sağa-sola dağılmış araştırmalar yapıyor, bulunduğumuz alanı tanımaya çalışıyorduk. Bir grup arkadaş bir şeyler bulduğunda bağırınca oraya doğru hep beraber seğirtiyorduk.
“-Arkadaşlar bakın burada ne var? Siyasilerin kaldıkları hücreleri bulduk!”
Arkeolojik bir kazının heyecanıyla zemin seviyesinin altındaki hücrelere giriyoruz. Havasız, ışıksız hücreler bunlar. Ağır bir küf kokusu var içlerinde. Kapılarında koca asma kilitler, her yan pislik içinde. Ahşap kapılara oyulmuş devrimci sloganlar ve şiirler, buraların eski sakinleri hakkında bir fikir veriyor bizlere. Birisi “Sabahattin Ali burada kalmış. Bakın dizeleri var.” diyor. Duvar yazılarını okuyarak, eskiye dair bir şeyler bulmayı, anlamayı umuyoruz.
Hava çabuk karardı. Yangın ise daha çok yayıldı  ve tüm görkemiyle sürüyor. ıçerden patlama sesleri geliyor. “Televizyonlar patlıyor” diye yorum yapıyoruz. Ne karadan ne denizden itfaiyenin yangına müdahale edebilme şansı yok. Bir ara surların üzerinde görülen hortumun ucu da çabucak kayboldu. Pencelerden sanki minare boyu alevler yükseliyordu.
Biz ise geceyi açık havada geçireceğimizin belli olmasının neşesiyle, çay demleyecek bir şeyler bulmak, gece kampımızı oluşturmanın uğraşına girdik kısa zamanda. Bizim koğuşlarla diğer kısımlara giden yol üzerinde her ihtimale karşı barikatlar kuruldu ve nöbet tutulmaya başlandı. Hem idarenin müdahalesine karşı hem de diğer mahkumların içinden kopup gelecek başı bozuklara karşı. Nitekim akşam saatleerinde “Abi hap! Abi hap!” diye dolaşan tipler peydah olmuş, geri göndermiştik onları.
Yanan cezaevinin odunlarından çay pişirmek de çok zevkli oluyor. Isınmak için yaktığımız ateşin etrafında toplanmış, sazlar çalıyor, marşlar türküler söyleniyor. Sinop çatırtı ve gürültülerle yanmaya devam ediyor. Karanlığı kızıllaştıran yangın alevlerine bakarak devrimci marşlar söyleyeceğimiz kimin aklına gelirdiki. Bizans’tan Osmanlı’ya oradan Cumhuriyete devrolan bu ünlü kale-zındanda, "dışarda deli dalgalar”ı dinleyen kaç kişi, bu zindanın böylesine yanabileceğini ve tutsakların karşısına geçip marşlar söyleyeceğini umabilirdi. Bu olay 14 yıllık cezaevi yaşamımda aklımdan çıkmayan ve adeta cezaevi romantizminin zirvesi, final sahnesidir.
Gecenin ilerleyen bir saatinde diğer koğuşların temsilcilerinin barikatlara geldiğini öğrendik. tamamen sevk edilmelerini sağlamak ve bir daha geri dönüşü imkansız kılmak için bu yola başvurmuşlardı. Temsilciler idarede görüşürken, daha önce planladıkları gibi kişisel eşyalarını havalandırmaya çıkarmış, geri kalan ne varsa gaz bidonları dökerek ateşe vermişler. Böyle anlatıyorlardı. Bir ara bizim koğuşlarımızı yakıp yakmadığımızı sormuşlardı. Yangıon koğuşlara sıçramamıştı çünkü tecritliydi. Sıvalar dökülmüş, içerisi duman dolmuştu ama biz de koğuşları yakmamıştık. Mahkumlar bizim de koğuşlarımızı yakmamız için adeta yalvarmışlardı. Çünkü bir iki koğuş bile sağlam kalsa en azından bir kısım mahkumun yine burada tutulması tehlikesi olacaktı.
Biz bu öneriyi ayaküstü değerlendirdik. Birileri hemen gidip bizim koğuşları da ateşe verdi. Diğer bölümlerdeki ateşin hızı dinerken, buradan alevler yükseldi.
