SARIKAMIŞ BOZGUNU (2)

2.BÖLÜM

Bir dezinformasyon aracı olarak resmi rapor ve telgraflar


1915 soykırımına ilişkin tartışmalarının bir boyutunu da Osmanlı Devlet Arşivlerinin incelenmesi , bu arşivlerde soykırıma ilişkin belge bulunmadığı gibi savlar oluşturur. Arsivlerin açılıp açılmaması önemli bir sorun gibi tartışılır. Oysa Osmanlı devletindeki resmi yazışmalar, rapor sistemi esasen dezinformasyon, aracıdır; daha çok birbirlerini yanıltmak, abartmak ve yönlendirmek için kullanılmıştır.

Bu anlayışın bir örneği yine Sarıkamış harekatındaki yazışmalarda kendini ele vermektedir. Raporların, talimatların çoğunluğu, uyduruk, hayali, gerçek dışı bir savurganlıkla yazılmışlardır. Komutanlar birbirlerini sürekli yalan bilgilerle aldatmışlar, olanı değil olmasını istedikleri şeyi gerçekmiş gibi göstermişlerdir.


Bir dezinformasyon aracı olarak resmi rapor ve telgraflar

1915 soykırımına ilişkin tartışmalarının bir boyutunu da Osmanlı Devlet Arşivlerinin incelenmesi , bu arşivlerde soykırıma ilişkin belge bulunmadığı gibi savlar oluşturur. Arsivlerin açılıp açılmaması önemli bir sorun gibi tartışılır. Oysa Osmanlı devletindeki resmi yazışmalar, rapor sistemi esasen dezinformasyon, aracıdır; daha çok birbirlerini yanıltmak, abartmak ve yönlendirmek için kullanılmıştır.

Bu anlayışın bir yine Sarıkamış harekatındaki yazışmalarda kendini ele vermektedir. Raporların, talimatların çoğunluğu, uyduruk, hayali, gerçekdışı bir savurganlıkla yazılmışlardır. Komutanlar birbirlerini sürekli yalan bilgilerle aldatmışlar, olanı değil olmasını istedikleri şeyi gerçekmiş gibi göstermişlerdir.

Yenilginin kesinleşmesinden sonra Enver Paşa Erzurum‘dan Ulukışla‘ya doğru yola çıkmaya hazırlanırken İstanbul‘a şöyle bir telgraf çekmiştir;

“Başbakanlığa,

Ruslara karşı başlamış olan saldırı Rus ordusunun kesin yenilgisi ile sonuçlanmadı ise de, düşmanı sınırlarımız dışına çıkarmaya, düşman arazisinin bir bölümünü ele geçirmeye ve ordusunun iyiden iyiye sarsılmasına olanak sağladı.

(...)

Başkomutan Vekili Enver.”[322]

Oysa aynı Enver Paşa kendisini Ulukışla‘da karşılayan amcası Halil Paşa‘ya gerçeği itiraf ederek „Kuvayi külliye mahfoldu“ diyecektir.[323]

Daha önce Balkan boğunun yaşarak bir de aynı isimle kitap yazmış olan Hafız Hakkı Paşa, Sarıkamış bozgununu da Fransızca şu sözlerle açıklar:

”Tous Est Perdu, Sauf L'Honneur!'' (Şeref hariç, her şey bitti!..)

Ama ne “Şeref!”

Osmanlı generallerin kişilik yapısı ve psikolojilerini ortaya koyan bir anekdot da yine Enver Paşa ile ilgilidir. Sarıkamış Cephesinden Alman kurmaylarıyla birlikte kaçmak zorunda kalan Enver Paşa, karargaha varır varmaz sağa sola telgraflar çekmeye başlamıştır. Ama bu telgraflar Sarıkamış harekatının durumuyla ya da o günlerde süren Süveyş Kanal Seferi veya Çanakkale hakkında değil, İstanbul Sarayı‘nda oturan eşi Naciye Sultan‘ın köpeğinin sağlık durumuyla ilgiliydi. Bu ortamda iki de bir köpeğinin sağlık durumunu sorması, köpek beslemeye düşkünlükleriyle tanınana Almanları bile şaşkınlığa uğratmaktaydı.[324] Herhalde Enver Paşa ne kadar soğukkanlı bir komutan olduğunu ve köpek severlikte de Almanlardan geri kalmadığını gösterdiğini düşünüyordu.

