Türkiye’de yaşayıp da Türkiye’nin Kıbrıs politikalarından şu veya bu biçimde etkilenmemiş kimse yoktur sanırım.
Kıbrıs denilince aklımıza kazılan ilk imge, 1960’lı yıllarda banyoda öldürülmüş çocuk cesetleriydi. Sonra kara elbiseli kara sakallı resimleriyle Türklerin kötülük tanrısı gibi anılan bir Makarios var hafızalarımızda. Çocukluğumdaki en kötü küfürlerden biriydi bu “Makaryoss!!”
1960’lı yılların Erzurum’unda sık sık miting tertipleyen Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin biricik gözde konusu Kıbrıs’tı. “Kıbrıs Türktür Mitingi”, “Taksim Mitingi”, “Makaryos’u Tel’in Mitingi”..
O yıllarda Kıbrıs’ı “Taksim” mitingleri çok yaygındı. Taksim, adanın Türk ve Yunan devletleri arasında pay edilmesinin adıydı. Ve doğru mu, yakıştırma mı bir anektod anlatılırdı bununla ilgili olarak. Kasabadan Erzurum’a gelen tüccar bakar ki millet meydanı doldurmuş miting yapılıyor, bayraklar, bağırış çığırışlar gırla gidiyor. O da milli duygularla karışmış kalabalığa. Herkes “Taksim, taksim, taksim!” diye slogan atıyor. O da katılıyor sloganlara. Bu heyecan içinde bizimki bir ara cebini yoklamış ki ne görsün, paralarının bir kısmı çalınmamış mı! O telaşla sağını soluna yoklayıp dururken, slogan değişmiş: “Hepsi” Hepsi” Hepsi!..” Adam kalan paralarının da elinden gideceği korkusuyla koşar adım uzaklaşmış oradan.
Gerçekten de Türk devletinin Kıbrıs için haykırmaya başladığı her sloganın ardından vatandaşının cebinden mutlaka bir şeyler eksildi ve insanların yaşamları bir biçimde etkilendi.
Ben Türk soluyla düşünce ve davranış olarak daha 1972’de Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevinde kopuşmuştum. Büyük bir şans eseri Kürt ulusal demokratik ve sosyalist hareketlerinin seçkin insanlarıyla tanışma fırsatı bulmam, ülkemizin somut olgularını daha iyi kavramama neden olmuştu. Fakat bu bakış farklılığı yalnız Kürdistan’a ilişkin nesnel bir zemine inmekle değil, çevremizdeki bütün diğer olgularda da kendini gösterdi. Bunu ilk kez kendi yaşamımda Kıbrıs’ın işgali sırasında yaşadıydım.
Örneğin 1973 seçimlerinde bir-iki istisna hariç hemen bütün Türk solu ve ne yazık ki Kürt sol ve yurtseverleri de ağırlıklı olarak hararetli biçimde Ecevit’i destekliyorlardı. Halbuki “Ocak Komünü” çevresi –ki O zaman henüz Rizgari hareketi de oluşmamıştı- Ecevit’in ırkçı-şöven bir Türk milliyetçisi olduğunu söylüyor ve sol’un özellikle de Kürtlerin CHP’yi desteklemesine sert eleştiriler getiriyordu.
Yine çok iyi anımsıyorum, “Karaoğlan” mavi halkçı gömleğinin üzerine asker miğferi ve ayağına postal giyip Kıbrıs’a sefere çıktığında o gün izleyebildiğim sol hareketlerin çoğu bu işgali alkışladılar. Çünkü diyorlardı “Kıbrıs’ta faşist bir diktatörlük darbe yaptı ve Kıbrıs harekatıyla bu darbe önlendi.” Bir de bunun ardına Yunanistan’daki Albaylar Cuntası; aslında milli bir davaya zarar vermelerinin şokuyla devrilince Ecevit tam bir “demokrasi kahramanı!” oluverdi.