Yangın Sinop zindanının ahşap nesi varsa yuttu. Sıvalar döküldü, duvarlar çatladı, çatılar çöktü, kapı-baca, ranza herşey yandı, ama taş duvarlar sapasağlam ayakta kaldı. Bizim koğuşun da tek belirtisi   küllerin içinde boylu boyunca uzanan, tahta masanın sac örtüsüydü..
Sabaha kadar nöbetleşe uyuyarak açık havada yangını seyrettik. Bir ara yağmur çiseledi. Üstümüze naylon, plastik ne varsa örterek korunmaya çalıştık. zaten fazla sürmedi. Sabah olduğuunda yangın hafif azalmış, her yerden kara dumanlar tütüyor, çatıların kimi yerleri hala için içinr yanmaktaydı. Öğleye doğru idareyle ilişki sağlandı barikatların üzerinden.. Bu ara fırsattan istifade bazı arkadaşların sur duvarlarını delmek için epey gayret sarfettiklerini anladık.  Fakat ikinci gece bizi orada tutmayacakları,  sevkimizin çıktığı anlaşıldı. Denklerimizi yeniden topladık. Biz siyasi mahkumlar iki gruba ayrılarak bir kısmımız Zonguldak, bir kısmımız Trabzon cezaevine gönderildik.
Sonradan öğrendiğimize göre, yangının elebaşısı sayılan 50 kadar Sinop’lu mahkum yine sevk edilmemiş, “domuzluk” denen hücrelere atılmış, feci işkencelerden geçirilmişler. Biz okuyamadık ama gazeteler  Sinop’u Bayrampaşa'’dan gönderilen siyasilerin yaktığını,  sürgün için olay çıkardığımızı yazmış. Oysa olay öyle değildi.
Sinop yangını 30 Ocak 1979’da yaşandı. Trabzon cezaevine sevk edildiğimiz 2 Şubat tarihinde de Abdi İpekçi’ye suikast yapıldığını öğrenmiştik.
ışte Sinop zindanı benim de tesadüf eseri tanık olduğum biçimde büyük bir yangın geçirerek kullanılamaz hale geldi. Bir ara onarılıp turistik amaçla kullanılacağı söylentileri dolaştı. Biz de Sinop  zulmüne son noktayı koyan kişiler olarak bir "pay” çıkarmıştık kendimize. Oysa öyle olmadı.
Sinop’un 12 Eylül döneminde yine zindan olarak kullanıldığını, Diyarbekir’den kimi idamlıkların oraya sev kedildiklerini biliyoruz. Sinop adı bütün zulümkar rejimlerle birlikte anılmaya devam etti böylece.
Zulmün sembolü olmuş bir cezaevinin sonunu değilse bile, yanıp yıkılışını yaşamak herşeye rağmen güzel bir olaydı.
Yazarken yeniden yaşadım.
Selam ve sevgiler sunuyorum.




[1] Tolga Ersoy, “Sinop’un Hanı›” (Sinop Hapishanesinin Tarihi  ve Edebiyattaki Yeri), Sorun yayınları, Istanbul 1998  
[2] Filistinli gerillalar Muhammed Reşit Hüseyin ile, Muhammed Mehdi Zileyli, 11Ağustos 1976’da Yeşilköy havaalanında bir İsrail uçağına baskın yap›larak 4 kişinin ölümü 21 kişinin de yaralanması eyleminden yargılanıp ömür boyu hapis cezasına çarptırılmşlardı.  
[3] Firarın karanlıkta kalan bazı  noktaları bulunuyor. En azından firara göz yumulduğuna dair belirtiler var. Örneğin, Filistinlilerle birlikte çıkan İbrahim Yalçın, Timuçin Ötebay ve İbrahim İlçin’in daha hapishane avlusunda iken yakalanmaları, bu arkadaşların da daha sonraki anlatımları da Filistinlilerin kaçışına göz yumulduğuna dair veriler sunuyor.  
[4]   Soyadını hatırlamıyorum ama, adı Ünal’dı sanırım; uzun yıllar orada savcılık yaptı.  
[5] Recep Güregen, daha sonra bizim Bayrampaşa' kafilesi ile birlikte Trabzon  ve Niğde’ye de geldi. Oradan bir-iki arkadaşı ile birlikte firar etmeyi başardı. Mersin’de bir hakimin öldürülmesi olayının ardından, polisle girdiği çatışmada öldürüldü. 1979 sonları veya 1980 baharı olmalı.. 
  

Yorumlar