Komutanların kendi aralarında “her şeyi kaybettiklerini” kabul ettikleri anda bile, bunun dışa yansıtılma biçimi “Zafer!”dir. Sarıkamış harekatındaki raporlar, bunların olguları saptamak için değil, tahrif etmek, kandırmak, yanıltmak amacıyla kullanıldığını gösteren belgelerdir. Alptekin Müderrisoğlu, “Sarıkamış Dramı“ kitabında bu olgular geniş yer ayırmıştır. Birkaç örnek;

“Ordu Emri- 2 Ocak 1924

Bardız yakınında ve 32. Tümen‘in karşısında bulunan düşman fena halde yenilerek geri çekilmiş ve bir daha görülmemiştir.

On birinci Kolordu karşısında bulunan düşman da 30 Aralık günü Aras ırmağı üstüne kurduğu köprüden geçerek Aras‘ın güneyine çekilmiş ve doğu‘ya doğru püskürtülmüştür.

Hiçbir düşman kuvvet Bardız-Kızılkilise yolunun kuzeyine geçmemiştir ve Kızılkilise‘de düşman bulunmamaktadır. Düşman eğer 32. Tümen cephesinden çekilmiş ise, tümen onu izleyecek ve On birinci Kolorduyla birleşecektir.

Başkomutan Vekili Enver”

Oysa 32. Tümen Rusları püskürtmek bir yana Bardız‘ı bırakmak zorunda kalmış ve geri çekilmiştir. 11. Kolordu‘dan ise eser kalmamıştır. Toplamı seksen bin kişi eden iki Kolordunun mevcudu iki gün içinde Hafız Hakkı Paşa‘nın iyimser tahminiyle 1.344, 1.544 kişiye indiğinde ve 32 Tümen‘in imha olmaktan şans eseri kurtulduğu ertesi gün (3.1.1915) Enver Paşa Galip Paşa‘ya yine şöyle bir emir göndermektedir;

“Durumda bir değişiklik yoktur. 32. Tümen Bardız karşısında düşmanı püskürtmüştür. 9, ve 10. Kolordular Sarıkamış önlerinde kuvvetli düşmanla çarpışmaktadırlar. 11. Kolordunun Sarıkamış önünde bir an önce savaşmaya katılması kesinlikle zorunludur...”

Kendi uydurdukları yalanlara kendileri inanmaya başlayan Komutanın tutumunu Müderrisoğlu şöyle anlatmaktadır;

“Enver Paşa‘nın Norşin‘de, hele ölüm tehlikesi atlattıktan sonra ayaklarının yere değmesi, hayal bulutlarında uçmaktan vazgeçmesi bekleniyordu. Ne gezer? Tuttu, yine gönlünden geçenlere dayanarak Rusların geri çekildiğine karar verdi. Kafasının içinde kurup oluşturduğu buluşuna dayanarak Galip Paşa‘ya şu emri gönderdi;

’On birinci Kolordu Komutanlığına

Norşin‘den 4.1.1915

Dokuzuncu ve Onuncu kolordular Sarıkamış‘ın kuzeybatısında cepheleri doğuya doğru olmak üzere kuvvetli bir düşmanla savaşmaktadır.32. Tümen Yeniköy‘ün altı kilometre kuzeyindeki yoldadır ve karşısında düşman birlikleri bulunmaktadır. Tümen düşmana saldırmaya hazırlanıyor.

Ordu karargahı bu geceyi Norşin‘de geçirecektir. Düşman‘ın Kars‘a doğru çekildiği anlaşılmaktadır. Şiddetle ilerleyiniz ve 32. Tümenle bağlantı kurunuz. Durumunuz ve Süvari Tümeni hakkında acele orduya bilgi veriniz.