Kıbrıs harekatı sırasında büyük bir coşkuyla askerlik şubelerinin kapısında “gönüllü” yazılmak için kuyruğa girmekle övünen nice solcuyu dinlemiştim! O dönemlerde cezaevi arkadaşlarımla bağlarım olmamasına rağmen 1974 Kıbrıs çıkarmasının bir işgal olduğunu ve savunulmaması gerektiğini düşünmekteydim. Çevremdeki insanlarla böyle bir tartışma yapıyor ama çok ters ve “uzaylı yaratık” gibi karşılanıyordum.
Sonraki yıllarda da sosyalist veya ulusal demokratik hareketlerde derli toplu bir Kıbrıs değerlendirmesine, eleştirisine rastlamadım. Türk sosyalistleri Türkiye’nin hemen her politikasını eleştirdiler ama Kıbrıs politikasına ilişkin doğru dürüst bir şey, bir slogan bile hatırlamıyorum.
Özcesi Kürdistan konusunda Türk soluyla çatallaşan yollarımızın, hayatın bir çok alanında olduğu gibi Kıbrıs meselesinde de mantalite olarak çatışmakta olduğuna tanık oldum.
İtiraf etmek gerekir ki, genel geçer şeylerin dışında biz Kürt sosyalist ve ulusal demokratik hareketleri de kendi dertlerimizi gündemleştirme hengamesi içinde, aslında hiç de gündemimizin dışında olmayan Kıbrıs konusuna yetirince eğilip, çözümlemeler geliştirmedik, politik çıkışlar yapmadık.
Sonraki yıllarda en yatkın olduğumuz çözümleme Kıbrıs çıkarmasının aslında gizli bir NATO operasyonu olduğu yolundaydı. Sol’a, Sovyet nüfuzuna oldukça açık bir Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti [Ortadoğu ve Akdenizi kontrol edebilecek sabit bir çıkarma gemisi olarak!] Türkiye ve Yunanistan tarafından işgal edilip paylaşılarak bir NATO üssü haline getirilmişti. Diğer olup bitenler “kayıkçı kavgası”ndan ibaretti.
Fakat bugünden baktığımda bu çözümlemenin oldukça ideolojik olduğunu düşünüyorum ve örneğin Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye tarafından işgalinden sonra Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından çıkması, Amerika’nın Türkiye’ye uzun yıllar silah ambargosu uygulaması, adada zaten eskiden beri bir İngiliz askeri üssü bulunması gibi, çözümlemeyle tam oturmayan olgular bulunduğunu görüyorum. Ayrıca Bağımsız Kıbrıs’ta gerçekten bu kadar güçlü bir sosyalist eğilim var mıydı?
Tabiiki sonuç itibariyle Kıbrıs konusunu, 20 yüzyılın başındaki Türk-Yunan savaşının devamı olarak da ele alabiliriz. Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgal ve ilhakla topraklarını genişletmesi, Ege’de kıta sahanlığı çekişmesi, Türkiye’deki Rum mallarının bloke edilmesi gibi tehditlerle birlikte yürüyen bu kapışma her iki devletin de sistem içinde bulunması nedeniyle yine sistem içinde çözülmeye çalışıldı. ABD – NATO kutbunun kaygısı bu çelişme nedeniyle iki devletten birinin Sovyet nüfuzuna kayabileceğiydi, ki Türkiye’de militarist oligarşik dikta bu kartı ulusal dayatmalarında sürekli kullanagelmiştir.
Geçmişe dönük bu zorunlu yolculuktan sonra bugüne bakalım: Şimdi durum nedir?
İşin özeti şu: 90’lı yıllarda başlayan küresel değişim Sovyetler Birliği, Doğu Bloku, Balkanlar, Ortadoğu derken Kıbrıs’a da sıra gelmiştir. Soğuk şavas döneminde oluşan veya dondurulan bütün siyasal dengeler zorunlu olarak, bu dönemin güç ilişkileri içinde yeniden düzenlenmektedir. Kıbrıs bunalımı öteden beri sistem içinde görüldüğü için daha yumuşak araçlarla çözülmeye çalışılsa da çatallaşılan bir noktaya gelinmiştir.