Başkomutan Vekili Enver‘

Bu emir verildiğinde Ruslar geri çekilmek bir yana ilerleme içindeydiler. Enver Paşa‘nın emrinin öteki bölümleri geleceğin tarih araştırıcılarının, kurmaylık öğrenimi yapan subayların tüylerini diken diken edecek saçmalıklarla doluydu. Enver Paşa‘nın gerçeklere yüz seksen derece zıt uydurmaları, buluşları; olan ya da olması gerekenler değil de gönlünden doğanlar yer alıyordu emirde. Hiçbir rapora, hiçbir özetlemeye hiçbir belirtiye dayanmayan bir emirdi bu. Enver Paşa Sarıkamış önlerinden kaçıp giderken ortada tutulacak cephe kalmadığını ve Rusların kuşatmayı bütünlemek üzere olduğunu gördüğü halde göz göre göre yalan söylüyordu. Yüzüstü bıraktığı savaşçıların kendilerini kuşatan çok üstün Rus kuvvetleri ile çarpışacak durumda olmadıklarını da biliyordu. Bu emri verdiği saatten çok önce, Dokuzuncu Kolordu diye andığı üç-beş kişi Ruslara tutsak düşmüş ve Kolordu yeryüzünden silinmişti. Onuncu kolordu ise bir avuç savaşçısıyla gece geri çekilecekti.“ [325]

Sarıkamış harekatı bu tür yalan, yanlış bilgi ve yönlendirmelerle doludur. Bu olgu, en azından kendi güvenlikleri için bile nesnel olunması gereken bir noktada, olabildiğince düzmece bir rapor sistemiyle çalışmakta sakınca görmeyen Osmanlı bürokrasisinin; soykırım gibi bir suç işleme söz konusu olduğunda çok daha uydurma / perdeleme yoluna gidebileceğini; bu nedenle Osmanlı belgelerine neden güvenilemeyeceğini göstermektedir.

Zaten basın aracılığıyla halkın aldatılması sıradan bir alışkanlık olarak gördüğümüz için bunun üzerinde durmaya bile gerek yok. Üstelik halka tamamen yalan bilgiler ulaştırılmasının bir mazereti de vardır; Savaş koşullarında kendi tarafına moral vermek, yani psikolojik savaş. Dolayısıyla kitlelerin sürekli aldatılması temel bir kural haline gelmektedir. Bu yüzden yıllarca Sarıkamış bozgunu hakkında resmi bildiriler dışında bir yazılıp çizilmesi sansür edilmiş, yasaklanmıştır. Resmi söylemler dışına çıkmanın cezası da hazırdır; „askeri maneviyatını bozmak, bozgunculuk yapmak“, yani ölüm!.

1915‘te soykırım yapılmadığına inanan tarihçilerin; soykırım uygulamasından üç-dört ay önce bozgunla sonuçlanan Sarıkamış harekatını bir laboratuar kabul ederek; bu kurmay heyetinin tutumlarını, mantelitesini, olgulara bakışını irdelemelerinin öğretici olacağını düşünüyorum. Çünkü “Soykırım” suçunu, siyasi sonuçları itibariyle reddeden çoğu kişi bile Sarıkamış “felaketi”ni sorgularken, sorumluları bulmaya çalıştıkları zaman gerçeklerden kaçamamaktadırlar. Unutulmaması gereken şey, her iki olgunun da Turan yolunun açılması ve yayılmacı emellere dayanan aynı politikaların ürünü olmaları, aynı yönetim ve Kurmay heyetince uygulanmış olduğudur.


Ermenilerin “Doğu Cephesi”ndeki rolleri..

Kafkasyalı Ermeniler, gerçekte Rus yönetimine karşı mücadele vermelerine karşın, savaşın başlamasıyla birlikte bu durumdan Ermenilerin kurtuluşu lehine yararlanılabileceği düşüncesine kuvvetle sarılmış görünüyorlardı. İlerleyen Rus ordusunda gönüllü Ermeni lejyonları bulunması bunun bir ifadesiydi. Hovannissian, Osmanlı Ermenilerine zulüm için gerekçe yapılabileceği yolundaki kaygılara rağmen uzun tartışmalardan sonra Tiflis‘teki Ermeni Ulusal Bürosu tarafından organize edilen bu lejyonların yaklaşık bin gönüllüden oluşan dört grup halinde düzenlendiğini belirtmektedir. Birinci grup Sasun direnişinden tanıdığımız Antranik komutasında İran‘ın Kuzey sınırında konumlanmıştı. Dro‘nun başkanlığındaki İkinci grup Van‘a karşı mevzilenmişti. Hamazasp ve Keri komutasındaki 3. ve 4.gruplar ise Sarıkamış-Oltu hattında mevzilenmişlerdi. Ermeni mücadelesinin kendileri için de tehlike olduğunu bilen Rus yetkililer, savaşın patlak vermesine az bir zaman kala gönüllü Ermeni lejyonları için yeşil ışık yakmışlardır.[326] Rus Generali Karganoff, hükümetin bunlara en küçük bir malzeme yardımı bile yapmadığını, silah ve donanımlarının Ermeni Ulusal Bürosu‘nun topladığı yardımlarla karşılandığını belirtmektedir. Düzenli orduyla organik bağı bulunmayan bu birlikler, cephe boyunca serbest hareket edebilen, öncü eylemler düzenleyerek Rus ordusunun işini kolaylaştıracak “Fedailer” olarak düşünülüyordu.[327] Ternon da müfrezelerin askerlik yükümlülüğü olmayan gönüllülerden oluştuğunu, bunların Rus ordusu saflarında bulunan ve “Rus vatandaşı” sayılan Ermenilerle karıştırılmaması gerektiği konusunda bizi uyarmaktadır. Çünkü Rus ordusunda silah altına alınmış doğu Ermenilerinin çoğu (yaklaşık 150 bin asker) Kafkasya cephesine değil Avrupa cephelerine gönderilmişti.[328] Anlaşıldığı kadar Rus Genelkurmayı, Ermeni yurtseverliğinden, onların ateşin önüne atılmalarından yararlanmakla birlikte, cephedeki Ermeni varlığını da optimize ederek inisiyatif dışı gelişmeleri de önlemeye çalışmıştır.

Kafkasya Ermenilerinin savaşta açık bir tutum almış olmalarına rağmen, Osmanlı uyruğundaki Ermeniler arasındaki genel “tarafsızlık” eğilimi henüz sürmektedir. Öyle ki Taşnak Partisinin aldığı “tarafsızlık ve vatandaşlık görevlerinin yerine getirilmesi” kararı kitledeki yaygın hoşnutsuzluğa karşın yer yer gösterişe varır derecede uygulanmaktadır. Sözgelimi Osmanlı Kızılay‘ına Almanya ve Avusturya‘daki Ermeniler de yardım ve sadakatlerini göstermekten çekinmiyorlardı. Hatta Teşkilat-ı Mahsusa Taşnaklardan Kafkas Ermenileri arasında istihbarat faaliyetleri yapmak ya da Kafkas Ermenilerini Rusya’ya karşı kışkırtmak gibi eylemlerden yararlanmayı bile ummaktadır. Osmanlı yöneticilerinin de bu “sadakati” övmek ve özendirmek için her fırsattan yararlandığı gözlenmektedir. Fakat Osmanlı uyruğundaki Ermenilerin tümüyle kararlı bir tarafsızlık tutumu içinde oldukları söylenemez. Osmanlı yönetiminde istekleri bir türlü karşılanmayan ve şiddetle karşı karşıya kalan Ermeni siyasal hareketi açısından bunu beklemek de saflık olurdu. Bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti‘nin ilk başbakanı olan Kaçaznuni, Taşnakların, Erzurum Kongresindeki kararına rağmen Kafkasya‘da kurulan Ermeni gönüllü gruplarının kurulmasına ve bunların Osmanlı‘ya karşı savaşımına etkin olarak katıldığını öne sürmektedir.[329] Osmanlı Meclisinde Erzurum milletvekili olan Karekin Pastırmaciyan‘ın (Armen Garo) 1914 Ekiminden sonra gönüllülere katılıp, Van‘a karşı mevzilenen Dro yönetimindeki grubu desteklemek üzere gönüllü grupların başına geçmesi bir örnek olarak sayılabilir. Keza 1915 Şubatında Van milletvekili Vahan Papazyan da bu cepheye katılmıştır. Van‘ın Ermeniler tarafından bağımsızlaştırılmasında bu katılımların rolü küçümsenemez.