Çünkü artık belli olmuştur ki TC’nin militarist bürokratik devlet yapısının statükocu gericiliği, artık kendisine eski ihtiyaç da kalmadığı ve birçok düzenleme için aksine ayak bağı da oluşturduğu için değişeme zorlanmaktadır. TC’nin statükocuları bunu anlamadıkları için Güney Kürdistan’daki askeri ve siyasi iddialarını, etkinliklerini büyük oranda kaybettiler. AB stratejisi nedeniyle içerdeki ayrıcalık ve güçlerinden de kimi tavizlere razı olmak zorunda kalıyorlar. Vakit Kıbrıs’a geldi... TC’nin geleneksel devlet yapısının Kıbrıs konusunda gösterdiği direnişi yaşamsal olarak algılaması yersiz değildir, çünkü buradaki kapışmayı da kaybetmesi sonun başlangıcı olabilir.
Kıbrıs’ın kuzeyi Türkiye tarafından işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiştir. Adına KKTC denilen ve Ankara’dan yönetilen bir sömürge idaresi kurulmuştur. Başında da derin devletin mutemet adamı Denktaş sömürge valisi olarak bulunmakta. Kıbrıs’ın kuzeyin işgal ve ilhak edilmesiyle, Türkiye, Lozan sınırlarının dışında ikinci kez toprak kazanmış olmaktadır. [İlki Hatay Devletinin ilhakıydı.] Ancak ilkinden farklı olarak bu kez ilhak uluslararası onay görmemiştir.
Kıbrıs’ın kuzeyi, içinde sivillerin de yaşadığı büyük bir askeri garnizon durumundadır. Özel Harp Dairesinden, JİTEM’den tutun da devlet eliyle oluşturulan bütün illegal para-militer yapılanmaların ve devlet mafyasının korunduğu, beslendiği, yuvalandığı bir üs durumundadır. Kara parasını burada aklamakta, cinayet şebekelerini burada eğitmekte ve yine burada saklamaktadır. Militarist oligarşinin siyasi karargahlarından biridir bu sömürge parçası.
Türkiye’deki bütün iç askeri operasyonların başında, kilit noktalarında “Kıbrıs” damgası bulunması rastlantı değildir. 1980’li yıllarda Diyarbekir 5. Nolu zindanının Yüzbaşı rütbeli şefi Esat Oktay Yıldıran ekibiyle birlikte Kıbrıs’tan gelmişti. Kıbrıs’ta Rumların kafasını kulağını kesmekle, oradaki esirleri nasıl “terbiye ettiği” ile övünmekteydi.
1974 işgalinden sonra binlerce Kıbrıslı Rum halen “kayıp”tır, akıbetleri bilinmemektedir. Türkiye’nin bu insanların çoğunu pazarlık için uzun süre esir tuttuğu, sonra da imha ettiği sanılmaktadır. Yaklaşık 200 bin Rum, evini barkını, topraklarını terk ederek Ada’nın güneyine göç etmek zorunda kalmış; işgalciler bu mal mülkü gasp ederek büyük bir talan ve ganimet vurmuşlardır. Bugün adadaki mevcut durumun sürmesini isteyenlerin büyük çoğunluğu bu malları, toprakları sahiplenerek onları geri vermek istemeyen rantçı çevrelerden oluşmaktadır. Bu durum 1915 soykırımı ile Ermeni mallarının yağmalanmasıyla zenginleşen ve “geri dönüş” korkusuyla üzerine tünedikleri ganimetleri korumaya çalışan rantçılara benzemektedir. Zaten aynı anlayış ve politikanın devamıdır..