Tehcir kararının gerekçelerinden biri olarak öne sürülen “cephe gerisindeki Ermenilerin düşmanla işbirliği yaptıkları” yönündeki teze karşılık özellikle Burada sorunlu bir durumla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu iki yüzlü tutumun, Osmanlı Ermenilerinin kendilerine yönelik imha hareketine geçmeden önce tarafsızlık çizgisinde oyalanmalarını ve hareketsiz kalmalarını sağlamak amacıyla takınıldığını söyleyebiliriz.


Sarıkamış Bozgunu‘nun Faturası Ermenilere Çıkarılıyor

Sarıkamış bozgununun ardından giderek daha şiddetli biçimde anti-Ermeni propaganda işletilmeye başlanmıdı. Osmanlı yönetimi bu bozgunun faturasını da Ermenilere çıkarmıştır. Bütünüyle Alman-Osmanlı Genelkurmayının sorumluluğunda olan bu yenilgi, hem kendilerini aklamak hem de yeni saldırı ve imha planları için bir kışkırtma aracı olarak kullanılmaktan geri durulmadı. Rus ordusunda Ermeni gönüllülerin bulunduğu yönündeki propaganda, sınırın Osmanlı denetiminde kalan alandaki tüm Ermenilerin hain ve baş tehlike olarak gösterilmelerine yetiyordu. Türkiye‘de 12 Mart (1971) hükümetlerinin ünlü “Balyoz”cu Bakanı, “Tabii Senatör” Emekli Albay Sadi Koçaş “Türk-Ermeni İlişkileri” üzerine yazdığı kitabında şöyle yazmaktadır;

“...Harp tarihi vesikalarına dayanarak rahatlıkla iddia edebilirim ki, doğu cephesinde 90 bin kişilik Türk ordusunun karlar ve Rus ateşi altında erimesi ve perişan olmasının yegâne âmili, bir Türk Ermenisinin Rus kumandanlığına giderek, Türk kuvvetlerinin karlar içindeki perişan durumunu haber vermiş olmasıdır. (abç) Rus kumandanı bu haberi aldığı zaman Sarıkamış‘ta ve daha Doğuda bulunan bütün Rus kuvvetleri, Erivan istikametinde birleşmek üzere geri çekilme emri almışlardı.

Fakat Ermeni’nin bu ihbarından sonra yaptıkları kısa bir keşif faaliyeti neticesinde Türk ordusunun karlar içinde hakikaten harp edemeyecek durumda olduğunu görmüş; verilen geri çekilme emrini iptal ve savunma tedbirleri almak suretiyle Sarıkamış önlerinde ve Allahuekber dağlarında 90 bin kişilik Türk ordusunun mağlûp ve perişan olmasını sağlamışlardı.”[330]

Ne güzel açıklama değil mi? 90 bin kişilik Türk ordusunun aç ve donatımsız olarak cepheye sürülüp perişan edilmesinin nedeni meğerse sadece bir tek Ermeniymiş! Sanki O Ermeni gördüklerini Rus karargahına haber vermeseymiş, karda donan binlerce asker aniden cana gelecek ve Kafkasya cephesini Ruslardan kurtaracak gibi!.. Bu alıntıda adı geçen Ermeni’nin neden soğuktan donarak ölen Türk askerlerinin sorumlusu olduğunu, niçin gördüklerinden sorumlu tutulduğunu ve ayrıca neden bir tek kişiden yola çıkarak bütün bir halkın sorumlu tutulduğunu anlamak güçtür. Mantık olarak güçtür ama bu mantığın dayandığı anlayış ve psikolojiyi çözmek güç değildir.