Kıbrıs’ın kuzeyi bir mülteci sorunu yumağı halindedir. Ada’ya 1975 yılından sonra bugüne kadar yaklaşık 90 bin Türk göçmen yerleştirilmiştir. Yani sömürge yönetimi, ganimetini garanti altına almak için Türkiye’den yalnız asker değil nüfus da ihraç ederek yapay bir kitle tabanı oluşturmuştur. Nufüsu bu aralar 200 bine yaklaşan kuzeyde her üç kişiden birinin asker, birinin de Türkiye’den getirilmiş yerleşimcilerin oluşturduğu garip bir tablo vardır.
Talan edilen mallar ve kara ticaretle zenginleşen rantiyerlere karşın, Kıbrıs’daki devlet yönetimi tamamen TC bütçesinden geçinmektedir, yani Kuzey Kıbrıs aslında pahalı bir sömürgedir de.
TC’nin niyeti mevcut statükoyu meşrulaştırmaktır ama statüko korunamaz..
Bütün bu olup bitenler iki kutuplu dünya dengeleri üzerinde oluşma fırsatı bulmuştu. Yalnız soğuk savaş döneminin statüleri değil, bugün artık 1. dünya savaşıyla oluşmuş statüler [Örneğin Ortadoğu] bile yeniden oluşmaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’ın statüsünün aynı kalma şansı yoktur. Ne varki bu statü değişimi Türkiye’nin temel devlet yapısını da değıiştiren bir dinamiğin işareti olduğu için gerici bir direnişle de karşılaşmaktadır. Daha geçen gün Ecevit, Star gazetesindeki bir makalesinde “Kuzey Kıbrıs’ın, Adana ve Mersin gibi Türkiye’nin herhangi bir ilinden farksız olduğunu” yazmaktaydı. Sömürge valisi Denktaş “Kıbrıs’ta çözümün mümkün olmadığını, mevcut durumun sürdürülmesi gerektiğini” resmi görüş olarak dile getiriyor. Oysa “Annan Planı”, işgalle oluşturulmuş sömürge yönetimini Kıbrısı' oluşturan kurucu devletlerden biri olarak tanımlayarak aslında Türkiye’ye büyük bir taviz vermekteydi.
Şimdi Kıbrıs’ta önemli bir yol ayrımına gelindi. Çünkü artık Kuzey Kıbrıs’taki ahali de garnizon yaşamından bıkmış, uygar dünyaya açılmak istemekte olduğunu açıkça ilan ediyor. Avrupa Birliğine girilecek olması, “Rum tehditleri, güvenlik “ vb gibi milliyetçi ajitasyonları zavallı bir ıslık haline dönüştürüyor. Kıbrıslı soruyor; “Avrupa Birliği içinde ulusal kimliğimizden, kişilik haklarımızdan ve yaşam güvencemizden olacağımızı söylüyorsunuz, öyleyse siz neden devlet olarak AB’ye girmek için telaş ediyorsunuz? Aynı tehlike sizin için yok mu?”
Kısaca TC’nin Kıbrıs politikasında deniz bitmiş, kara görünmüş durumda. Artık ne ABD, ne AB ne de başka bir güç Türkiye’nin adada daha fazla işgalci olarak kalmasına göz yummak niyetinde olmadığını göstermiştir. Beri yandan Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs konusu tam bir kavşak noktasında, birbirine bağlanmış bulunuyor. Benim son didişmeden çıkardığım sonuç, değişime ayak direyen statükocular, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü dayatarak aslında AB sürecini de baltalamak, böylece değişimi geciktirerek veya engelleyerek daha uygun pozisyonlar bulmayı umuyorlar.
Yıllarca hep şunu söyledik, Türk Devleti, Kıbrıs'ta savunduğu tezleri Kürdistan için de emsal gösterebilir mi? Örneğin Anadolu ve Önasya'da iki bölgeli iki devletli bir Kürt-Türk konfederasyonu isteyebilir mi? Bunun için üçüncü devletlerin garantörlüğünü şart koşabilir mi? Tabi ki hayır.