Eğer bir tek Ermeni bile 90 bin askerin ölümünün sorumlusu oluyorsa, bu, bir tek Ermeni’nin bile sağ bırakılmamasının gerekçesidir de ondan. Böylece bütün Ermenilerin “cephe gerisinden güneye sürülmelerinin neden zorunlu olduğunu” trajik bir gerekçeyle anlamış oluyoruz.

Koçaş, yıllar sonra böyle yazıyor, ama Sarıkamış bozgunundan hemen sonra İstanbul‘a dönmekte olan Enver Paşa, Erzincan‘da Ermeni piskoposlarının kendisini karşılamaları sırasında yaptığı konuşmada “Osmanlı ordusundaki Ermeni askerlerinin savaş alanında bizzat, kendi gözleriyle şahit olduğu üzere görevlerini bilinçle yerine getirdiklerini” söyler. Konya‘da ise “Osmanlı hükümeti karşısında gösterdikleri eksiksiz fedakarlık herkesçe bilinen Ermeni ulusuna duyduğu mutluluğu ve minnet duygularını” ifade ederek, Ohannes Çavuş adında bir Ermeni askeri‘nin kendisini ve kurmaylarını çok kritik durumlardan nasıl kurtarmış olduğunu anlatır.[331]

Bunların hangisi doğru? Bir Ermeni’nin Türk Genelkurmayının hayatını kurtarması mı, yoksa başka bir Ermeni’nin gördüklerini Rus kumandanına anlatarak 90 bin askerin ölümünden sorumlu olması mı?

Ermenilerin zorla sürgün edilmeleri ve jenosidin meşrulaştırılması için dayanak yapılan bu „cephe gerisi“ savları üzerinde, Sadi Koçaş‘ın beyanları nı esas alarak kısaca durmak gerekir.[332]

Osmanlı ordusunun komuta kademesinde hiçbir yerli gayri Müslim subay bulunmuyordu. -“Yerli gayrı Müslim“ diyorum, çünkü Orduda çok sayıda Alman subay ve askeri uzmanı bulunuyordu. 1. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı ordusu Alman subaylarıyla, Alman Genelkurmayıyla birlikte yönetilmiştir.- Daha önce bedel ödemek suretiyle askerlikten de muaf tutulan gayri Müslimler, seferberlik ilanı ile birlikte silah altına alınmışlardı. Diğer cephelerde olduğu gibi Doğu cephesinde de silah altına alınmış bulunan birçok Ermeni er ve erbaş bulunuyordu. Kendi ülkeleri üzerinde egemenlik savaşı yürüten ordular içinde savaşmaya zorlanan Ermeniler için bu durumun bir handikap oluşturduğu açıktır; bunu tartışmıştık. Üstelik Doğu cephesinde diğerlerinden farklı olarak, çarpışacakları “düşman” yalnız Rus kuvvetleri değil Ermeni gönüllü gruplarıydı. Bu nedenle Sarıkamış harekatı sırasınca mevzilerini terk edip, gerilla gruplarına katılmak üzere bir çok Ermeni’nin ordudan kaçtığı doğrudur. Cephede ne kadar Ermeni’nin silah altında olduğu, ne kadarının gönüllü gruplara katıldığı, ne kadarının katılmadığı konusunda statiksel bir veri bulunmuyor. Savaştan kaçan yalnız Ermeniler değildi; açlık, donatımsızlık ve merhametsizce koşullar nedeniyle Türk veya Kürt birçok Osmanlı askeri de cepheden kaçmaktaydı. Sarıkamış harekatında cepheden kaçma girişimlerinin oldukça yoğun olduğu ve kaçışları önlemek için çok sert önlemler alındığını belirtmeye gerek yok. Donmaktan kurtulmak isteyen yüzlerce askerin de kaçma girişimleri nedeniyle kurşuna dizilerek öldürüldükleri biliniyor.