Peki örneğin kendisi Kıbrıs'ta anadilde yayın yasağını kaldırdıktan sonra, inanılmaz başka engeller icat etmek gibi, Türk çocuklarının ana dillerinde çizgi film seyretmeleri gibi bir yasağı orada hoş görebilir mi?
Kuzey Kıbrıs ve Kürdistan sömürgelerinin durumu elbette çok farklıdır. Kürdistan’ın statüsü bile yoktur ve bir alt-sömürgedir. Ama sonuçta sömürgenin egemenliğin sürdüren ve oradan beslenen kaynak aynıdır: Kemalist oligarşik diktatörlük..
Başından beri Kıbrıs ve Kürdistan meseleleri arasındaki ilişkiye dikkat çekmeye çalışanlardan biriyim. Ne var ki bizim "Kürt camiasında Kıbrıs konusuna uzak bir duruş var. Oysa Türk militarizminin arka bahçesi, bütün siyasi ve mali kirli işlerini akladığı, kontr-gerilla ve gericilik karargahı olarak kullandığı Kuzey Kıbrıs'ta siyaseten yenilgiye uðramasının çok kritik sonuçları olacağını düşünüyorum.
Kıbrıslı Rum ve Türklerin, Kıbrıslılık temeline dayalı, barış içinde eşit hak ve özgürlüklere sahip olarak bir arada yaşaması mümkündür. Kıbrıs’taki Türk işgalinin kalkması, sömürge yönetiminin sona ermesi bu yoldaki en önemli engellerden biridir. Kıbrıs’ın hafızamdaki unutamadığım fotoğrafı; biri Rum diğeri Türk, iki komünist liderin aynı otomobil içerisinde suikasta kurban gidişleri ve yaralı başlarının birbirlerinin kucağına düştüğü fotoğraftı. Kıbrıs’ın yakın geçmişi de geleceği de bence sanki bu fotoğrafta saklıydı.
Sonuç olarak;
14 Aralık seçimleri bence sembolik bir anlama sahip. Ve sanki aslında Türkiye’ye Kıbrıs’taki egemenlik ve imtiyazlarından rızasıyla ve yavaşça çekilmesi için “yumuşak” bir fırsat gibi görünüyor. TC bu fırsatı, işi tekrar yokuşa sürmek, zamana yayarak bir şeyler kurtarmak için değerlendirmeye kalkarsa –ki Devlete egemen olan eğilim de budur- çok daha büyük kayıplara boyun eğmek zorunda kalacak. Kısaca seçimlerin sonucu ne olursa olsun, TC’nin resmi sömürgesinin elinden öyle veya böyle alınacağı sıcak bir döneme giriyoruz.
Mayıs 2004 tarihinden itibaren Lefkoşa artık bir Avrupa başkenti olacak. Bu Avrupa'nın, sokaklarından tel örgüler, kum torbaları ve karakollarla bölünmüş yeni bir başkente sahip olması demek. Soğuk savaşın simgesi Berlin duvarı yıkıldıktan sonra, acaba Avrupa içinden sınır geçen bir başkente daha ne kadar zaman tahammül eder? Güneyden Kıbrıslı Rumların, kuzeyden Kıbrıslı Türklerin kitleler halinde gelip “yeşil hattı” yıkmaları ve Kuzeydeki sömürge idaresinin böylece havada kalacağı görüntüleri izlemek hiç de uzak bir ihtimal olmasa gerek!
Militarist bürokratik oligarşinin Kıbrıs dükalığının yenilgisi, statükodaki değişim gerilimini bir depreme çevirebilir.
Kıbrıs bunun için önemli..
https://bagmszlkcephesi.blogspot.com/2009/10/kibris-neden-onemli.html
Yorumlar
Yorum Gönder