Rus tarafının daha düzenlice tutulan raporlarından da kaçan askerlerin, birliklerinin durumu hakkında bilgi verdikleri anlaşılmaktadır. Kabul edilmelidir ki sadece ölüme sürülen erlerin, ordunun taktik veya stratejik planlarını bilmeleri, bir orduyu çökertecek derecede bilgi sahibi olmaları söz konusu olamaz. Anlık bilgilerin cephe savaşında önemli olduğu kabul edilse bile, bu bilgilerin yine Rus tarafının raporlarından izleneceği gibi keşif kollarının gözlem raporları, casuslar ve yerli halktan da da alınabildiği kolayca anlaşılmaktadır. Soğuk ve açlıkla cebelleşen bir Ermeni askerinin savaşın kaderini değiştirecek stratejik bilgilere vakıf olduğuna ancak “masal” olarak inanılabilir.

Cepheden kaçan Ermeni askerlerin verdiği bilgilere dayalı ileri sürülebilecek bir olay vardır ki, o daha Koçaş‘ın anlattığı gibi değildir. Bu olay, Sarıkamış harekatı daha başlamadan önce 17 Kasım 1914‘de Ruslarla Köprüköy-Azap-Zanzak mevkisindeki çatışmada meydana gelmiştir. Fevzi Çakmak‘ın yazdığına göre, “Aras ırmağının güneyinde bulunan 33. Tümen, 11. Kolordu‘nun Rus cephesini kuşatma amacıyla yapacağı saldırı için Aras ırmağını geçtiğinde, bir gece evvel cepheden kaçan Ermeni erlerden Türk cephesinin en zayıf kesimini öğrenen Rus süvarilerinin ağır saldırılarıyla karşılaşır. Bu nedenle panik içinde kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalır.”[333] Fakat bu savaşım Sarıkamış harekatının kaderini etkileyen bir çatışma olmadığı gibi, çarpışmalar kesildiğinde Türk ordusunun az da olsa bir başarı elde ettiği bile görülmüştür.

Kocaş‘ın yanılttığı bir başka nokta da Sarıkamış harekatının taktik amacıyla ilgilidir. Enver ve Hafız Hakkı‘nın öngörüsüne göre, Rusların geri çekilmeleri değil, aksine mevzilerinde kalmalarını gerekiyordu. En çok korktukları şey Rusların zamanından önce harekatın amacını öğrenerek geri çekilmeleriydi. Çünkü, planlarına göre, Rusların geri çekilme yollarını kesip onları kuşatma altına alarak “yok etmeyi” düşünüyorlardı. Şu halde, Ermeni erin verdiği bilgiyle, Ruslar geri çekilmekten vazgeçmişlerse, bu Türk komutanlarının sevinmeleri gereken bir şey olmalı!

Rus tarafının raporlarına yansıyan, Sarıkamış harekatıyla ilgili yayınlanan anılar ve Osmanlıların raporlarında da cepheden kaçan Ermeni erlerin verdiği bilgilere ilişkin kayıtlar olduğu gibi, Türk esirlerden alınan bilgiler de bulunmaktadır. Üstelik Türk ordusunun savaşacak durumda olmadığı, askerlerin acınacak durumdaki perişanlığını anlamak için kaçanların yada tutsak edilenlerin bir şey söylemesine gerek yoktu. Durumları ordunun ne halde olduğu anlamaya zaten yetiyordu.

Koçaş‘ın gizlediği ve harekata ilişkin askeri sırların Rusların eline geçtiği asıl olay ise bambaşkadır.. Rus tarafının askeri raporlarına yansıdığı ve anılarını yazan Osmanlı komutanların da kabul ettiği gibi; 24 Aralık 1914 günü, Hafız Hakkı Paşa tarafından 30. Tümen‘e ulak olarak gönderilen Binbaşı Nasuhi yolda Ruslara esir düşmüş; çantasında Enver Paşa‘nın saldırı ve kuşatma emirlerini içeren yazıları da ele geçmiştir. Böylece Ruslar bütün Türk tümenlerinin yürüyüş yönlerini ve hedeflerini öğrenmiş; bundan sonraki günlerde inisiyatifi ele almışlardır. (Müderrisoğlu, agy.) Kaldı ki bozguna uğranılmasının nedeninin bu da değil, bütünüyle donatımsız ordunun ağır kış koşullarında cahilce bir serüvene sürüklenmesi olduğunda birçok askeri uzman görüş birliği içindedir.

Bütün bu olgular, nesnel durumun istenildiği gibi yer değiştirilerek, ileriye geriye alınarak, abartılarak, asıl nedenlerin üstü örtülerek yanıltma amacıyla kabus dolu efsaneler haline getirilebildiğini göstermektedir.

Gerçek şu ki sürgün kararı, “Doğu cephesinde Ermenilerini kritik durum yaratmaları üzerine “alınmış ani ve taktik bir karar, stratejik olarak tasarlanmış bir planın sonucudur. Bakıldığında cephe gerisindeki yerli halkların İmparatorluk ordularını zora sokmaları olgusu Batı cephesinde de söz konusudur. Eğer bu gerçekten bir mazeret olsaydı Sözgelimi Osmanlı yönetimi Ege ve İstanbul‘daki Rumları niçin sürgüne gönderme ihtiyacı duymadı. Bunların Osmanlı yönetimine Ermenilerden dahası bağlı oldukları için mi? Tersine Ege ve hatta İstanbul‘daki Rum nüfusun Yunanistan‘a açık ya da gizliden yardım etmeleri, Osmanlı‘ya tavır almış olmaları daha açıktır. Yunanistan‘ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra Balkan savaşıyla birlikte genişlediği ve savaşta karşı cephede bulunduğu da göz önüne alınırsa, Osmanlı yönetiminin neden Rumları Batı cephesinden içlere doğru ”tehcir” karı almamış olduğu önemli bir soru olarak durmaktadır.

Bunun nedeni tam da İttihat-Terakki Alman ittifakının Batıya doğru değil Kafkasya ve Orta Asya‘daki Türk-Müslüman topluluklarıyla buluşarak Doğu‘ya doğru genişleme stratejisinde aranmalı. Bu nedenle de Ermenistan‘ın Ermenisizleştirilmesi, cephe koşullarında aniden ortaya çıkan gelişmelere bağlı kendiliğinden bir tepki değildir.

Zorunlu göç ettirme kararı gerekçesinin Rusya’ya karşı açılan cephede, Turan’a giden yolun, Ermeni ulusundan ve gayri müslim halklardan arındırılması olduğu açıktır. Sarıkamış bozgunu, bu kararı hızlandıran olaylardan biridir. Ermenilerin ”iç düşman” olarak ilan edilmesinin hemen ardından, bütün merkezlerde öncelikle halkın silahsızlandırılmasına ve Ermeni politik partilerine mensup komitelerin faaliyetlerine karşı şiddet hareketlerine girişilmiştir. Bu şiddet hareketleri ulusal direnmelerle karşılık buldu.

Sarıkamış Bozgunu, varlıklarına muhtaç oldukları kendi askerlerini bile kitleler halinde bu şeklide ölüme göndermekten çekinmeyen bir anlayışa sahip olan Osmanlı Yönetiminin, iç düşman olarak nitelendirdikleri Ermeni halkına karşı nasıl acımasız olabileceklerinin bir kanıtıdır. Kendi halkına ve askerlerine karşı böylesine hoyrat olan bir mantalitenin, Ermenilere, gayri-müslim “öteki” halklara yönelik çok daha acımasız, kandökücü, soykırımcı bir anlayışla yönelmesinde şaşılacak bir şey yoktur.

Şaşılacak şey, çok ihtiyaçları olduğu halde kendi askerlerini bile telef etmekten çekinmeyen bir yönetim ve siyaset anlayışı ortadayken, aynı yönetimin Ermeni tehcirini son derece düzgün, insani kurallar içinde gerçekleştirmiş olduklarını savunanların bulunmasıdır. [Örneğin Türk Tarih Kurumu Başkanı, Prof Hallaçoğlu.][1]


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yusuf Hallaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, 1914-1918, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2001)

[322] Müderrisoğlu; agy. s.583

[323] M. Taylan Sorgun, Halil Paşa‘nın Anıları, s.138,

[324] Şevket Süreyya Aydemir; Enver Paşa Cilt 3, 146-154

[325] Müderrisoğlu; agy. (s.586)

Yorumlar